Necip Fazıl'ın sahnelenen tiyatroları
NECİP FAZIL’IN SAHNELENEN TİYATROLARI
Sadık Yalsızuçanlar
‘Öntarafı açılır kapanır bir mikap (küp) içinde hayatı yakalamak...Kapana kıstırır gibi...Tiyatro budur.’ Tiyatroyu böyle tanımlar Necip Fazıl. Tiyatrodan çok sinemayı tarifeder gibidir. Gerçi biri sahnede yapar bunu, diğeri film şeritlerinde. Karelere yaşamın kimigörünümlerini ve zamanı hapsetmektir sinema. Necip Fazıl, ondan çok tiyatroya daha çok ilgi duymuş ve çaba harcamıştır. Şöyle sürdürür: ‘İşte tiyatro, her vakit hedefine farkında olmadan giydirdiğimiz bu şeffaf mikabın, bütün hayata külah gibi geçmiş ve içtimai müessese halinde billurlaşmış ta kendisi...O, içinde hayatı öğüttüğü, ön tarafı açılır kapanır mikabın esrarlı dört köşesiyle, açıkta göz planında...Rüya, maddeye aktarılmışçasına...Yeri de sanat hisarının en yüksek burcu.’ Tiyatronun rüya ile ilişkisine dair bu ima da heyecan vericidir. Necip Fazıl, tiyatroyla, yaşamın bir düş halinde sahnede somutlaşmasından söz etmektedir. Aslında, onun amacı, kadim Yunandan bu yana köklü bir geleneğe sahip olan bu dramatik oyun aracılığıyla,insanı, ‘derinliğine doğru’ anlatmaya koyulmaktır. Şöyle diyecektir: ‘İster derinliğine doğru insan, ister bu insanla beraber sığlığına doğru cemiyet davasında, gayeli ve gayesiz, fakat kelime ve hareketlerin mimarı her sanatkara imparatorluk tacı tiyatrodadır. Hele yeni insanla beraber cemiyet yoğurucusu, fikirci ve aksiyoncu sanatkar, o pınardan başka hiçbir kaynakta susuzluğunu gideremez. Tez’in laf olmaktan çıkıp, büyü olduğu yer, işte o esrarlı dört köşe...’ Bu belirlemede de, tiyatro türünün kökenindeki ‘büyü’ ve dini ritüellere bir imayı sezmek mümkündür. Ne ki ‘tez’ diyerek altını kalın çizgilerle çizdiği o ‘fikir’ kaygısı, Necip Fazıl tiyatrosunun bir anlamda dramatik zaaflarına da kaynaklık edecektir. Bu zaaflar, gerçi, O’nun tartışmasız etkili ve çarpıcı retoriği arasında gizlenir ve yiter ama, sıkı bir göz, özellikle Bir Adam Yaratmak ve Reis Bey dışındaki piyeslerinde, ‘tez’in, abartılı biçimde ‘söz’e dönüştüğünü rahatlıkla görebilir. Bu, belki de tiyatroda en az bağışlanan bir suçtur. Ama söz konusu Necip Fazıl ve yaklaştığı ‘tema’lar olunca, bu suç olmaktan çıkar. Necip Fazıl, çok sayıda tiyatro eserine imza atar. Bunlar, Tohum, Bir Adam Yaratmak, künye, Sabırtaşı, Para, Nam-ı Diğer Parmaksız Salih, Reis Bey, Siyah Pelerinli Adam, Ulu Hakan Abdulhamid Han, Yunus Emre, İbrahim Edhem, Kanlı Sarık, Mukaddes Emanet, Sabır Taşı ve Ahşap Konak’tır. İlk göz ağrısı, 1935’te yayımladığı Tohum’dur. Bu dönem, onun yaşamında Şeyhine intisab ederek yeni bir dünyaya gözlerini açtığı ve ‘eser verme’ sürecine girdiği bir dönemdir. Hafta Mecmuası’nın 21. sayısından (1935) öğrendiğimize göre, bu üç perdelik piyes, henüz oynanmadan ‘matbuat ve edebiyat muhitlerinde büyük bir alaka ve merakla’ karşılanmıştır. İstanbul Şehir Tiyatrosu, Cumhuriyet Bayramı günü olan 29 ilkteşrin, (Ekim) Salı günü akşamı oyun sahnelenmeye başlar. Olay, Maraş’ın Fransız işgali altında bulunduğu tarihlerde, Maraş yakınlarında bir handa geçer. İhtiyar hancı esaretten yeni dönmüş İstanbul’lu genç bir yolcuya işgal facialarınıanlatmaktadır. İç ve dış düşmanların elindeki Maraş’ın kurtuluş umudu, Ferhad beydedir. Ferhad’ın kardeşi Osman, meydan okuyan bir mektup üzerine çetecilerin yanına gitmiş, öldürülmüştür. Çeteciler, Osman’ın karısını da kaçırırlar. Ferhat bey, genç yolcu ile çetecilere yazılı haber gönderir: gece yarısı gelecektir. Saat tam onikide çetecilerin toplandığımeyhanenin kapısı açılır, içeri giren Ferhat, tavandaki lambayı koparıp atar, karanlığıferyatlar kaplar. Ferhat, çetecilerin reisini dağa kaldırmış, Fransızlar, Osman’ın karısını geri
--------------------------------------------------------------------------------
