Jülyen Sorel'in gerçek hikayesi
JÜLYEN SOREL'İN GERÇEK HİKÂYESİ
Yaklaşık bir senedir Jülyen Sorel tarafından rahatsız edilmekteydim. İkide bir kapıma dayanıp, "seninki de iş mi, güya gençliğin meselelerini yazıyorsun, gençliğin benimkinden büyük meselesi mi var" diye tepiniyordu. Onu bekletmezdim aslında ama, bir türlü nasıl yazacağımı, nereden başlayacağımı bilemiyordum. Nihayet kolayını buldum. "Sen yaz getir" dedim, "benim imzamla basarız, senin gerçek olduğuna kimse inanmaz." Tam işler yoluna girmişti ki, bu sefer de o tutturdu, "ben haddi aşmış biriyim, benliğinden başka hiçbir tasası olmayan bir ömür sürmüşüm, yazarsan ortalama zekâlara kötü örnek olur" diye. Mecbur, tesellî edicilik de bana düşmüştü: "Öyle deme be aslanım, cezadan kurtulduğunu kimse bilmiyor, yaz da öğrensin vatandaş neyin ne olduğunu." Aramızda kalsın, gene de kimsenin bilmesini istemedi. Bir gün sıkıntıları galeyana gelmiş olacak, aşağıdaki hikâyeyle kapıma dayandı. Ama iş de bir sene sallanmış oldu.
*
Stendhal bir sahtekârdır. "Roman uzun bir cadde boyunca dolaşan bir aynadır" derken değil; onu asıl şöyle neticelendirirken; "bu ayna bâzen gözlerinize göklerin maviliğini yansıtır, bazen de yol kenarındaki çamurları. Torbasında aynayı taşıyan adam da sizin tarafınızdan ahlâksızlıkla suçlandırılacaktır. Aynası çamuru gösteriyor diye, siz de kalkıp aynayı suçluyorsunuz. Çamurun bulunduğu uzun yolu, daha doğrusu suyun birikmesine ve çamurun oluşmasına fırsat veren yol müfettişini suçlandırsanız, daha iyi edersiniz." Güyâ burada "çamur", ben oluyorum; o ise sadece "torbasında aynayı taşıyan adam..." İşte sahtekârlığın düğümü burada!.. Stendhal'i bir çırpıda temize çıkarmıştır bu söz!.. Beni ise yüz şu kadar senedir, bir çirkef olarak tanıdı gerçek ahlâkçılar... Stendhal, okuyucusuna mâhirâne bir şekilde vehmettirdiğinin aksine, bir ahlâkçı değildir. Yol müfettişini itham ederken de samimî değildir. Bir nebzecik ahlâk kırıntısı taşımış olsaydı, beni karalayarak selefi Balzac'a nazire yapmak yerine, benim gibi yaşar ve benim gibi ölürdü... İşin kötü tarafı, "İnsanlık Komedyası"nın mimarı üstad Balzac da gerçeği görememiş ve Stendhal'e içten bir âferin çekmiştir.
Ben bugün, 21. asrın eşiğindeki kafamla o günlere bakıyorum da, Balzac'a da hak vermiyorum. Benim için "İnsanlık Komedyası", üstad Dante Alighieri'nin mirasını talan eden "romancılar" sınıfının genel komikliklerinden başka bir şey değildir. Hayatın şairânelik ve fevkalâdeliğini öldürmüştür. Bunlar tutup bir de Boccaccio'yu ahlâksız sayarlar. Oysa Boccaccio, iyi bir hâleftir. Bundan 600 sene evvel, bugün olacakları görmüş ve "Decameron Hikâyeleri"nde, hikâye sanatını da imâr ederek, Dante'nin Müslümanlar'dan apardığı "kadın ve aşk" anlayışının, Batı toplum yapısında ne gibi felâketlere yol açacağını o günden resmetmiştir. Kimse farkında değildir ama, Boccaccio, Nostradamus'tan daha büyük bir kâhindir. Öyle Stendhal gibi de, "ayna yol kenarındaki çamurları yansıtıyor" sahtekârlığına yatmamış, aynasını doğrudan doğruya çamurun ortasına tutmuştur. Buna "istikbâl hissi" derler; bu olmadan, "aynam çamuru gösteriyor" demek, sadece çamura yatmaktır. Cervantes'in bugün çoğuna "nostalji" gibi gelen pikareskleri de, ancak ve ancak "istikbâl hissi" taşıdıkları, istikbâlde gerçek mânâları ortaya çıktığı için büyüktür. Bu Türk düşmanı, yüzyıllarca sanıldığı gibi "saçmalamamış" ve onu takip eden yüzyıllar boyu sanıldığı gibi "komik" olmamış, hristiyanî ruhun şövalyelik mizacını kaybettikten sonra, toplumun ters yüz olacağını, hareketsiz ve ölü kalabalıklar içinden, Dante'nin "kurtarıcı tazı"sının değil, ancak delilerin zuhur edebileceğini göstermiştir. Cervantes'i doğru anlayan, 300 küsur sene sonra Avrupa'da bir tek Dö Gol olmuş, bundan sonra da Denis de Rougement, "Aşk ve Avrupa"yı kaleme almıştır. Ama bu yol, Fransa'dan değil Almanya'dan, Balzac'tan değil Thomas Mann'dan, Goriot Baba'dan değil Dr. Faustus'tan geçer. Marcel Proust, Virginia Woolf ve James Joyce, İnsanlık Komedyası'na sıkışıp kalanlar için anlaşılmazdır. Yahut "dramatik" olmayıp "epik" olduğu ifade edilen Rus Romanı, tipolojisindeki canlılık, perspektifindeki açıklık bir tarafa, toplum yapısına, tıpkı Boccaccio'da ve Cervantes'te olduğu gibi, "istikbal hissi" ile nüfuz edebildiği için "Garp Romanını ezmiştir"... Sonra sosyalistler Tolstoy'a, karaciğer rahatsızlığını değil de bunun tezahürü olan sivilceyi teşhis edebilen bir sathîlikle, "çelişmeyi gördü", "büyük sosyalist gerçekçi" falan dediler... Boccaccio da görmüştü, Cervantes de görmüştü; ama onlarınkisi ezenler-ezilenler değildi mi diyelim şimdi?..
