Aydın Adliyesi'nde avukatları ve gazetecileri döven polislerin
Radikal 13 Şubat 1999 tarihli gazeteden çok fazla bir değişiklik olmamış galiba
Bazı davalar rüyada görülür!
Aydın Adliyesi'nde avukatları ve gazetecileri döven polislerin yargılanması girdi rüyama. Otosansür rüyalarımızda da vardı.
Yargıç, rüyasını gördüğüm duruşmada 'gizlilik' kararı veriyordu
Celal BAŞLANGIÇ
Bu binayı bir yerden mutlaka tanıyorum.
Çevrede gördüğüm insanlar, koridordaki polisler, salonun kapısındaki kameralı, fotoğraf makineli gazeteciler, cüppeli avukatlar hiç de yabancı değil.
Salona girince neredeyse donup kalıyorum; çünkü ben bu duruşma salonunu da çok iyi tanıyorum.
Hayırdır inşallah!
Herkes yerini alıyor salonda. Ama bu işte bir terslik var.
Sanık sandalyesine oturan polisler daha önce izleyici sıralarında oturuyordu yanlış hatırlamıyorsam. Bir süre sonra avukatlar ve gazeteciler dolduruyor izleyici sıralarını. Nereden geliyor bu terslik?
Kâbusa dönüşecek neredeyse rüyam.
Babaannem, "Kötü bir rüya görürsen, git musluğu aç, su akarken kendi kendine anlat, kimseye de söyleme" derdi. Ama şu ana kadar gördüklerim pek öyle 'gizli' kalacak vahamette değil.
Ama bir türlü kafamdan atamıyorum 'ben bu binayı, bu salonu, bu insanları daha önce nerede görmüştüm' sorusunu.
Tam da rüyamın ortasında bir şimşek çakıyor kafamda.
Neredeyse uyanacaktım.
Elbette ya, burası Aydın Adliyesi'ndeki Ağır Ceza Mahkemesi'nin duruşma salonu. Gördüğüm avukatlarla, gazetecilerle yan yana duruyorduk kürsünün önündeki köşede.
Çünkü, rüyamda sanık sandalyesinde gördüğüm polislerin de içinde olduğu 50-60 kişilik sivil polis topluluğu doldurmuştu salondaki izleyici sıralarını. Bize yer kalmadığı için de avukatlarla, insan hakları savunucularıyla kürsünün o köşesine sıkışıvermiştik.
Kararla birlikte 'ağır tahrik'
Geçen yılın 21 Nisan'ıydı.
Aydın Ağır Ceza'da 1993'te gözaltındayken öldürülen Baki Erdoğan adlı gençle ilgili karar duruşması vardı. Altı sanık polis, yıllar süren yargılama sürecinde mesleklerinde yükselmişler, hatta biri Aydın Emniyet Müdür Yardımcısı, diğeri de Terörle Mücadele Şube Müdürü olmuştu. İşte bu nedenle olsa gerek, kendi müdürleri hakkında verilecek kararı izlemek için, önceden tasarlandığı belli olan bir uygulamayla, çoğu terörle mücadeleden gelen sivil polisler doldurmuşlardı salonu.
Duruşma yargıcı kararını okuyacaktı ama, belli ki bir tereddütü vardı. Önce uzun uzun bunun kesin karar olmadığını, Yargıtay'a itiraz haklarının bulunduğunu anlattı. Sonra da kararını açıkladı: Altı polise, beşer yıl altışar ay yirmişer gün hapis ceza...
İşte o anda "Bizi tahrik ediyorlar" diye arka sıralardan gelen bir bağırtı salonda kıyametin kopmasına yetti. Saldırının hedefinde gazeteciler, avukatlar ve insan hakları savunucuları vardı. İşte bu 'ağır tahrik'in de etkisiyle fotoğraf çeken gazeteciler dövülüyor, mahkûmiyet kararında etkili oldukları düşünülen insan hakları savunucuları, avukatlar yerlerde sürükleniyordu.