vermek zorunda kalmışlardır. Ferhat, genç yolcuya İstanbul’a dönmesini, Osman’ın karısının da İstanbul’a gideceğini, kadının bir yol arkadaşına ihtiyacı olduğunu söyler. Yolcu bir şey daha öğrenmiştir: Kadın, kocası Osman’ı değil, kayınbiraderi Ferhad’ı sevmiş, Farhat da kadına platonik bir aşkla bağlanmıştı. Ferhat, yolcudan, bunun da bir sır olarak aralarında kalmasını ister. Bu son konuşma sırasında, dışarda sevinç silahları patlar: Maraş, düşmanişgalinden kurtulmuştur. Yolcu, yanında Osman’ın karısı, Maraş’tan ayrılır. İlk temsili, İstanbul Şehir Tiyatrosunda 29 ekim 1935’te gerçekleşen Tohum, Necip Fazıl’a göre, ‘saf müslümanlık ve türklük yatağına ait bir kahramanlık destanı’dır. Babıali’da, Kısakürek, Tohum’un doğuş öyküsünü şöyle anlatır: ‘Ertuğrul Muhsin’i, Rus konsolosluğunda Babıali şövalyelerine verilen bir çayda tanımışıtı. Daha evvel de Giresun Osmanlı Bankasında çalışırken onu bir eczahanede görmüş, eczahane sahibiyle şöyle konuştuğuna şahit olmuştu: ‘Dünkü ‘Cehennem’ temsiline doğrusu bayıldım. O ne harikulade iktibas ve bilhassa temsil!..Aslı ‘Baba’ değil mi o piyebin? ‘Evet...’ ‘Çok cesur bir eser!..’ ‘Öyle!..Benim anladığım, cesur ve küstah sanattır.’ Mistik Şair de o temsilde bulunmuş ve Muhsin’in piyes kahramanını canlandırışında, belkimiğinden aşağı bir yılan kaymışcasına ürpertilerle dolmuştu. Bu adam, sahnede hususiyle yırtınan rollerde fevkalade, eşi görülmemişbir şeydi. ‘Küstah sanat...’ Bu lafı unutmuyordu. Daha sonra onu, İstanbul’da (Hamlet)de de seyretmiş ve ilk kıymet hükmünü, hem de daha derinden sürdürmüştü: Büyük aktör!... Ellerinde çay kadehleri, Sovyet konsoloshanesinde konuşuyorlar...Yanlarında üçüncü bir adam...Elçiliğin kültür ateşesi (Mihailof)... ‘Niçin tiyatro eseri yazmıyorsunuz? Neden bizi yerle eserden mahrum bırakılorsunuz?’ ‘Nazım Hikmet’in Kafatası piyesiyle Vedat Nedim’in Kör’ü var ya elinizde...’ ‘Onlar ayrı, siz niçin yazmıyorsunuz?’ ‘Yazarsam bizzat oynar mısınız?’ ‘Beğenirsem elbette oynarım.’ ‘Yazacağım öyleyse!..’ Necip Fazıl, Tohum’u yazar ve Ertuğrul Muhsin’e okur. Sonuç: ‘Gözyaşları içinde bir çift kelime: ‘Çok güzel!’ Farhad’ı, Muhsin Ertuğrul oynar. Hancı rolünde Galib Gircan, kadın rolünde Neyyire Neyir Şerife, hanım rolünde ise Semiha oynar. Sahnelendiği dönemde çok sayıda eleştiri yayınlanır gazete ve dergilerde.Selami İzzet Sedes, bir yazısında şöyle der: ‘Ferhad bey meczup mudur: Bu sualin cevabını Ferhad’ı oynayan Muhsin’den aldık. Muhsin, Ferhad’ı tam aklı başında bir adam gibi oynadı. Müellif Ferhad’ın karakterini tebellür ettirememişti. Muhsin ilk defa, müellifin çizdiği sınırda kaldı ve o da derisine girdiği şahsı canladıramadı. Muhsin’i ilk defa bu eserde seyredenler için Ferhad bey rolü, büyük muvaffakiyetle oynanmış, hakkıyla başarılmış bir roldür. Fakat bizim gibi Muhsin’i sahnede görmek fırsatını kaçırmayanlar, onun her yarattığı tipi incelemiş, onun yarattığı tiple beraber yarattığı alemde yaşamış olanlar Ferhad rolünde Muhsin’in tereddüdünü gözlerinden kaçırmamışlardır. Ferhad bey, Muhsin’i şaşırttı ve Muhsin, Ferhad beye ısınamadı : ‘Ben ona gussa ol, bana minnet, müteneffir ben ondan ol benden’ Evvela yumuşaktı. Yumuşaklığın basitlik derecesine vardığını anlayınca sertleşti. Sertleşince sesinin tonunu, hareketinin ölçüsünü kaybetti ve nihayet üçüncü perdede, Hanımla aşk, Yolcuyla felsefe sahnesinde bize Ferhad’ı sevdirebildi; Ferhad’ın nihayet cazibesine kapılabildik. Hancı rolünde Galib (Bu oyuncu sonradan, Necip Fazıl’ın Harmaksız Salih’inde de rol alacaktır) Yirmibeş senelik sahne hayatında ne yaptın, denildiği zaman, Tohum’da Hancıyı oynadım, diyebilecek bir yaratış gösterdi. Piyeste, karakteri belli edilmişyegane şahıs hancıydı, Galib, bu şahsiyeti hakkıyla canlandırdı. Neyyire Neyir Şerife, kadın rolünde, hanımın nasıl kaçırıldığını öyle bir anlattı ki, kırk yıl sonra, Tohum’u bugün seyredenlere : Hanım nasıl kaçırılmıştı, diye sorarsak, muhakkak ki cevap verir ve anlatırlar. Hanım rolünü oynayan Semiha’ya gelince: Semiha hiç şüphesiz sahnemizde en iyi, en güzel, en pürüzsüz konuşan kadın sanatkardır. En büyük meziyeti değişme, metamorfoz kabiliyetidir. Operette güzel şarkı söyleyip, çok kere lüzumsuz kırıtarak oynayan Semiha ile Tohum’un hanımını temsil eden Semiha, tamamıyla başka bir sanatkardır. Fakat bu eserde affedilmeyecek bir kusuru vardı: Duygusu zayıftı. Özellikle son perdede Ferhad beyin sesi dolgun, gözleri yaşarmış, onu yolcuya bıraktığı acı ve hıçkıran sözlerini, ifadesiz, cansız,
--------------------------------------------------------------------------------