Şimdi ne biliyor musunuz? Dehâ diyor ki:
— "Artık pek roman okuduğum yok. Bana fazla bir şey vermiyor da ondan; ilginç bulmuyorum artık romanları... Tarih, röportaj, deneme kitapları, etnografi kitapları, psikanaliz dergileri; asıl okuduklarım bunlar..."
Yerden göğe hakkı yok mu?.. Unsurlara saplanıp kalan, bundan öte bir ruh ve anlayış bütünlüğü temin edemeyen, "Nobel çağı romanı"... Tam anlamıyla "öküzün teki" olan Milan Kundera da, her nasılsa, şöyle bir tesbitte bulunuyor:
— "Kanaatim, romanın zamanımızın anlayışıyla birarada yaşayamayacağıdır; eğer henüz keşfedilmemiş olanı keşfetmek, eğer roman olarak inkişâf etmek istiyorsa, bunu ancak dünyanın gelişmesine karşı durarak gerçekleştirebilir?"
Ya sen?.. "Seks devrimi"nin basit hoparlörü?..
Stendhal, bir enkaz devraldı ve enkaz devretti. Beni olduğu gibi Kafka'yı da mahveden odur. Çelişkiyi gören, asıl Kafka'ydı oysa:
— "Biz hepimiz nihilist hayaller, tanrının kafasından geçen intihar fikirleriyiz... Tanrının insafsız bir şakası, bir günlük divâne bir hevesidir dünyamız!.."
Stendhal'in mahareti, inanılmaz derecede inandırıcı olmasındadır. Büyük yalanını doğrularla ilmeklemek gibi, akılalmaz bir hüner sahibidir o. Bugün Veryer kasabasının uydurma olduğunu bilmeyen yok. Babamın beni sık sık haşladığı ve Bn. dö Renal'in yanına, "adam olsun" diye gönderdiği de doğrudur. Fakat şu satıraralarındaki, herkesin dikkatinden kaçması kuvvetle muhtemel müthiş hayâl gücü yok mu?.. Erişilmez yakıcı hayâllerin çocuğu Jülyen, güya dö Renal malikânesine varmadan önce, kiliseye uğramış ve Bn. dö Renal'in sırasının üstünde şöyle bir not görmüş:
— "Besanson'da idam edilen Lûi Jenrel'in giyotine götürülüşünün ve son ânlarının hikâyesi. Tarih..."
Güya ben bu kâğıt parçasına bir mânâ verememişim de, yalnızca "Sorel" ve "Jenrel" arasında üç harften mürekkep bir zengin kafiye bulmuşum... Kuru iftirâ!.. Bu hadise tamamen asılsızdır. Ben ne kiliseye gittim, ne de tabii olarak bir yazı okudum. Belki de Stendhal, sahtekârlığına tam burada başlıyor ve Jülyen Sorel diye, Lûi Jenrel adında, kim olduğu bence meçhul birini, bana hamlediyor. Bu sahtekârlığın adı, oluyor "Kırmızı ve Siyah"... Tamam, ismine sözüm yok. Gerçekten de bundan güzel ifade edilemezdi. "Aşk ve Savaş" da denebilirdi, başka bir şey de... Çok sonraları de Rougement'ın "aşk içi ihtiras" ve "ihtiras içi aşk" şeklinde ifadelendireceği duygu, ne var ki sadece sembolik bir tesmiyeye muhatap olabilir, ve gözlerde yuvalanması bakımından da ancak renklerle ifade edilebilirdi. Burada Stendhal'i ister istemez alkışlıyorum...
1830'ların sisli günlerindeydik. Fransa "Restorasyon Dönemi"ni yaşıyordu. Ben "Juralı doğramacının oğlu Jülyen" diye bilinirdim. Ama his dünyam, bu sıfatın kalıplarına, babama ve köyüme nisbetime sığmayacak kadar büyüktü. Böyle söylerken, ne papazlar arasında çok iyi Lâtince öğrenmemi, ne de kardeşim gibi babamın taşralılığına mutî olmayan haşarılıklarımı kasdetmiyorum. Beni "Juralı doğramacının oğlu" olmaktan çıkaracak yegâne özelliğim, Napolyon'a olan aşırı hayranlığımdı. 19 yaşında ben de onun gibi ihtiras sahibiydim ve ben de onun gibi kahraman tabiatlıydım. Her şeyden önemlisi de, o herkesin lânetlediği vasatta, Napolyon'u sevebiliyor, anlayabiliyordum.
Karışık bir ortamdaydık. Sınıflar batıyor, sınıflar doğuyor, kimin kimin yanında ve kimin karşısında olduğu bilinemiyordu. Büyük inkılâp kopardığı onca kelleye rağmen oturmamış, Napolyon her şeyi tersine çevirmiş ve ondan sonra her şey bir kez daha altüst olmuştu. Fakat daima yükselen ve devrimi kendine mâletmesini bilen burjuvalar, gitgide her şeye hâkim oluyordu. Biz "proleterler", yani nefsinden ve nefsanî kuvvetinden başka hiçbir mülkü bulunmayan zavallı köylüler, doğduğumuz yerde doyamaz olmuştuk. Babamın asabiyetini biraz da buna bağlıyordum. Ben köyden çıkıp yeni ufuklar aramadığım takdirde, babamın lokmasına ortak olacak pisboğazın tekinden başka bir sosyal rol oynayamazdım. Bunu ilk idrak ettiğim gün, babamın asabî işaret parmağı doğrultusunda, Veryer Belediye Başkanı B. dö Renal'in çocuklarına Lâtince öğretmeye koştuğum gündür. Ve belirttiğim gibi, o gün kiliseye adımımı bile atmış değilim.
