Solun zamanı ve zamanın solu
NABİ YAĞCI - REFERANS GAZETESİ 28.03.2007
Solun zamanı ve zamanın solu
"Sol"un hali yalnız bizde değil dışarıda da genellikle “istihza” ile karşılanıyor. Kimileri “Hâlâ sol demenin bir geçerliliği var mı” diye sorarak dudak kıvırıyorlar; kimileri ise solun bölük-pörçük haline bakıp bizi beceriksizlikle niteliyor ve “Sol adam olmaz” diye kestirip atıyorlar. Solun genel görünümüne baktığımızda bu yaklaşımlara katılmasak, onlara hak vermesek de doğrusu dünkü gibi yüksek perdeden karşılık veremiyoruz. Bu nitelemeleri hak ettiğimizi alçakgönüllülükle kabul gerekir. Görünüm ne yazık ki böyle.
Ancak görüngülerin gerçeği, her zaman gerçeğin görüngüleriyle örtüşmez. Her gün soluduğumuz havayı göremezsiniz, varlığı ya da ona olan gereksinim havasız kalana dek hissedilemez. Basında da görüyoruz, sol olmayanlar ve hatta anti-sol olanlar da solun nasıl toparlanabileceği üstüne kafa yoruyorlar. Neden acaba? Havasız mı kaldık?
Öyle gibi. Cumhuriyet diyoruz, cumhuriyet bir devlet biçimidir, artık orada bir kavmin, bir ailenin, bir sülalenin, bir kastın, bir monarkın değil cumhurun sözü geçer ama öyle olmuyor; kastlar konuşuyor, asker konuşuyor, bürokrasi konuşuyor, halk susuyor. Yani demokrasi ihtiyacı kıyaya vurmuş bağlığın suya ihtiyacı gibi kendini dayatıyor, nefes alamıyoruz. Üstelik bu durum bugün doğmuş bir durum değildir. Ekonomisiyle insan potansiyeli ile büyüyen Türkiye, halen 1930’ların siyasi rejiminin cenderesi içinde tutulmak isteniyor. Önce bu cenderenin adı konulmalıdır: Askeri-bürokratik vesayet rejimi. Türkiye bu cendereden kurtulmak, değişmek zorundadır ve karşımızdaki sorun yalın olarak budur.
Türkiye “değişim” istiyor. Ekonomik alanda ülkemiz hayli ileri gitti ama ekonomik temel ile siyasi üstyapı uyumsuzdur ve ikisi arasında giderek artan bir gerilim vardır. Türkiye ithal ikameci politikaları da geride bırakarak liberal bir ekonomi politika yönünde geriye kolay döndürülemez yapısal değişim içine girdi. Ne ki, siyasal üstyapı, siyasi kültür hâlâ arkaik, feodal ve geridir. Ekonomiyi yabancı sermayeye korkmadan açanlar bile siyaseti kendi vatandaşlarına korkmadan açamıyor, milletvekili seçimlerinde yüzde on barajını bile kaldıramıyorlar. Bunu göremeyen, bu engeli kaldırmayı düşünmeyenler için ekonominin nesnel gereksinimlerinin farkında olduklarını söylemek mümkün mü? Kesinlikle hayır. Böyle olduğu içindir ki, ekonomide atılan adımlar henüz pamuk ipliğine bağlıdır. Ekonomist değilim, bu nedenle haddimi bilerek bu konulara girmiyorum ama şu kadarını da görebiliyorum: Hâlâ çok ciddi biçimde kayıtdışı, irrasyonel ekonomi var ve maliyemiz bunu çözemiyor. Bana göre siyasi rant üzerine oturmuş bir siyaset felsefesinin demokratik siyaseti boğduğu yerde rant ekonomisinin temellerini tasfiye etmeniz mümkün değildir. En fazla bu kadar yapabilirsiniz, daha fazlasını değil. Bu kadarı bile açık söyleyelim, dışarının yani dünya global ekonomisinin zorunlulukları ve AB süreciyle oldu. Ama şimdi yeni bir yol ayrımına gelindi: Tamam mı devam mı? Yani ekonomide ve siyasette (sivil demokrasi ve özgürlükler) dışa açılarak, yani dünya standartlarını (çağdaşlığı) gözeterek mi gideceğiz, yoksa gidilen yoldan da geri dönüp içe kapanmacı (milli ekonomi) ve bize göre demokrasiyi mi (otoritarizm) seçeceğiz? Önümüzdeki seçimler bu temel tercih açısından olağanüstü önemli.