mimiksiz dinledi.’, Selami İzzet Edes, yazısının sonunda, eserin sadece Şehir Tiyatrosu tarafından değil, Halkevleri gibi bir çok amatör toplulukça da oynanması gerektiğini vurgular. Gerçekten de Necip Fazıl’ın tüm tiyatro eserleri, şu ya da bu şekilde sahnelenme imkanıbulmuştur. Çeşitli okullar, lise ve üniversitelerin öğrenci klüpleri, yerel, amatör tiyatro toplulukları, MTTB, MGV vs. gibi örgütlerin tiyatro grupları, Kısakürek’in eserlerini onlarca kez sahnelemişlerdir. Bunlar arasında Ulu Hakan Abdulhamid Han ön sırayı işgal eder sanırım. Bu konu ayrıntılı bir araştırma yapılsa, Türkiye’de amatör topluluklarda en çok sahnelenmiş ve seyirciye ulaşmış piyesin bu olduğu görülür. Bunu vurguladıktan sonra Tohum’a dönebiliriz. Oyunun sahnelenişi sırasında çok sayıda eleştiri yazısının yayımlandığından söz etmiştim. Bunlardan biri de, Agah Sırrı Levend’e aittir. ‘Eserler ve şahsiyetler, 1935)’te de yer alan bu yazısında Levend, şöyle der: ‘Bir ruh adamı olan şair, bu eserinde nasıl bize ruhunu açmış, zaptedemediği heyecanlarını göstermişse, seyreden de duyuşundaki ve anlayışındaki yakınlığa denk olarak, ondan bir teessür hissesi almıştır.’ Levend yazının devamında, bir metni tiyatro eseri kılan niteliklerden söz eder. Tohum’un sadece teknik özellikleriyle değerlendirilmemesi gerektiğini belirtir: ‘Ona, yalnız vak’a, perdelere ayrılış ve hareket bakımından kıymet vermeğe çalışmak, daima eksik bir tahlil olacaktır. Esere mevzu teşkil eden ve ilk iki perdeyi doldurmağa kafi gelen kahramanlık hikayesinin ve meyhane baskınının, görünüşte, eserdeki esas fikirle alakası hemen yok gibidir. Bütün bunlar, asıl söylenmesi lazım gelen fikir için birer bahanedir.’ Levend’in bu savunusu, Tohum’u teknik yönleriyle eleştiren kimi yazarlara örtük bir cevap niteliğindedir. Bu göndermeyi yaptığı eleştirmenler arasında Özdemir Nutku da sayılmalıdır. Tohum ve Bir Adam Yaratmak’a ilişkin eleştiri yazan Nutku’nun çoğu görüşlerine katılmamak mümkün değildir. Necip Fazıl’ın özellikle çok uzayan tiratlarının, oyunun dramatik seyrini aksattığınıbelirten Nutku, öyle ki konuşmaların yarısına yakınının metinden atılması durumunda, bildirinin yitmediğini ama oyunun daha canlı ve ritmik hale geldiğini belirtir ve birkaç örnek gösterir. Bu eleştirisi çoğu Necip Fazıl seveni uzmanlarca reddedilen ve suçlanan Nutku, oyunun kurallarının farkındadır. Tiyatroda epik ve absürd yazarlara gelinceye değin emegen olan Antik Yunan tragedya ve komedya geleneğini esas alan Nutku’nun bu eleştirilerinin dikkate alınması gerektiğine kaniyim. Necip Fazıl Kısakürek’in oyunlarının tiyatro tekniği açısından ayrıntılı biçimde değerlendirilmesi gereklidir. Yoksa Agah Sırrı Levend’in belirttiği gibi, onların nasıl söylediğine değil, ne söylediğine önem atfedecek olursak, o zaman, Necip Fazıl’ın bunları niçin deneme, makale veya şiir olarak değil de tiyatro biçiminde bize anlattığını anlayamayız. Tohum piyesine ilişkin ilginç bir değerlendirme yazısı da, PeyamiSafa’ya aittir. Hafta Mecmuasının 4. sayısında (1935) yayımlanan, ‘Tohum ve Anadolu’ başlıklı yazısında yazar, piyesi ilk seyrettiğinde yazdığı ve Tan gazetesinde yayınlanan bir başka yazısına atıfta bulunarak şöyle der: ‘Necip Fazıl’ın Tohum adlı harikasını gördükten sonra, eserin felsefesi ve temsili hakkındaki fikirlerimi Tan gazetesinde yazmıştım. İçinde tambir kainat vizyonunun bütün unsurlarını taşıyan büyük kategoride piyesler, her sınıf düşünceyi ayrı ayrı mihraklarda harekete getirmek kabiliyetinde oldukları için Tohum’u, bir başka tarafından anlamaya çalışmak istiyorum. Necibin eserinde, Milli Mücadele, sadece mazlumbir milletin emperyalizme karşı ayaklanması ve Anadolu, sadece bir istihsal perspektifi içinde mütalaa edilecek alelade bir toprak yığını, ruhsuz ve şapşal bir tabiat parçası değildir: Zekayımaddeden kaidesi üstüne kaskatı bir idrak cihazı gibi oturtan materyalist görüşü parçalayarak bu maddenin dibini ve ruhunu eşeleyen Necip Fazıl, silahın silaha değil, kendi muhtevasınıseferber etmiş bir kahraman ruhunun bütün bir kavga endüstrisine karşı çıkarak onu nasıl mağlup ve kepaze ettiğini göstermek suretiyle, ruhun topa tüfeğe, gizlinin açığa, sırrın bedahete, namer’inin mer’iyye, kavranmayan, yakalanmayan mahiyetin tutulan ve dar idrakte zincire vurulan sathi realiteye galebesini ilan, telkin ve ispat etmiş oluyor.’ Okur yazarlar arasında ilgi ve övgüyle karşılanan Tohum için seyirci aynı şeyi düşünmez ve oyun tutmaz. Bu, kuşkusuz, Şair’de de bir düşkırıklığı yaratır. Muhsin Ertuğrul’a haksızlık
--------------------------------------------------------------------------------