B. dö Renal, çökmekte olan zâdegân sınıfının ileri gelenlerindendi. Bu sınıfın bütün fertleri gibi de, aynı istikbâl endişesine giriftar olan ruhban sınıfı ile arası iyiydi. Çocuklarının dinî terbiyesinin mükemmel olmasını isteyişi, aslında çağın icaplarına göre, arkaik bir düşünceydi. Lâkin o ve mirasa konarak zâdegâna katılmış köylü kafalı karısı Bn. dö Renal, hâlâ eski günlerin geri geleceği ümidi taşıyor ve çocuklarını da papazların eline vermekten çekinmiyorlardı. Ruhban çevresinde pek ukalâ bulunan ve fakat sıkı dostlukları da olan ben, bugün nasılını hatırlayamadığım bir şekilde, Belediye Başkanı sayının malikânesinde aldım soluğu.
O ilk gün, Bn. dö Renal'le karşılaşıncaya kadar, içimdeki "aşk" yönünün hiç farkına varmamıştım. (Varmıştım ama, öyle değil.) Tabii ki her Napolyon'un bir dö Böharne'si olur. O ilk ân, Bn. dö Renal'i müthiş şekilde etkilediğimi hissettim. O, sosyal sınıfı gereği rahiplere yakın bir mevkideydi, fakat güngörmemiş saffeti gereği de, o kötü kılıklı, kaba ve aksi mahluklardan nefret ediyordu. Ben ise, ondaki rahip imajının aksine, beyaz tenli, basit giyimli, bir kız kadar utangaç köylü parçası olarak karşısına çıkmıştım. Bn. dö Renal'in şaşırmaması ve etkilenmemesi mümkün değildi. Nitekim beni işe almakta hiç tereddüt göstermedi. Sonrası, şuursuz konuşmalar, yapılıveren davranışlar, kontrolsüz bakışlar... Onun da benim gibi, büyük bir şok içinde olduğunu, kendiyle geceler boyu didiştiğini, bilmiyor değilim. Allah'ım ne bulmuştum onda?.. Niçin böyle olmuştum?.. Ve bu "olmaz" iş nereye varacaktı?.. Bu sorular beni olduğu kadar, eminim onu da yeterince bitap düşürmüştü.
Biz Avrupalılar, kafalarında, büyük bir sosyal noksan olan, "nâmahrem" fikri olgunlaşmamış insanlarız. Bu olmayınca da, her türlü ahlâksızlığın zeminini kendi ellerimizle hazırlıyoruz. Benim Bn. dö Renal'e saldırmam değildir asılıp ayıp; onun evinde, onun yatak odasına kocasınınkinden daha yakın olabilmemin ayıp bulunmamasındadır mesele. Bn. dö Renal, en azından bana karşı zaaf hissettiği o ilk ânda beni kapının önüne koymalıydı. Stendhal'e göre o bunu düşünmüş, fakat aç-bîlâç kalmama gönlü râzı olmamış. Saçmalığa bak!.. İki çocuk annesi bir kadının namusu, sokaktaki çıplakları evine toplamakta değil, çocuklarını sokaktaki çıplaklar dururken balolarda gönül eğlendiremeyecekleri bir anlayışla yetiştirmektedir. Ya ben, ben?.. "Nâmahrem" fikrine sahip bulunmuş olsaydım, aşk kurbanı mı olurdum, ihtiras kurbanı mı?.. Evet evet, derhâl oradan uzaklaşsaydım ne olurdu?.. Ne olacak, Bn. dö Renal'e âşık olmazdım. Çünkü aşk, bunu söylemeye en ziyade benim gibi "aşk içi ihtiras" duygusuna âşinâ olanlar hak sahibidir ki, suretten beslenir!.. Gıdasını tahayyül yoluyla temin eden aşk da, bizim toplumumuzda barınamayacak bir keyfiyettir; abes...
Ah ne olurdu, Stendhal beni gördüğü gibi değil de, tâbi olduğum formlar içinde ele alabilseydi! O zaman bestekâr Hanns Eisler'in, Schönberg hakkındaki şu tesbiti, benim Stendhal'e yaklaşımımda kaçınılmaz bir rehber olurdu:
— "Schönberg, bombardıman uçaklarının imâl edilmesinden epeyce evvel, insanların hava taarruzlarından korunmak için indikleri sığınaklarda neler hissedebileceğini ifade etmiştir."
Ben de buna bakarak derdim ki: Stendhal, toplumumuzda nâmahrem fikrinin anlaşılmasından epeyce evvel, insanların zinâdan korunmak için sığındıkları duygularda neler hissedebileceğini ifade etmiştir!.. Halbuki, ne Stendhal bunu ifade edebildi, ne de ben ve Bn. dö Renal, bu duyguları hissedebildik. Müellifimiz, Bn. dö Renal'in, oğlu hastalandığında bunu zinâsının cezası olarak gördüğünü, beni bu yüzden evden uzaklaştırmaya çalıştığını söylese de, bunlar aynı şeyler değildir. Evet hanımının kafasında bir zinâ fikri vardır, ama bunun tek başına hiçbir ehemmiyeti yoktur. Zinâ sadece bir sonuçtur. "Nâmahrem" fikrinin yerleşmemesini uluorta ünsiyetin tabii sonucu... Müellifimiz Eflâtun'u olsun anlayabilseydi, onun Yasalar'da kız ve erkek öğrencileri niçin ayrı ayrı okutmayı şart koştuğunu farkedebilseydi; "ebedî gül"ü Batı toplum yapısının Decameron Hikâyeleri'nden başka bir idrak seviyesinde değerlendiremeyeceğini görür ve benim ıstırabımı da mânâlandırırdı. İlâveten belki şunu da belirtmeliyim ki, aşk ayaktakımına indirilebilecek bir duygu değildir.