Salona Çevik Kuvvet polisleri girdi. Müdahillerin bulunduğu bölümle sivil polislerin 'konuşlandığı' sıraların arasına önce bir duvar ördü. Ama kalkanları saldıranlara değil, saldırıya uğrayanlara dönüktü.
Salonda bulunanları iterek, kakarak ya da karga tulumba dışarı atıyorlardı.
İçeride bulunan sivil polisler ise koridora çıkmış, adliye binasının ana kapısına kadar 'dayak tüneli' oluşturmuşlardı.
Milliyet'ten Mert İlkutluğ dört polisin arasında dışarı çıkartılırken üzerindeki yırtık gömleği kan içindeydi. Radikal'den Ahmet Şık dövüle dövüle çıkartıldığı adliye binasının dışında kafasına bir telsizle vurulunca düşüp bayılıyordu alnında bir delikle.
Adliye binasında yaşanılan linç girişiminin dehşeti Aydın sokaklarına da yansımıştı. Yaklaşık 60 kişilik polis grubu adliyenin karşısındaki alanda önüne geleni dövüyor, Avukat Ufuk Güneş tabelasının asılı olduğu büroya doğru ağıza alınmayacak küfürlerle saldırıyordu. Avukat bürosunun önü neredeyse Sivas'taki Madımak Oteli'nin önüne benziyordu.
Hastane de yaralılarla dolmuştu. İşin ilginci, gelen 'yaralılar'ın bir bölümü Çevik Kuvvet polisleriydi. Hatta bir ara aldığı darbeler nedeniyle çenesinde irice bir yara olan Çağdaş Hukukçular Derneği İstanbul Şube Başkanı Murat Çelik bir resmi polisi gösterdi, "Demin şunun elinde bir sıyrık yok muydu" diye. Şaşkınlıkla "Evet" dedim. Çünkü eldeki bir sıyrık dirseğe kadar uzanan bir alçıya dönüşmüştü.
Aslında yaşanılan dehşet vericiydi. Yargının bağımsızlığı saldırıya uğramış, savunma özgürlüğüne, işkenceyi cezalandıran yargıya gözdağı verilmiş, halkın haber alma hakkı, basın özgürlüğü ortadan kaldırılmak istenmişti.
Soruşturmalar, suç duyuruları, savcılığa yapılan başvurular, görevsizlik kararları, Memurin Muhakematı Hakkındaki Kanun'un bilinen engelleri nedeniyle 21 Nisan 1998'de gerçekleşen saldırıyla ilgili olarak neredeyse 10 ay sonra, o da eksik sanıklarla dava açılabilmişti. Çünkü Aydın İl İdare Kurulu saldırıya katıldıkları televizyon kameralarıyla, fotoğraflarla, tanıklarla belirlenen polislerin büyük bölümü hakkında 'meni muhakeme' kararı vermişti.
Belli ki işin bu kadar uzamasına canım sıkılmış, geçen gece kâbusla karışık bir tonda rüyama girmişti, gazetecilere, avukatlara, insan hakları savunucularına saldırdıkları için polislere açılan davanın ilk duruşması.
'Malkoçoğlu mu bunlar?'
Rüyamda gördüğüm salonun neresi olduğunu sonunda anlamıştım. Bu avukatların, gazetecilerin, insan hakları savunucularının dayak yediği Aydın Ağır Ceza Mahkemesi'nin duruşma salonuydu. Ama rüyamda, Aydın 2. Asliye Ceza Mahkemesi olarak görüyordum ben o salonu. Ağır cezanın üç hâkimi gitmiş, onun yerine asliye cezanın tek hâkimi oturuyordu. Bir önceki duruşmada salonun izleyici sıralarını dolduran sivil polislerden bazıları sanıklara ayrılan parmaklıklı bölümdeydi. Baki Erdoğan davasının karar duruşmasında 'müdahil' bölümünde bulunan avukatlar, gazeteciler ve insan hakları savunucuları bu kez izleyici sıralarında oturuyordu.