yaptığını düşünür. Tohum’un gişe başarısızlığı, yeni ve tiyatro tarihimiz açısından da bir kazanıma neden olacaktır. Bir Adam Yaratmak adlı başyapıtını, Necip Fazıl, bu hayal kırıklığının da ateşlediği bir hırsla yazar. Necip Fazıl, oyunun tutmamasının nedenini yansız bir gözle Babıali’de şöyle değerlendirir: ‘Tohum tutmadı. Sahneye konulmadan Sedat Simavi’nin ‘7 Gün’ dergisinde ve birçok gazetede bazı parçaları hararetli takdimlerle neşredilen, tiyatro münekkitliğine hevesli Selami İzzet’in evinde birtakım Babıali esnafına okunan ve hayranlıklarını kazanan eseri halk beğenmedi. Piyes başkasının olsaydı da Mistik Şair seyirciler arasında bulunsaydı beğenmezdi ve derdi ki, ‘Bu piyes, dinamik hayat akışına ters, küçük hareket bahaneleri etrafında, hep mücerret fikirlerle örülü (diyalog) manzumelerinden ibarettir ve tiyatro eseri değildir. İçindeki fikirlere gelince, onlar makalelik şeylerdir ve kıymetleri ayrı bir mevzu.’(sh, 202). Tohum’un tezinin sağlamlığı ve şairin ifadesiyle ‘makale’ formundaki metnin dil açısından gücü, kuşkusuz edebiyatçıların değerlendirmelerinde etkili olmuştur. Ama eser, tiyatronun gereklerini gözetmeyen, dramatik çatısı sağlam kurulmamış bir oyundur. Necip Fazıl, piyese ilişkin değerlendirmeleri de ironik bir dille aktarır ve değerlendirir: ‘O zamanlar, Peyami Safa’nın çalıştığı günlük gazetede habire medih yazılarına ve, “işte, gerçek eser budur!” diye çığlık koparmalarına, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın da, “mücerret fikri sahnede dondurabilmek sanatı”nı (elit) zümreye mahsus olarak ön planda savunmasına rağmen halk bu işten bir şey anlamadı. Başta nisbeten (elit) bir zümrenin doldurduğu ve Mistik Şair’i defalarla sahneye davet ettiği tiyatro birkaç gece sonra fena halde tenhalaştı. Sırf, kemiyyet ölçüsüyle benzetelim ve aradaki keyfiyet farkını tenzih ederek belirtelim ki, piyesin her bitişinde tiyatrodan çıkan halk, cemaati birkaç kişilik bir mescit boşalıyormuş hissini veriyordu insana. Ve Mistik Şair, bir köşede, acıklıgözlerle bakıyordu bu manzaraya...Eseri, nazariyede “şaheser” kabul etmiş olan Selami İzzet, ameliyedeki bu iflası görünce, kulu kölesi olduğu Ertuğrul Muhsin hesabına, bir temsil gecesi, Mistik Şair’in kulağına seğilip fısıldadı: ‘Yaktın adamı...Yazık oldu Muhsin’e!..’ İşte bu söz, Necip Fazıl’ın ‘ciğerine işler.’ O, halkın ne demek olduğunu ve ‘olta balıkları gibi hangi yeme koştuğunu pekala bildiği halde’ suçu tümüyle ona yüklemez, üzerine alır ve ‘Çin mandarenleri kadar nadir bir topluluğu tatmin etmenin ‘keyfiyet cevheri’ içinde halkı da doğuracak bir eserin sırrının peşine düşer. Bu, Necip Fazıl’ın manevi yaşamındaki dönüşümün de bir sonucu olarak belirleme başlamıştır. Abdulhakim Arvasi hazretlerine bağlandıktan sonra, ‘ruhunda zuhura gelen büyük inkılap’, şaire, içinde bulunduğu fildişi kuleyi terketmesini söyler. Necip Fazıl, halkın seçkinlere de ortalama insanın duyumlarına da seslenebilecek bir dile duyduğu ihtiyacı, Tohum macerasını da söz konusu ederec şöyle değerlendirir: ‘İşte o nurdan ilk akis üzerine düşer düşmez vardığı ilk merhale bu olmuştu. Yerle gök arası köprüyü kurmak, ne bulutlar üstünde bir gök şamandrasına oturup muallakta pineklemek, ne de yerde, bataklıklara saplı, sürüngen hayatı yaşamak... “Tohum” bu davanın, iyi ayarlanamamış ilk verimi oldu. Bu ayarlayamayışın üzüntüsü de Mistik Şair’e öyle bir işledi ki, adeta hınç haline geldi. Seyirciyi (fizik) acıya boğacak bir (metafizik) örgü içinde aksiyon şartlarının en dinamikleriyle bir arada bir piyes yazmayı düşündü. Öyle bir piyes ki, kendi buhranının mücerret planda hem en yırtınıcı fikir irtifaına çıkacak, hem de müşahhas kadroda saik ve sebeplerin en hak vericileriyle su sızmaz bir mantık ve görülmemiş bir intrika değerini kendinden toplayacak...Kısacası hem vaka, hem fikir, birbiriyle tam barışık ve kıvamlı (elit) zümreyle aşağı tabakayı bir arada kucaklayacak...” Necip Fazıl’ın peşine düştüğü bu eser, ‘Bir Adam Yaratmak’tır. Çile’de dile getirdiği büyük buhranın tiyatro dilindeki karşılığıdır bu. Bir Adam Yaratmak, Necip Fazıl’ın Çile, Kaldırımlar ve Zindandan Mehmed’e Mektup vb şiirlerinden sonra en görkemli eseridir. Olayı, ‘meçhul bir tarihte, İstanbul’da geçen, üç perdelik piyeste, Hüsrev, hayatı, kaderin ve tesadüflerin yönettiğine inanan, otuzsekiz yaşlarında bir yazardır. Son oyunuyla büyük bir başarı sağlamış, eserde, yalnız bir nokta, oyun kahramanının annesini kaza kurşunu ile öldürmesi, seyircilerle yadırganmıştır. Hüsrev, bir dost toplantısında, bunun,