1830'ların Fransa'sı için bunu böyle kavramak imkânsızdır ama, Anna Karenina'nın da kocasında tesbit ettiği; şu sebepten:
— "Paris'te olsa, Jülyen'in Bn. dö Renal'e karşı durumu hemen kolaylaşmış olurdu; çünkü Paris'te aşk, romanların çocuğudur. Genç mürebbi ve çekingen hanımefendi üç dört romanda, belki de Gymnase operetlerinde hâl çarelerini bulmuş olurlardı. Romanlar oynanacak rolü çizer, taklit edilecek örneği gösterirdi onlara; gurur, Jülyen'i eninde sonunda, belki de hiç beğenmeyeceği hâlde ve suratını asa asa, bu örneğe uymaya cebretmiş olurdu."
Stendhal'in beni romanı boyunca çok doğru tasvir ettiği yerler de olmuştur. Bunlardan biri, gizli bir ihtilâlci olmam ve her mevzuda toplumun alışık olduğu kalıplar dışında fikirler serdetmemden hasıl olan düşman çemberi ise, bir diğeri de Bn. dö Renal'den ayrılıp papaz okuluna gittiğim Besanson'da bir bistroda yaşadığım bir ânlık yeni aşktır. Haydi birincisini tahmin etmek o kadar zor değildi diyelim; ama ya ikincisine ne demeli?.. Şehirde karşılaştığım ilk kız olan garson parçası Amanda Bine'ye (adı böyle değildi ama), o tutkulu Bn. dö Renal günlerinin üstünden daha bir kaç gün geçmeden ilân-ı aşkta bulunmam, kızın da sanki oldumolası beni beklermiş pozları takınması ve hayatın bizi bir daha asla buluşturmaması, şayet aynını şu Lûi Jenrel denen herif yaşamadıysa, tahmini imkânsız bir şeydir. Öyle değil mi, o büyük aşkıma ne olmuştu ki, bir ânda ve bir ânlık bir temayülün önünde dizleri kırılıvermişti?..
Sacre-Couer de Jesus (İsa'nın Gönül Sırrı) Manastırı'nda papaz okulu talebeliğim, evet tam bir zindan hayatıydı. Kimbilir, günahlarımın cezasını çekiyordum sözümona. Hanımefendi ise "çekmiş" ve "kurtulmuş" olmalıydı. Stendhal'e bakılırsa, bana bir ton mektup yazmıştı. Ama Manastırda kaldığım 14 ay boyunca ondan bir tek mektup bile almadım. Kimbilir ne "yalancıklar" düzmüştü yine. Bana aşkın yüceliğinin, yalanlarının inceliğinde bulunduğunu söylerdi. Aşk ona göre kural tanımaz bir duyguydu ve hayat kurallar içinde bu kural tanımazlığı gizleme sanatından başka bir şey değildi. O böyle konuştukça, "koca orospu" diye geçiriyordum içimden, "nasıl da kocasının gözlerinin içine baka baka yalan söyleyebiliyor." Papaz okulunda onu bütünüyle unutmuştum desem yalan değil... Zaten Amanda Bine'yi tanıdığım ân, artık Bn. dö Renal yoktu benim için; onun içindeki fahişeliğe uydurduğu kılıflar... Bir gün yeniden karşıma çıksa, ona değil ama, öz ihtirasıma derhâl teslim bayrağını çekeceğimi bile bile şu fikre varmıştım: Aşk ile hayat, birbirine ircâ olunamaz iki keyfiyettir. Aşk hayattan ziyade ölüme yakınlık duymaktır. Daha doğrusu ölümün içinden geçen ölmezlik arzusudur. Öyleyse hiçbir fânide, hayatın yerine aşkı koyma hakkı yoktur. Aşk ile hayatın keskin zıtlığını daima hissetmeli, fakat birine diğerini yedirmemelidir. Zamanın mânâsı bunu gerektirir!..
Stendhal, benim bu fikirlerimi asla müdrik olamamıştır. Ona göre ben, kendine "Napolyon" diye bir Olympos tepesi icâd etmiş, aslında saf bir "yükselme ihtirası"ndan başka bir şey değildim. Külliyen yalan!.. Bir taraftan ihtilâlci olacağım, Napolyon'a inanacağım; öte yandan tasvip etmediğim düzenin kuralları içinde maroken koltuk sevdâsı taşıyacağım!.. Beni anlamak için, bir ân Batı medeniyetinin dar kalıplarından çıkmak ve İslâm Tasavvufu'nun "hatarat" kavramını gözönünde bulundurmak gerekir. Bilvesile, bendeki "yükselme" kavramı, ihtirasımın ancak toplumun en tepesine çıktığımda dineceği fikri, ancak cinlerin çıtırtısını duyduğum bir odada kalbime inen ânî hislerden ibarettir. Aşkımı ihtirasıma basamak yaptığım iftirasına ise hiçbir ciddi roman okuyucusunun inandığını sanmıyorum. Ben her şeyden önce, kadere inanan biriyim. Şayet Stendhal'in anladığı mânâda bir "yükselme ihtirası" taşımış olsam, ne sınıflar ve makamlar üstü meşhur gururum, ne Napolyon sevdam, ne de çevremde bunca düşmanım kalırdı. Hele hele seks devrimi budalalarıyla, zina tacirlerinin asla anlayamayacağı "aşk sarhoşluğu"m... Dediğim gibi, ben kadere inanan biriyim ve benim için bundan başka "yükselme ihtirası" yoktur!..