Yani salonda olay çıkarttığı pek çok kanıtla ortaya konulan yedi sivil polis sanık; avkatları, gazetecileri dışarı atan yedi Çevik Kuvvet polisi 'müşteki', saldırıya uğrayan ikisi gazeteci altı kişi 'müşteki- sanık', geri kalan avukat, gazeteci ve insan hakları savunucuları da 'müşteki'ydi.
Amma da karmakarışık rüya ha!
Duruşma başlıyor. Yargıç, Türk Tabipler Birliği ile İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa ve Aydın barolarını davada 'müdahil' olarak kabul ediyor.
Hayırdır inşallah!
Ardından 'duruşma düzenini bozduğu için' salondan kameralar ve fotoğraf makineleri dışarı çıkartılıyor.
Gerçi zaman zaman meslektaşların ölçüyü birazdan da fazla kaçırdıklarını kabul etmek gerek, ama eğer o kameralar olmasaydı,
21 Nisan'da duruşma salonunda yaşanan saldırıdan ortada dava açılmasına yetecek bir kanıt bulunamazdı polisler hakkında.
Neyse, gündüz niyetine...
Rüyam gittikçe karmaşıklaşıyor. Duruşmanın yargıcı, savcının 'aleniyet unsurunun kaldırılarak duruşmanın gizli yapılması' talebini kabul ediyor.
Otosansürümüz o denli gelişmiş ki, düşümüze giren bir 'utancı' bile 'gizli'yoruz.
Bir yanda onlarca avukat, Türkiye'nin önde gelen baroları var, diğer yanda sanık polislerin tek bir avukatı. Dışarıda 20 kadar jandarma, çok sayıda da sivil polis var. Güvenlik için bu kez az sayıda jandarma getirilmiş. Çünkü saldıran sivil polis olunca, resmiler de saldırıya uğrayanları koruyamıyor, hatta bazen onlar da meslektaşlarıyla ortak davranışa giriyorlar doğal olarak. Bu nedenle önlem jandarmayla alınmış.
Sanık polislerin avukatı iddianamenin kendilerine tebliğ edilmediğini söyleyip süre istiyor haklı olarak. Baki Erdoğan'ın davasında dayak yiyen avukatlar ve onların avukatları 'savunma hakkına saygı duyuyoruz' diyerek talebi yerinde görüyorlar.
Sanık polislerden biri haklılıklarını anlatabilmek için karşı tarafta duran onlarca avukatla, kendilerinin tek avukatını gösterdi; "Baksanıza bu avukatların hepsinde dosya var. Bizim avukatımızda bir dosya bile yok."
Sıra 'mağdur' polislere geliyor. Hepsi de Çevik Kuvvet'ten.
Yedi Çevik Kuvvet polisi de ortak ifade veriyor neredeyse: "Bize 'faşist polis', 'şerefsiz polis' diye bağırdılar. Darp yaptılar."
Kimi elinden yaralandığını, kimi göğsüne vurulduğunu söylüyor. Yargıcın "Kim yaptı?" sorusuna yedisi de iki gazeteciyi gösterip "Ahmet'le Mert" diyorlar. Sonuncu polis de "Beni darp ettiler" diye Ahmet'le Mert'i gösterince yargıç dayanamayıp "Ne yani, Malkoçoğlu mu bunlar" deyiveriyor.
Rüyada yapılan espriye de bayılırım hani...
Arada bir yargıç, "Bu iki gazeteci herkese vurmuş gibi görünüyor", diyor, polislere "Siz bu kadar kalabalıkken hepinize nasıl vurdular?" diye soruyor.