Sadık Yalsızuçanlar
‘Öntarafı açılır kapanır bir mikap (küp) içinde hayatı yakalamak...Kapana kıstırır gibi...Tiyatro budur.’ Tiyatroyu böyle tanımlar Necip Fazıl. Tiyatrodan çok sinemayı tarifeder gibidir. Gerçi biri sahnede yapar bunu, diğeri film şeritlerinde. Karelere yaşamın kimigörünümlerini ve zamanı hapsetmektir sinema. Necip Fazıl, ondan çok tiyatroya daha çok ilgi duymuş ve çaba harcamıştır. Şöyle sürdürür: ‘İşte tiyatro, her vakit hedefine farkında olmadan giydirdiğimiz bu şeffaf mikabın, bütün hayata külah gibi geçmiş ve içtimai müessese halinde billurlaşmış ta kendisi...O, içinde hayatı öğüttüğü, ön tarafı açılır kapanır mikabın esrarlı dört köşesiyle, açıkta göz planında...Rüya, maddeye aktarılmışçasına...Yeri de sanat hisarının en yüksek burcu.’ Tiyatronun rüya ile ilişkisine dair bu ima da heyecan vericidir. Necip Fazıl, tiyatroyla, yaşamın bir düş halinde sahnede somutlaşmasından söz etmektedir. Aslında, onun amacı, kadim Yunandan bu yana köklü bir geleneğe sahip olan bu dramatik oyun aracılığıyla,insanı, ‘derinliğine doğru’ anlatmaya koyulmaktır. Şöyle diyecektir: ‘İster derinliğine doğru insan, ister bu insanla beraber sığlığına doğru cemiyet davasında, gayeli ve gayesiz, fakat kelime ve hareketlerin mimarı her sanatkara imparatorluk tacı tiyatrodadır. Hele yeni insanla beraber cemiyet yoğurucusu, fikirci ve aksiyoncu sanatkar, o pınardan başka hiçbir kaynakta susuzluğunu gideremez. Tez’in laf olmaktan çıkıp, büyü olduğu yer, işte o esrarlı dört köşe...’ Bu belirlemede de, tiyatro türünün kökenindeki ‘büyü’ ve dini ritüellere bir imayı sezmek mümkündür. Ne ki ‘tez’ diyerek altını kalın çizgilerle çizdiği o ‘fikir’ kaygısı, Necip Fazıl tiyatrosunun bir anlamda dramatik zaaflarına da kaynaklık edecektir. Bu zaaflar, gerçi, O’nun tartışmasız etkili ve çarpıcı retoriği arasında gizlenir ve yiter ama, sıkı bir göz, özellikle Bir Adam Yaratmak ve Reis Bey dışındaki piyeslerinde, ‘tez’in, abartılı biçimde ‘söz’e dönüştüğünü rahatlıkla görebilir. Bu, belki de tiyatroda en az bağışlanan bir suçtur. Ama söz konusu Necip Fazıl ve yaklaştığı ‘tema’lar olunca, bu suç olmaktan çıkar. Necip Fazıl, çok sayıda tiyatro eserine imza atar. Bunlar, Tohum, Bir Adam Yaratmak, künye, Sabırtaşı, Para, Nam-ı Diğer Parmaksız Salih, Reis Bey, Siyah Pelerinli Adam, Ulu Hakan Abdulhamid Han, Yunus Emre, İbrahim Edhem, Kanlı Sarık, Mukaddes Emanet, Sabır Taşı ve Ahşap Konak’tır. İlk göz ağrısı, 1935’te yayımladığı Tohum’dur. Bu dönem, onun yaşamında Şeyhine intisab ederek yeni bir dünyaya gözlerini açtığı ve ‘eser verme’ sürecine girdiği bir dönemdir. Hafta Mecmuası’nın 21. sayısından (1935) öğrendiğimize göre, bu üç perdelik piyes, henüz oynanmadan ‘matbuat ve edebiyat muhitlerinde büyük bir alaka ve merakla’ karşılanmıştır. İstanbul Şehir Tiyatrosu, Cumhuriyet Bayramı günü olan 29 ilkteşrin, (Ekim) Salı günü akşamı oyun sahnelenmeye başlar. Olay, Maraş’ın Fransız işgali altında bulunduğu tarihlerde, Maraş yakınlarında bir handa geçer. İhtiyar hancı esaretten yeni dönmüş İstanbul’lu genç bir yolcuya işgal facialarınıanlatmaktadır. İç ve dış düşmanların elindeki Maraş’ın kurtuluş umudu, Ferhad beydedir. Ferhad’ın kardeşi Osman, meydan okuyan bir mektup üzerine çetecilerin yanına gitmiş, öldürülmüştür. Çeteciler, Osman’ın karısını da kaçırırlar. Ferhat bey, genç yolcu ile çetecilere yazılı haber gönderir: gece yarısı gelecektir. Saat tam onikide çetecilerin toplandığımeyhanenin kapısı açılır, içeri giren Ferhat, tavandaki lambayı koparıp atar, karanlığıferyatlar kaplar. Ferhat, çetecilerin reisini dağa kaldırmış, Fransızlar, Osman’ın karısını geri
--------------------------------------------------------------------------------