Yaklaşık bir senedir Jülyen Sorel tarafından rahatsız edilmekteydim. İkide bir kapıma dayanıp, "seninki de iş mi, güya gençliğin meselelerini yazıyorsun, gençliğin benimkinden büyük meselesi mi var" diye tepiniyordu. Onu bekletmezdim aslında ama, bir türlü nasıl yazacağımı, nereden başlayacağımı bilemiyordum. Nihayet kolayını buldum. "Sen yaz getir" dedim, "benim imzamla basarız, senin gerçek olduğuna kimse inanmaz." Tam işler yoluna girmişti ki, bu sefer de o tutturdu, "ben haddi aşmış biriyim, benliğinden başka hiçbir tasası olmayan bir ömür sürmüşüm, yazarsan ortalama zekâlara kötü örnek olur" diye. Mecbur, tesellî edicilik de bana düşmüştü: "Öyle deme be aslanım, cezadan kurtulduğunu kimse bilmiyor, yaz da öğrensin vatandaş neyin ne olduğunu." Aramızda kalsın, gene de kimsenin bilmesini istemedi. Bir gün sıkıntıları galeyana gelmiş olacak, aşağıdaki hikâyeyle kapıma dayandı. Ama iş de bir sene sallanmış oldu.
*
Stendhal bir sahtekârdır. "Roman uzun bir cadde boyunca dolaşan bir aynadır" derken değil; onu asıl şöyle neticelendirirken; "bu ayna bâzen gözlerinize göklerin maviliğini yansıtır, bazen de yol kenarındaki çamurları. Torbasında aynayı taşıyan adam da sizin tarafınızdan ahlâksızlıkla suçlandırılacaktır. Aynası çamuru gösteriyor diye, siz de kalkıp aynayı suçluyorsunuz. Çamurun bulunduğu uzun yolu, daha doğrusu suyun birikmesine ve çamurun oluşmasına fırsat veren yol müfettişini suçlandırsanız, daha iyi edersiniz." Güyâ burada "çamur", ben oluyorum; o ise sadece "torbasında aynayı taşıyan adam..." İşte sahtekârlığın düğümü burada!.. Stendhal'i bir çırpıda temize çıkarmıştır bu söz!.. Beni ise yüz şu kadar senedir, bir çirkef olarak tanıdı gerçek ahlâkçılar... Stendhal, okuyucusuna mâhirâne bir şekilde vehmettirdiğinin aksine, bir ahlâkçı değildir. Yol müfettişini itham ederken de samimî değildir. Bir nebzecik ahlâk kırıntısı taşımış olsaydı, beni karalayarak selefi Balzac'a nazire yapmak yerine, benim gibi yaşar ve benim gibi ölürdü... İşin kötü tarafı, "İnsanlık Komedyası"nın mimarı üstad Balzac da gerçeği görememiş ve Stendhal'e içten bir âferin çekmiştir.
Ben bugün, 21. asrın eşiğindeki kafamla o günlere bakıyorum da, Balzac'a da hak vermiyorum. Benim için "İnsanlık Komedyası", üstad Dante Alighieri'nin mirasını talan eden "romancılar" sınıfının genel komikliklerinden başka bir şey değildir. Hayatın şairânelik ve fevkalâdeliğini öldürmüştür. Bunlar tutup bir de Boccaccio'yu ahlâksız sayarlar. Oysa Boccaccio, iyi bir hâleftir. Bundan 600 sene evvel, bugün olacakları görmüş ve "Decameron Hikâyeleri"nde, hikâye sanatını da imâr ederek, Dante'nin Müslümanlar'dan apardığı "kadın ve aşk" anlayışının, Batı toplum yapısında ne gibi felâketlere yol açacağını o günden resmetmiştir. Kimse farkında değildir ama, Boccaccio, Nostradamus'tan daha büyük bir kâhindir. Öyle Stendhal gibi de, "ayna yol kenarındaki çamurları yansıtıyor" sahtekârlığına yatmamış, aynasını doğrudan doğruya çamurun ortasına tutmuştur. Buna "istikbâl hissi" derler; bu olmadan, "aynam çamuru gösteriyor" demek, sadece çamura yatmaktır. Cervantes'in bugün çoğuna "nostalji" gibi gelen pikareskleri de, ancak ve ancak "istikbâl hissi" taşıdıkları, istikbâlde gerçek mânâları ortaya çıktığı için büyüktür. Bu Türk düşmanı, yüzyıllarca sanıldığı gibi "saçmalamamış" ve onu takip eden yüzyıllar boyu sanıldığı gibi "komik" olmamış, hristiyanî ruhun şövalyelik mizacını kaybettikten sonra, toplumun ters yüz olacağını, hareketsiz ve ölü kalabalıklar içinden, Dante'nin "kurtarıcı tazı"sının değil, ancak delilerin zuhur edebileceğini göstermiştir. Cervantes'i doğru anlayan, 300 küsur sene sonra Avrupa'da bir tek Dö Gol olmuş, bundan sonra da Denis de Rougement, "Aşk ve Avrupa"yı kaleme almıştır. Ama bu yol, Fransa'dan değil Almanya'dan, Balzac'tan değil Thomas Mann'dan, Goriot Baba'dan değil Dr. Faustus'tan geçer. Marcel Proust, Virginia Woolf ve James Joyce, İnsanlık Komedyası'na sıkışıp kalanlar için anlaşılmazdır. Yahut "dramatik" olmayıp "epik" olduğu ifade edilen Rus Romanı, tipolojisindeki canlılık, perspektifindeki açıklık bir tarafa, toplum yapısına, tıpkı Boccaccio'da ve Cervantes'te olduğu gibi, "istikbal hissi" ile nüfuz edebildiği için "Garp Romanını ezmiştir"... Sonra sosyalistler Tolstoy'a, karaciğer rahatsızlığını değil de bunun tezahürü olan sivilceyi teşhis edebilen bir sathîlikle, "çelişmeyi gördü", "büyük sosyalist gerçekçi" falan dediler... Boccaccio da görmüştü, Cervantes de görmüştü; ama onlarınkisi ezenler-ezilenler değildi mi diyelim şimdi?..