Ülkemizde liberal ekonomi ve liberal siyasetin tarihsel zemini dün yoktu, bugün ise hayli zayıf olarak var. Batı tipi bir liberal parti yok Türkiye’de. AKP de açık ki böyle bir parti değil. Demokrasi mücadelesinin tarihi incelenirse görülebilir ki, ülkemizde programatik olarak liberal-demokrasinin de savunuculuğunu sol yapmak zorunda kalmıştır öteden beri. Zira böyle bir demokrasi bizde hiç olmamıştır. Fakat bu programın adını koymaktan da sol hep korkmuştur. Soldaki demokrasi, sosyalizm tartışmaları boylu boyuna bunun kanıtıdır.
Türkiye şimdi bir yol ayrımındadır: Basitçe söylersek içe mi kapanacak, dışa mı açılacak? İfade basit olmakla birlikte yapılacak tercihin sonuçlarının hiç de basit olmadığını aklı başında herkes sanırım görüyor artık. Şöyle de söyleyebiliriz: Çağdaş sivil demokrasi mi değil mi? Daha da yalınlaştıralım: Değişim mi değil mi?
Türkiye eğer bu yol ayrımındaysa yani temel soru değişim mi değil mi sorusuysa zaman solu artık çağırıyor demektir. Yani solun zamanı artık gelmiştir. Çünkü sol durağan zamanlar için değil “değişim” zamanları için vardır. Sol ancak tarihin değişim dalgasının yükseldiği zamanda varlığını varoluşa dönüştürebilir. Durgun zamanlarda sol sudan çıkmış balıktır. Çaresizliği, bölük-pörçüklüğü bundandır. Şimdi suların yükseldiği ve tekrar suya kavuşma olanaklarının çıktığı zamanın geldiğini düşünüyorum.
Fakat tıpkı bir sörfçü gibi, dalganın yükselmesi yetmez solun da yükselen dalgayı yakalama yetenek ve kapasitesine sahip olması gerekir, değilse dalga sörfçüyü de yutarak gelip geçer. Yani solun zamanının geldiğini saptamak yetmez, sol da zamanı yakalayabilmek için kendini dönüştürmek, “zamanın solu” olmak zorundadır.
Solun zamanı ve zamanın solu
"Sol"un hali yalnız bizde değil dışarıda da genellikle “istihza” ile karşılanıyor. Kimileri “Hâlâ sol demenin bir geçerliliği var mı” diye sorarak dudak kıvırıyorlar; kimileri ise solun bölük-pörçük haline bakıp bizi beceriksizlikle niteliyor ve “Sol adam olmaz” diye kestirip atıyorlar. Solun genel görünümüne baktığımızda bu yaklaşımlara katılmasak, onlara hak vermesek de doğrusu dünkü gibi yüksek perdeden karşılık veremiyoruz. Bu nitelemeleri hak ettiğimizi alçakgönüllülükle kabul gerekir. Görünüm ne yazık ki böyle.
Ancak görüngülerin gerçeği, her zaman gerçeğin görüngüleriyle örtüşmez. Her gün soluduğumuz havayı göremezsiniz, varlığı ya da ona olan gereksinim havasız kalana dek hissedilemez. Basında da görüyoruz, sol olmayanlar ve hatta anti-sol olanlar da solun nasıl toparlanabileceği üstüne kafa yoruyorlar. Neden acaba? Havasız mı kaldık?
Öyle gibi. Cumhuriyet diyoruz, cumhuriyet bir devlet biçimidir, artık orada bir kavmin, bir ailenin, bir sülalenin, bir kastın, bir monarkın değil cumhurun sözü geçer ama öyle olmuyor; kastlar konuşuyor, asker konuşuyor, bürokrasi konuşuyor, halk susuyor. Yani demokrasi ihtiyacı kıyaya vurmuş bağlığın suya ihtiyacı gibi kendini dayatıyor, nefes alamıyoruz. Üstelik bu durum bugün doğmuş bir durum değildir. Ekonomisiyle insan potansiyeli ile büyüyen Türkiye, halen 1930’ların siyasi rejiminin cenderesi içinde tutulmak isteniyor. Önce bu cenderenin adı konulmalıdır: Askeri-bürokratik vesayet rejimi. Türkiye bu cendereden kurtulmak, değişmek zorundadır ve karşımızdaki sorun yalın olarak budur.