vermek zorunda kalmışlardır. Ferhat, genç yolcuya İstanbul’a dönmesini, Osman’ın karısının da İstanbul’a gideceğini, kadının bir yol arkadaşına ihtiyacı olduğunu söyler. Yolcu bir şey daha öğrenmiştir: Kadın, kocası Osman’ı değil, kayınbiraderi Ferhad’ı sevmiş, Farhat da kadına platonik bir aşkla bağlanmıştı. Ferhat, yolcudan, bunun da bir sır olarak aralarında kalmasını ister. Bu son konuşma sırasında, dışarda sevinç silahları patlar: Maraş, düşmanişgalinden kurtulmuştur. Yolcu, yanında Osman’ın karısı, Maraş’tan ayrılır. İlk temsili, İstanbul Şehir Tiyatrosunda 29 ekim 1935’te gerçekleşen Tohum, Necip Fazıl’a göre, ‘saf müslümanlık ve türklük yatağına ait bir kahramanlık destanı’dır. Babıali’da, Kısakürek, Tohum’un doğuş öyküsünü şöyle anlatır: ‘Ertuğrul Muhsin’i, Rus konsolosluğunda Babıali şövalyelerine verilen bir çayda tanımışıtı. Daha evvel de Giresun Osmanlı Bankasında çalışırken onu bir eczahanede görmüş, eczahane sahibiyle şöyle konuştuğuna şahit olmuştu: ‘Dünkü ‘Cehennem’ temsiline doğrusu bayıldım. O ne harikulade iktibas ve bilhassa temsil!..Aslı ‘Baba’ değil mi o piyebin? ‘Evet...’ ‘Çok cesur bir eser!..’ ‘Öyle!..Benim anladığım, cesur ve küstah sanattır.’ Mistik Şair de o temsilde bulunmuş ve Muhsin’in piyes kahramanını canlandırışında, belkimiğinden aşağı bir yılan kaymışcasına ürpertilerle dolmuştu. Bu adam, sahnede hususiyle yırtınan rollerde fevkalade, eşi görülmemişbir şeydi. ‘Küstah sanat...’ Bu lafı unutmuyordu. Daha sonra onu, İstanbul’da (Hamlet)de de seyretmiş ve ilk kıymet hükmünü, hem de daha derinden sürdürmüştü: Büyük aktör!... Ellerinde çay kadehleri, Sovyet konsoloshanesinde konuşuyorlar...Yanlarında üçüncü bir adam...Elçiliğin kültür ateşesi (Mihailof)... ‘Niçin tiyatro eseri yazmıyorsunuz? Neden bizi yerle eserden mahrum bırakılorsunuz?’ ‘Nazım Hikmet’in Kafatası piyesiyle Vedat Nedim’in Kör’ü var ya elinizde...’ ‘Onlar ayrı, siz niçin yazmıyorsunuz?’ ‘Yazarsam bizzat oynar mısınız?’ ‘Beğenirsem elbette oynarım.’ ‘Yazacağım öyleyse!..’ Necip Fazıl, Tohum’u yazar ve Ertuğrul Muhsin’e okur. Sonuç: ‘Gözyaşları içinde bir çift kelime: ‘Çok güzel!’ Farhad’ı, Muhsin Ertuğrul oynar. Hancı rolünde Galib Gircan, kadın rolünde Neyyire Neyir Şerife, hanım rolünde ise Semiha oynar. Sahnelendiği dönemde çok sayıda eleştiri yayınlanır gazete ve dergilerde.Selami İzzet Sedes, bir yazısında şöyle der: ‘Ferhad bey meczup mudur: Bu sualin cevabını Ferhad’ı oynayan Muhsin’den aldık. Muhsin, Ferhad’ı tam aklı başında bir adam gibi oynadı. Müellif Ferhad’ın karakterini tebellür ettirememişti. Muhsin ilk defa, müellifin çizdiği sınırda kaldı ve o da derisine girdiği şahsı canladıramadı. Muhsin’i ilk defa bu eserde seyredenler için Ferhad bey rolü, büyük muvaffakiyetle oynanmış, hakkıyla başarılmış bir roldür. Fakat bizim gibi Muhsin’i sahnede görmek fırsatını kaçırmayanlar, onun her yarattığı tipi incelemiş, onun yarattığı tiple beraber yarattığı alemde yaşamış olanlar Ferhad rolünde Muhsin’in tereddüdünü gözlerinden kaçırmamışlardır. Ferhad bey, Muhsin’i şaşırttı ve Muhsin, Ferhad beye ısınamadı : ‘Ben ona gussa ol, bana minnet, müteneffir ben ondan ol benden’ Evvela yumuşaktı. Yumuşaklığın basitlik derecesine vardığını anlayınca sertleşti. Sertleşince sesinin tonunu, hareketinin ölçüsünü kaybetti ve nihayet üçüncü perdede, Hanımla aşk, Yolcuyla felsefe sahnesinde bize Ferhad’ı sevdirebildi; Ferhad’ın nihayet cazibesine kapılabildik. Hancı rolünde Galib (Bu oyuncu sonradan, Necip Fazıl’ın Harmaksız Salih’inde de rol alacaktır) Yirmibeş senelik sahne hayatında ne yaptın, denildiği zaman, Tohum’da Hancıyı oynadım, diyebilecek bir yaratış gösterdi. Piyeste, karakteri belli edilmişyegane şahıs hancıydı, Galib, bu şahsiyeti hakkıyla canlandırdı. Neyyire Neyir Şerife, kadın rolünde, hanımın nasıl kaçırıldığını öyle bir anlattı ki, kırk yıl sonra, Tohum’u bugün seyredenlere : Hanım nasıl kaçırılmıştı, diye sorarsak, muhakkak ki cevap verir ve anlatırlar. Hanım rolünü oynayan Semiha’ya gelince: Semiha hiç şüphesiz sahnemizde en iyi, en güzel, en pürüzsüz konuşan kadın sanatkardır. En büyük meziyeti değişme, metamorfoz kabiliyetidir. Operette güzel şarkı söyleyip, çok kere lüzumsuz kırıtarak oynayan Semiha ile Tohum’un hanımını temsil eden Semiha, tamamıyla başka bir sanatkardır. Fakat bu eserde affedilmeyecek bir kusuru vardı: Duygusu zayıftı. Özellikle son perdede Ferhad beyin sesi dolgun, gözleri yaşarmış, onu yolcuya bıraktığı acı ve hıçkıran sözlerini, ifadesiz, cansız,
--------------------------------------------------------------------------------