Polisler, kendilerine yapılan saldırıyı anlatırken sürekli "Bir elimizde kalkan vardı" diyordu. Ama göğüslerine yumruk yediklerini, tırmıklandıklarını söyleyince bir mağdur avukatı kalkanlarının enini ve boyunu sordu. Çevik Kuvvet polisi günlük yaşamının bir parçası haline gelen kalkanının boyutlarıyla ilgili soruyu "Onu bilemem" diye yanıtlayınca yargıç da şaşırdı: "Nasıl bilemezsin?"
Rüyam giderek mizahi bir hal alıyordu.
Pir Sultan'ın 'hırkası' gibi bir de 'Mert'in kanlı gömleği' meselesi çıktı rüyamda.
21 Nisan'daki dayak olayından sonra Mert'in gömleği yırtılmış ve kan içinde kalmıştı. Televizyonlar, gazeteler yoğun biçimde söz etti bu durumdan. 'Mağdur' polislerden biri, "Mert'le Ahmet bana vurmaya başladı. Elim kesildi, Mert'in gömleğine bulaştı. Sonra, 'doğru haber' diyorlar, benim kanımla kendi reklamını yaptı" deyince gecenin o saatinde pek eğlendim uykumda.
'Aklınıza gelen her şeyi yazın'
21 Nisan'daki duruşmada, olan olaylarla hiç ilgisi bulunmayan Aydınlı Avukat Ufuk Güneş de 'mağdur' olarak salondaydı. Güneş, dava bitince gazetecilerin ve avukatların dövülerek adliyeden çıkarıldığını, bürosunun altındaki çay ocağında bekleyen iki adliye görevlisi salondan çıkan 100'e yakın sivil polis tarafından dövülmeye başlanınca "Bunlar adliye personeli" diye müdahale ettiğini, bunun üzerine saldırının kendisine yöneldiğini, sivil polislerin o sırada, "Şerefsiz avukatlar", "Böyle adalet olmaz olsun" diye bağırdıklarını anlattıktan sonra kendisine de küfür ettiklerini, ölümle tehdit ettiklerini söyledi. Bunun üzerine yargıç, polislerin hangi küfürleri ettiklerini sordu. Avukat Güneş de kısa bir yol önerdi: "Aklınıza gelen her şeyi yazdırabilirsiniz tutanaklara. Çünkü aklınıza gelebilecek her türlü küfürü ettiler."
Rüyamdaki mahkeme düzeninde zaman zaman aksamalar da oldu elbet. Verilen 'gizlilik' kararı nedeniyle salonda yalnızca avukatlar, mağdurlar, mağdur-sanıklar ve sanık polisler kalmıştı. Ancak bir süre sonra sanık bölümünde oturan bir polisin aslında dışarıda olması gereken bir tanık olduğu ortaya çıktı.
Uzadıkça uzuyordu rüyamın duruşması. Bitince sıkıntıyla çıktık salondan. Adliye binasının önünde, karşısında, yakınında
30'a yakın sivil polis bekleşiyordu.
21 Nisan'daki saldırıyı yaşayanlar, "Bütün olanlardan sonra hâlâ mı can güvenliğimiz tehlikede?" diye sormaktan alamıyorlardı kendilerini, Aydın sokaklarının karanlıklarında. Haklarında suç işledikleri iddiasıyla dava açılan meslektaşlarına destek verdiklerini mi anlatmak istiyorlardı acaba? Yoksa bu yargılamayı, suç işleyen bazı görevlilerin değil de, kentteki emniyet teşkilatının tümünün yargılanması gibi yanlış bir kanıya mı kapılmıştı Aydın Emniyeti'nin yöneticileri?
Rüyamda bu soruya bir yanıt ararken birden bire uyandım. Önce Aydın Adliyesi'nin duruşma salonu geldi aklıma; mekânlar ne kadar birbirine benziyordu. Sonra davaları düşündüm; yoksa 'zaman'ları mı birbirine karıştırdım. 'İnsan'ları birbirine karıştırmam sonucu mu bazı polisleri, avukatları, gazetecileri tanıdığımı sandım?
Rüya işte bu! Gündüz niyetine... Hayırdır inşallah!