Türkiye “değişim” istiyor. Ekonomik alanda ülkemiz hayli ileri gitti ama ekonomik temel ile siyasi üstyapı uyumsuzdur ve ikisi arasında giderek artan bir gerilim vardır. Türkiye ithal ikameci politikaları da geride bırakarak liberal bir ekonomi politika yönünde geriye kolay döndürülemez yapısal değişim içine girdi. Ne ki, siyasal üstyapı, siyasi kültür hâlâ arkaik, feodal ve geridir. Ekonomiyi yabancı sermayeye korkmadan açanlar bile siyaseti kendi vatandaşlarına korkmadan açamıyor, milletvekili seçimlerinde yüzde on barajını bile kaldıramıyorlar. Bunu göremeyen, bu engeli kaldırmayı düşünmeyenler için ekonominin nesnel gereksinimlerinin farkında olduklarını söylemek mümkün mü? Kesinlikle hayır. Böyle olduğu içindir ki, ekonomide atılan adımlar henüz pamuk ipliğine bağlıdır. Ekonomist değilim, bu nedenle haddimi bilerek bu konulara girmiyorum ama şu kadarını da görebiliyorum: Hâlâ çok ciddi biçimde kayıtdışı, irrasyonel ekonomi var ve maliyemiz bunu çözemiyor. Bana göre siyasi rant üzerine oturmuş bir siyaset felsefesinin demokratik siyaseti boğduğu yerde rant ekonomisinin temellerini tasfiye etmeniz mümkün değildir. En fazla bu kadar yapabilirsiniz, daha fazlasını değil. Bu kadarı bile açık söyleyelim, dışarının yani dünya global ekonomisinin zorunlulukları ve AB süreciyle oldu. Ama şimdi yeni bir yol ayrımına gelindi: Tamam mı devam mı? Yani ekonomide ve siyasette (sivil demokrasi ve özgürlükler) dışa açılarak, yani dünya standartlarını (çağdaşlığı) gözeterek mi gideceğiz, yoksa gidilen yoldan da geri dönüp içe kapanmacı (milli ekonomi) ve bize göre demokrasiyi mi (otoritarizm) seçeceğiz? Önümüzdeki seçimler bu temel tercih açısından olağanüstü önemli.
Ülkemizde liberal ekonomi ve liberal siyasetin tarihsel zemini dün yoktu, bugün ise hayli zayıf olarak var. Batı tipi bir liberal parti yok Türkiye’de. AKP de açık ki böyle bir parti değil. Demokrasi mücadelesinin tarihi incelenirse görülebilir ki, ülkemizde programatik olarak liberal-demokrasinin de savunuculuğunu sol yapmak zorunda kalmıştır öteden beri. Zira böyle bir demokrasi bizde hiç olmamıştır. Fakat bu programın adını koymaktan da sol hep korkmuştur. Soldaki demokrasi, sosyalizm tartışmaları boylu boyuna bunun kanıtıdır.
Türkiye şimdi bir yol ayrımındadır: Basitçe söylersek içe mi kapanacak, dışa mı açılacak? İfade basit olmakla birlikte yapılacak tercihin sonuçlarının hiç de basit olmadığını aklı başında herkes sanırım görüyor artık. Şöyle de söyleyebiliriz: Çağdaş sivil demokrasi mi değil mi? Daha da yalınlaştıralım: Değişim mi değil mi?
Türkiye eğer bu yol ayrımındaysa yani temel soru değişim mi değil mi sorusuysa zaman solu artık çağırıyor demektir. Yani solun zamanı artık gelmiştir. Çünkü sol durağan zamanlar için değil “değişim” zamanları için vardır. Sol ancak tarihin değişim dalgasının yükseldiği zamanda varlığını varoluşa dönüştürebilir. Durgun zamanlarda sol sudan çıkmış balıktır. Çaresizliği, bölük-pörçüklüğü bundandır. Şimdi suların yükseldiği ve tekrar suya kavuşma olanaklarının çıktığı zamanın geldiğini düşünüyorum.
Fakat tıpkı bir sörfçü gibi, dalganın yükselmesi yetmez solun da yükselen dalgayı yakalama yetenek ve kapasitesine sahip olması gerekir, değilse dalga sörfçüyü de yutarak gelip geçer. Yani solun zamanının geldiğini saptamak yetmez, sol da zamanı yakalayabilmek için kendini dönüştürmek, “zamanın solu” olmak zorundadır.