mimiksiz dinledi.’, Selami İzzet Edes, yazısının sonunda, eserin sadece Şehir Tiyatrosu tarafından değil, Halkevleri gibi bir çok amatör toplulukça da oynanması gerektiğini vurgular. Gerçekten de Necip Fazıl’ın tüm tiyatro eserleri, şu ya da bu şekilde sahnelenme imkanıbulmuştur. Çeşitli okullar, lise ve üniversitelerin öğrenci klüpleri, yerel, amatör tiyatro toplulukları, MTTB, MGV vs. gibi örgütlerin tiyatro grupları, Kısakürek’in eserlerini onlarca kez sahnelemişlerdir. Bunlar arasında Ulu Hakan Abdulhamid Han ön sırayı işgal eder sanırım. Bu konu ayrıntılı bir araştırma yapılsa, Türkiye’de amatör topluluklarda en çok sahnelenmiş ve seyirciye ulaşmış piyesin bu olduğu görülür. Bunu vurguladıktan sonra Tohum’a dönebiliriz. Oyunun sahnelenişi sırasında çok sayıda eleştiri yazısının yayımlandığından söz etmiştim. Bunlardan biri de, Agah Sırrı Levend’e aittir. ‘Eserler ve şahsiyetler, 1935)’te de yer alan bu yazısında Levend, şöyle der: ‘Bir ruh adamı olan şair, bu eserinde nasıl bize ruhunu açmış, zaptedemediği heyecanlarını göstermişse, seyreden de duyuşundaki ve anlayışındaki yakınlığa denk olarak, ondan bir teessür hissesi almıştır.’ Levend yazının devamında, bir metni tiyatro eseri kılan niteliklerden söz eder. Tohum’un sadece teknik özellikleriyle değerlendirilmemesi gerektiğini belirtir: ‘Ona, yalnız vak’a, perdelere ayrılış ve hareket bakımından kıymet vermeğe çalışmak, daima eksik bir tahlil olacaktır. Esere mevzu teşkil eden ve ilk iki perdeyi doldurmağa kafi gelen kahramanlık hikayesinin ve meyhane baskınının, görünüşte, eserdeki esas fikirle alakası hemen yok gibidir. Bütün bunlar, asıl söylenmesi lazım gelen fikir için birer bahanedir.’ Levend’in bu savunusu, Tohum’u teknik yönleriyle eleştiren kimi yazarlara örtük bir cevap niteliğindedir. Bu göndermeyi yaptığı eleştirmenler arasında Özdemir Nutku da sayılmalıdır. Tohum ve Bir Adam Yaratmak’a ilişkin eleştiri yazan Nutku’nun çoğu görüşlerine katılmamak mümkün değildir. Necip Fazıl’ın özellikle çok uzayan tiratlarının, oyunun dramatik seyrini aksattığınıbelirten Nutku, öyle ki konuşmaların yarısına yakınının metinden atılması durumunda, bildirinin yitmediğini ama oyunun daha canlı ve ritmik hale geldiğini belirtir ve birkaç örnek gösterir. Bu eleştirisi çoğu Necip Fazıl seveni uzmanlarca reddedilen ve suçlanan Nutku, oyunun kurallarının farkındadır. Tiyatroda epik ve absürd yazarlara gelinceye değin emegen olan Antik Yunan tragedya ve komedya geleneğini esas alan Nutku’nun bu eleştirilerinin dikkate alınması gerektiğine kaniyim. Necip Fazıl Kısakürek’in oyunlarının tiyatro tekniği açısından ayrıntılı biçimde değerlendirilmesi gereklidir. Yoksa Agah Sırrı Levend’in belirttiği gibi, onların nasıl söylediğine değil, ne söylediğine önem atfedecek olursak, o zaman, Necip Fazıl’ın bunları niçin deneme, makale veya şiir olarak değil de tiyatro biçiminde bize anlattığını anlayamayız. Tohum piyesine ilişkin ilginç bir değerlendirme yazısı da, PeyamiSafa’ya aittir. Hafta Mecmuasının 4. sayısında (1935) yayımlanan, ‘Tohum ve Anadolu’ başlıklı yazısında yazar, piyesi ilk seyrettiğinde yazdığı ve Tan gazetesinde yayınlanan bir başka yazısına atıfta bulunarak şöyle der: ‘Necip Fazıl’ın Tohum adlı harikasını gördükten sonra, eserin felsefesi ve temsili hakkındaki fikirlerimi Tan gazetesinde yazmıştım. İçinde tambir kainat vizyonunun bütün unsurlarını taşıyan büyük kategoride piyesler, her sınıf düşünceyi ayrı ayrı mihraklarda harekete getirmek kabiliyetinde oldukları için Tohum’u, bir başka tarafından anlamaya çalışmak istiyorum. Necibin eserinde, Milli Mücadele, sadece mazlumbir milletin emperyalizme karşı ayaklanması ve Anadolu, sadece bir istihsal perspektifi içinde mütalaa edilecek alelade bir toprak yığını, ruhsuz ve şapşal bir tabiat parçası değildir: Zekayımaddeden kaidesi üstüne kaskatı bir idrak cihazı gibi oturtan materyalist görüşü parçalayarak bu maddenin dibini ve ruhunu eşeleyen Necip Fazıl, silahın silaha değil, kendi muhtevasınıseferber etmiş bir kahraman ruhunun bütün bir kavga endüstrisine karşı çıkarak onu nasıl mağlup ve kepaze ettiğini göstermek suretiyle, ruhun topa tüfeğe, gizlinin açığa, sırrın bedahete, namer’inin mer’iyye, kavranmayan, yakalanmayan mahiyetin tutulan ve dar idrakte zincire vurulan sathi realiteye galebesini ilan, telkin ve ispat etmiş oluyor.’ Okur yazarlar arasında ilgi ve övgüyle karşılanan Tohum için seyirci aynı şeyi düşünmez ve oyun tutmaz. Bu, kuşkusuz, Şair’de de bir düşkırıklığı yaratır. Muhsin Ertuğrul’a haksızlık
--------------------------------------------------------------------------------