Şimdi ne biliyor musunuz? Dehâ diyor ki:
— "Artık pek roman okuduğum yok. Bana fazla bir şey vermiyor da ondan; ilginç bulmuyorum artık romanları... Tarih, röportaj, deneme kitapları, etnografi kitapları, psikanaliz dergileri; asıl okuduklarım bunlar..."
Yerden göğe hakkı yok mu?.. Unsurlara saplanıp kalan, bundan öte bir ruh ve anlayış bütünlüğü temin edemeyen, "Nobel çağı romanı"... Tam anlamıyla "öküzün teki" olan Milan Kundera da, her nasılsa, şöyle bir tesbitte bulunuyor:
— "Kanaatim, romanın zamanımızın anlayışıyla birarada yaşayamayacağıdır; eğer henüz keşfedilmemiş olanı keşfetmek, eğer roman olarak inkişâf etmek istiyorsa, bunu ancak dünyanın gelişmesine karşı durarak gerçekleştirebilir?"
Ya sen?.. "Seks devrimi"nin basit hoparlörü?..
Stendhal, bir enkaz devraldı ve enkaz devretti. Beni olduğu gibi Kafka'yı da mahveden odur. Çelişkiyi gören, asıl Kafka'ydı oysa:
— "Biz hepimiz nihilist hayaller, tanrının kafasından geçen intihar fikirleriyiz... Tanrının insafsız bir şakası, bir günlük divâne bir hevesidir dünyamız!.."
Stendhal'in mahareti, inanılmaz derecede inandırıcı olmasındadır. Büyük yalanını doğrularla ilmeklemek gibi, akılalmaz bir hüner sahibidir o. Bugün Veryer kasabasının uydurma olduğunu bilmeyen yok. Babamın beni sık sık haşladığı ve Bn. dö Renal'in yanına, "adam olsun" diye gönderdiği de doğrudur. Fakat şu satıraralarındaki, herkesin dikkatinden kaçması kuvvetle muhtemel müthiş hayâl gücü yok mu?.. Erişilmez yakıcı hayâllerin çocuğu Jülyen, güya dö Renal malikânesine varmadan önce, kiliseye uğramış ve Bn. dö Renal'in sırasının üstünde şöyle bir not görmüş:
— "Besanson'da idam edilen Lûi Jenrel'in giyotine götürülüşünün ve son ânlarının hikâyesi. Tarih..."
Güya ben bu kâğıt parçasına bir mânâ verememişim de, yalnızca "Sorel" ve "Jenrel" arasında üç harften mürekkep bir zengin kafiye bulmuşum... Kuru iftirâ!.. Bu hadise tamamen asılsızdır. Ben ne kiliseye gittim, ne de tabii olarak bir yazı okudum. Belki de Stendhal, sahtekârlığına tam burada başlıyor ve Jülyen Sorel diye, Lûi Jenrel adında, kim olduğu bence meçhul birini, bana hamlediyor. Bu sahtekârlığın adı, oluyor "Kırmızı ve Siyah"... Tamam, ismine sözüm yok. Gerçekten de bundan güzel ifade edilemezdi. "Aşk ve Savaş" da denebilirdi, başka bir şey de... Çok sonraları de Rougement'ın "aşk içi ihtiras" ve "ihtiras içi aşk" şeklinde ifadelendireceği duygu, ne var ki sadece sembolik bir tesmiyeye muhatap olabilir, ve gözlerde yuvalanması bakımından da ancak renklerle ifade edilebilirdi. Burada Stendhal'i ister istemez alkışlıyorum...
1830'ların sisli günlerindeydik. Fransa "Restorasyon Dönemi"ni yaşıyordu. Ben "Juralı doğramacının oğlu Jülyen" diye bilinirdim. Ama his dünyam, bu sıfatın kalıplarına, babama ve köyüme nisbetime sığmayacak kadar büyüktü. Böyle söylerken, ne papazlar arasında çok iyi Lâtince öğrenmemi, ne de kardeşim gibi babamın taşralılığına mutî olmayan haşarılıklarımı kasdetmiyorum. Beni "Juralı doğramacının oğlu" olmaktan çıkaracak yegâne özelliğim, Napolyon'a olan aşırı hayranlığımdı. 19 yaşında ben de onun gibi ihtiras sahibiydim ve ben de onun gibi kahraman tabiatlıydım. Her şeyden önemlisi de, o herkesin lânetlediği vasatta, Napolyon'u sevebiliyor, anlayabiliyordum.
Karışık bir ortamdaydık. Sınıflar batıyor, sınıflar doğuyor, kimin kimin yanında ve kimin karşısında olduğu bilinemiyordu. Büyük inkılâp kopardığı onca kelleye rağmen oturmamış, Napolyon her şeyi tersine çevirmiş ve ondan sonra her şey bir kez daha altüst olmuştu. Fakat daima yükselen ve devrimi kendine mâletmesini bilen burjuvalar, gitgide her şeye hâkim oluyordu. Biz "proleterler", yani nefsinden ve nefsanî kuvvetinden başka hiçbir mülkü bulunmayan zavallı köylüler, doğduğumuz yerde doyamaz olmuştuk. Babamın asabiyetini biraz da buna bağlıyordum. Ben köyden çıkıp yeni ufuklar aramadığım takdirde, babamın lokmasına ortak olacak pisboğazın tekinden başka bir sosyal rol oynayamazdım. Bunu ilk idrak ettiğim gün, babamın asabî işaret parmağı doğrultusunda, Veryer Belediye Başkanı B. dö Renal'in çocuklarına Lâtince öğretmeye koştuğum gündür. Ve belirttiğim gibi, o gün kiliseye adımımı bile atmış değilim.