yaptığını düşünür. Tohum’un gişe başarısızlığı, yeni ve tiyatro tarihimiz açısından da bir kazanıma neden olacaktır. Bir Adam Yaratmak adlı başyapıtını, Necip Fazıl, bu hayal kırıklığının da ateşlediği bir hırsla yazar. Necip Fazıl, oyunun tutmamasının nedenini yansız bir gözle Babıali’de şöyle değerlendirir: ‘Tohum tutmadı. Sahneye konulmadan Sedat Simavi’nin ‘7 Gün’ dergisinde ve birçok gazetede bazı parçaları hararetli takdimlerle neşredilen, tiyatro münekkitliğine hevesli Selami İzzet’in evinde birtakım Babıali esnafına okunan ve hayranlıklarını kazanan eseri halk beğenmedi. Piyes başkasının olsaydı da Mistik Şair seyirciler arasında bulunsaydı beğenmezdi ve derdi ki, ‘Bu piyes, dinamik hayat akışına ters, küçük hareket bahaneleri etrafında, hep mücerret fikirlerle örülü (diyalog) manzumelerinden ibarettir ve tiyatro eseri değildir. İçindeki fikirlere gelince, onlar makalelik şeylerdir ve kıymetleri ayrı bir mevzu.’(sh, 202). Tohum’un tezinin sağlamlığı ve şairin ifadesiyle ‘makale’ formundaki metnin dil açısından gücü, kuşkusuz edebiyatçıların değerlendirmelerinde etkili olmuştur. Ama eser, tiyatronun gereklerini gözetmeyen, dramatik çatısı sağlam kurulmamış bir oyundur. Necip Fazıl, piyese ilişkin değerlendirmeleri de ironik bir dille aktarır ve değerlendirir: ‘O zamanlar, Peyami Safa’nın çalıştığı günlük gazetede habire medih yazılarına ve, “işte, gerçek eser budur!” diye çığlık koparmalarına, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın da, “mücerret fikri sahnede dondurabilmek sanatı”nı (elit) zümreye mahsus olarak ön planda savunmasına rağmen halk bu işten bir şey anlamadı. Başta nisbeten (elit) bir zümrenin doldurduğu ve Mistik Şair’i defalarla sahneye davet ettiği tiyatro birkaç gece sonra fena halde tenhalaştı. Sırf, kemiyyet ölçüsüyle benzetelim ve aradaki keyfiyet farkını tenzih ederek belirtelim ki, piyesin her bitişinde tiyatrodan çıkan halk, cemaati birkaç kişilik bir mescit boşalıyormuş hissini veriyordu insana. Ve Mistik Şair, bir köşede, acıklıgözlerle bakıyordu bu manzaraya...Eseri, nazariyede “şaheser” kabul etmiş olan Selami İzzet, ameliyedeki bu iflası görünce, kulu kölesi olduğu Ertuğrul Muhsin hesabına, bir temsil gecesi, Mistik Şair’in kulağına seğilip fısıldadı: ‘Yaktın adamı...Yazık oldu Muhsin’e!..’ İşte bu söz, Necip Fazıl’ın ‘ciğerine işler.’ O, halkın ne demek olduğunu ve ‘olta balıkları gibi hangi yeme koştuğunu pekala bildiği halde’ suçu tümüyle ona yüklemez, üzerine alır ve ‘Çin mandarenleri kadar nadir bir topluluğu tatmin etmenin ‘keyfiyet cevheri’ içinde halkı da doğuracak bir eserin sırrının peşine düşer. Bu, Necip Fazıl’ın manevi yaşamındaki dönüşümün de bir sonucu olarak belirleme başlamıştır. Abdulhakim Arvasi hazretlerine bağlandıktan sonra, ‘ruhunda zuhura gelen büyük inkılap’, şaire, içinde bulunduğu fildişi kuleyi terketmesini söyler. Necip Fazıl, halkın seçkinlere de ortalama insanın duyumlarına da seslenebilecek bir dile duyduğu ihtiyacı, Tohum macerasını da söz konusu ederec şöyle değerlendirir: ‘İşte o nurdan ilk akis üzerine düşer düşmez vardığı ilk merhale bu olmuştu. Yerle gök arası köprüyü kurmak, ne bulutlar üstünde bir gök şamandrasına oturup muallakta pineklemek, ne de yerde, bataklıklara saplı, sürüngen hayatı yaşamak... “Tohum” bu davanın, iyi ayarlanamamış ilk verimi oldu. Bu ayarlayamayışın üzüntüsü de Mistik Şair’e öyle bir işledi ki, adeta hınç haline geldi. Seyirciyi (fizik) acıya boğacak bir (metafizik) örgü içinde aksiyon şartlarının en dinamikleriyle bir arada bir piyes yazmayı düşündü. Öyle bir piyes ki, kendi buhranının mücerret planda hem en yırtınıcı fikir irtifaına çıkacak, hem de müşahhas kadroda saik ve sebeplerin en hak vericileriyle su sızmaz bir mantık ve görülmemiş bir intrika değerini kendinden toplayacak...Kısacası hem vaka, hem fikir, birbiriyle tam barışık ve kıvamlı (elit) zümreyle aşağı tabakayı bir arada kucaklayacak...” Necip Fazıl’ın peşine düştüğü bu eser, ‘Bir Adam Yaratmak’tır. Çile’de dile getirdiği büyük buhranın tiyatro dilindeki karşılığıdır bu. Bir Adam Yaratmak, Necip Fazıl’ın Çile, Kaldırımlar ve Zindandan Mehmed’e Mektup vb şiirlerinden sonra en görkemli eseridir. Olayı, ‘meçhul bir tarihte, İstanbul’da geçen, üç perdelik piyeste, Hüsrev, hayatı, kaderin ve tesadüflerin yönettiğine inanan, otuzsekiz yaşlarında bir yazardır. Son oyunuyla büyük bir başarı sağlamış, eserde, yalnız bir nokta, oyun kahramanının annesini kaza kurşunu ile öldürmesi, seyircilerle yadırganmıştır. Hüsrev, bir dost toplantısında, bunun,