B. dö Renal, çökmekte olan zâdegân sınıfının ileri gelenlerindendi. Bu sınıfın bütün fertleri gibi de, aynı istikbâl endişesine giriftar olan ruhban sınıfı ile arası iyiydi. Çocuklarının dinî terbiyesinin mükemmel olmasını isteyişi, aslında çağın icaplarına göre, arkaik bir düşünceydi. Lâkin o ve mirasa konarak zâdegâna katılmış köylü kafalı karısı Bn. dö Renal, hâlâ eski günlerin geri geleceği ümidi taşıyor ve çocuklarını da papazların eline vermekten çekinmiyorlardı. Ruhban çevresinde pek ukalâ bulunan ve fakat sıkı dostlukları da olan ben, bugün nasılını hatırlayamadığım bir şekilde, Belediye Başkanı sayının malikânesinde aldım soluğu.
O ilk gün, Bn. dö Renal'le karşılaşıncaya kadar, içimdeki "aşk" yönünün hiç farkına varmamıştım. (Varmıştım ama, öyle değil.) Tabii ki her Napolyon'un bir dö Böharne'si olur. O ilk ân, Bn. dö Renal'i müthiş şekilde etkilediğimi hissettim. O, sosyal sınıfı gereği rahiplere yakın bir mevkideydi, fakat güngörmemiş saffeti gereği de, o kötü kılıklı, kaba ve aksi mahluklardan nefret ediyordu. Ben ise, ondaki rahip imajının aksine, beyaz tenli, basit giyimli, bir kız kadar utangaç köylü parçası olarak karşısına çıkmıştım. Bn. dö Renal'in şaşırmaması ve etkilenmemesi mümkün değildi. Nitekim beni işe almakta hiç tereddüt göstermedi. Sonrası, şuursuz konuşmalar, yapılıveren davranışlar, kontrolsüz bakışlar... Onun da benim gibi, büyük bir şok içinde olduğunu, kendiyle geceler boyu didiştiğini, bilmiyor değilim. Allah'ım ne bulmuştum onda?.. Niçin böyle olmuştum?.. Ve bu "olmaz" iş nereye varacaktı?.. Bu sorular beni olduğu kadar, eminim onu da yeterince bitap düşürmüştü.
Biz Avrupalılar, kafalarında, büyük bir sosyal noksan olan, "nâmahrem" fikri olgunlaşmamış insanlarız. Bu olmayınca da, her türlü ahlâksızlığın zeminini kendi ellerimizle hazırlıyoruz. Benim Bn. dö Renal'e saldırmam değildir asılıp ayıp; onun evinde, onun yatak odasına kocasınınkinden daha yakın olabilmemin ayıp bulunmamasındadır mesele. Bn. dö Renal, en azından bana karşı zaaf hissettiği o ilk ânda beni kapının önüne koymalıydı. Stendhal'e göre o bunu düşünmüş, fakat aç-bîlâç kalmama gönlü râzı olmamış. Saçmalığa bak!.. İki çocuk annesi bir kadının namusu, sokaktaki çıplakları evine toplamakta değil, çocuklarını sokaktaki çıplaklar dururken balolarda gönül eğlendiremeyecekleri bir anlayışla yetiştirmektedir. Ya ben, ben?.. "Nâmahrem" fikrine sahip bulunmuş olsaydım, aşk kurbanı mı olurdum, ihtiras kurbanı mı?.. Evet evet, derhâl oradan uzaklaşsaydım ne olurdu?.. Ne olacak, Bn. dö Renal'e âşık olmazdım. Çünkü aşk, bunu söylemeye en ziyade benim gibi "aşk içi ihtiras" duygusuna âşinâ olanlar hak sahibidir ki, suretten beslenir!.. Gıdasını tahayyül yoluyla temin eden aşk da, bizim toplumumuzda barınamayacak bir keyfiyettir; abes...
Ah ne olurdu, Stendhal beni gördüğü gibi değil de, tâbi olduğum formlar içinde ele alabilseydi! O zaman bestekâr Hanns Eisler'in, Schönberg hakkındaki şu tesbiti, benim Stendhal'e yaklaşımımda kaçınılmaz bir rehber olurdu:
— "Schönberg, bombardıman uçaklarının imâl edilmesinden epeyce evvel, insanların hava taarruzlarından korunmak için indikleri sığınaklarda neler hissedebileceğini ifade etmiştir."
Ben de buna bakarak derdim ki: Stendhal, toplumumuzda nâmahrem fikrinin anlaşılmasından epeyce evvel, insanların zinâdan korunmak için sığındıkları duygularda neler hissedebileceğini ifade etmiştir!.. Halbuki, ne Stendhal bunu ifade edebildi, ne de ben ve Bn. dö Renal, bu duyguları hissedebildik. Müellifimiz, Bn. dö Renal'in, oğlu hastalandığında bunu zinâsının cezası olarak gördüğünü, beni bu yüzden evden uzaklaştırmaya çalıştığını söylese de, bunlar aynı şeyler değildir. Evet hanımının kafasında bir zinâ fikri vardır, ama bunun tek başına hiçbir ehemmiyeti yoktur. Zinâ sadece bir sonuçtur. "Nâmahrem" fikrinin yerleşmemesini uluorta ünsiyetin tabii sonucu... Müellifimiz Eflâtun'u olsun anlayabilseydi, onun Yasalar'da kız ve erkek öğrencileri niçin ayrı ayrı okutmayı şart koştuğunu farkedebilseydi; "ebedî gül"ü Batı toplum yapısının Decameron Hikâyeleri'nden başka bir idrak seviyesinde değerlendiremeyeceğini görür ve benim ıstırabımı da mânâlandırırdı. İlâveten belki şunu da belirtmeliyim ki, aşk ayaktakımına indirilebilecek bir duygu değildir.
1830'ların Fransa'sı için bunu böyle kavramak imkânsızdır ama, Anna Karenina'nın da kocasında tesbit ettiği; şu sebepten:
— "Paris'te olsa, Jülyen'in Bn. dö Renal'e karşı durumu hemen kolaylaşmış olurdu; çünkü Paris'te aşk, romanların çocuğudur. Genç mürebbi ve çekingen hanımefendi üç dört romanda, belki de Gymnase operetlerinde hâl çarelerini bulmuş olurlardı. Romanlar oynanacak rolü çizer, taklit edilecek örneği gösterirdi onlara; gurur, Jülyen'i eninde sonunda, belki de hiç beğenmeyeceği hâlde ve suratını asa asa, bu örneğe uymaya cebretmiş olurdu."
Stendhal'in beni romanı boyunca çok doğru tasvir ettiği yerler de olmuştur. Bunlardan biri, gizli bir ihtilâlci olmam ve her mevzuda toplumun alışık olduğu kalıplar dışında fikirler serdetmemden hasıl olan düşman çemberi ise, bir diğeri de Bn. dö Renal'den ayrılıp papaz okuluna gittiğim Besanson'da bir bistroda yaşadığım bir ânlık yeni aşktır. Haydi birincisini tahmin etmek o kadar zor değildi diyelim; ama ya ikincisine ne demeli?.. Şehirde karşılaştığım ilk kız olan garson parçası Amanda Bine'ye (adı böyle değildi ama), o tutkulu Bn. dö Renal günlerinin üstünden daha bir kaç gün geçmeden ilân-ı aşkta bulunmam, kızın da sanki oldumolası beni beklermiş pozları takınması ve hayatın bizi bir daha asla buluşturmaması, şayet aynını şu Lûi Jenrel denen herif yaşamadıysa, tahmini imkânsız bir şeydir. Öyle değil mi, o büyük aşkıma ne olmuştu ki, bir ânda ve bir ânlık bir temayülün önünde dizleri kırılıvermişti?..
Sacre-Couer de Jesus (İsa'nın Gönül Sırrı) Manastırı'nda papaz okulu talebeliğim, evet tam bir zindan hayatıydı. Kimbilir, günahlarımın cezasını çekiyordum sözümona. Hanımefendi ise "çekmiş" ve "kurtulmuş" olmalıydı. Stendhal'e bakılırsa, bana bir ton mektup yazmıştı. Ama Manastırda kaldığım 14 ay boyunca ondan bir tek mektup bile almadım. Kimbilir ne "yalancıklar" düzmüştü yine. Bana aşkın yüceliğinin, yalanlarının inceliğinde bulunduğunu söylerdi. Aşk ona göre kural tanımaz bir duyguydu ve hayat kurallar içinde bu kural tanımazlığı gizleme sanatından başka bir şey değildi. O böyle konuştukça, "koca orospu" diye geçiriyordum içimden, "nasıl da kocasının gözlerinin içine baka baka yalan söyleyebiliyor." Papaz okulunda onu bütünüyle unutmuştum desem yalan değil... Zaten Amanda Bine'yi tanıdığım ân, artık Bn. dö Renal yoktu benim için; onun içindeki fahişeliğe uydurduğu kılıflar... Bir gün yeniden karşıma çıksa, ona değil ama, öz ihtirasıma derhâl teslim bayrağını çekeceğimi bile bile şu fikre varmıştım: Aşk ile hayat, birbirine ircâ olunamaz iki keyfiyettir. Aşk hayattan ziyade ölüme yakınlık duymaktır. Daha doğrusu ölümün içinden geçen ölmezlik arzusudur. Öyleyse hiçbir fânide, hayatın yerine aşkı koyma hakkı yoktur. Aşk ile hayatın keskin zıtlığını daima hissetmeli, fakat birine diğerini yedirmemelidir. Zamanın mânâsı bunu gerektirir!..
Stendhal, benim bu fikirlerimi asla müdrik olamamıştır. Ona göre ben, kendine "Napolyon" diye bir Olympos tepesi icâd etmiş, aslında saf bir "yükselme ihtirası"ndan başka bir şey değildim. Külliyen yalan!.. Bir taraftan ihtilâlci olacağım, Napolyon'a inanacağım; öte yandan tasvip etmediğim düzenin kuralları içinde maroken koltuk sevdâsı taşıyacağım!.. Beni anlamak için, bir ân Batı medeniyetinin dar kalıplarından çıkmak ve İslâm Tasavvufu'nun "hatarat" kavramını gözönünde bulundurmak gerekir. Bilvesile, bendeki "yükselme" kavramı, ihtirasımın ancak toplumun en tepesine çıktığımda dineceği fikri, ancak cinlerin çıtırtısını duyduğum bir odada kalbime inen ânî hislerden ibarettir. Aşkımı ihtirasıma basamak yaptığım iftirasına ise hiçbir ciddi roman okuyucusunun inandığını sanmıyorum. Ben her şeyden önce, kadere inanan biriyim. Şayet Stendhal'in anladığı mânâda bir "yükselme ihtirası" taşımış olsam, ne sınıflar ve makamlar üstü meşhur gururum, ne Napolyon sevdam, ne de çevremde bunca düşmanım kalırdı. Hele hele seks devrimi budalalarıyla, zina tacirlerinin asla anlayamayacağı "aşk sarhoşluğu"m... Dediğim gibi, ben kadere inanan biriyim ve benim için bundan başka "yükselme ihtirası" yoktur!..