Hukuki.NET

T.C.
YARGITAY
Hukuk Genel Kurulu
Esas No : 1997/5
Karar No : 1997/438
Tarih : 21.05.1997

Yargıtay içtihatları bölümü

Yargıtay Kararı

 


 
    DAVA : Taraflar arasındaki "kadastro tesbitine itiraz" davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; (Bigadiç Kadastro Mahkemesi)'nce davanın kabulüne dair verilen 20.10.1994 gün ve 1992/3 esas, 1994/169 karar sayılı kararın incelenmesi davalı Hazine vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 7. Hukuk Dairesi'nin 27.2.1996 gün ve 1995/8532 E.-1996/1697 sayılı ilamiyle; (.. Kadastro sırasında 137 ada, 29 parsel sayılı 4640.67 m2. yüzölçümündeki taşınmaz dava dışı 26 sayılı parsele uygulanan vergi beyanının yüzölçümü fazlası olarak davalı Hazine adına tesbit edilmiştir. Davacı Mustafa; miras hakkına, paylaşmaya ve zilyetliğe dayanarak dava açmıştır. Mahkemece davanın kabulüne taşınmazın davacı adına tesciline karar verilmiş; hüküm, davalı Hazine vekili tarafından temyiz edilmiştir.
    Dava konusu taşınmazın öncesinin davacının miras bırakanı Fatma'ya ait olduğu, adı geçenin ölümünden sonra terekesinin paylaşıldığı ve nizalı taşınmazın davacı payına isabet ettiği, taşınmaz üzerinde tesbit gününde davacı ve miras bırakanının zilyetliğinin kazandırıcı süreye ulaştığı gerekçe gösterilerek hüküm kurulmuş ise de, davacı emlak beyannamesine dayanmış ve b beyanname 1977 yılında oluşturulmuştur. Emlak beyannamesi 4000 m2. yüzölçümünde olup dava dışı 26 parsel sayılı taşınmazın yüzölçümü ile revizyon görmüştür. Emlak beyannamesinin oluşturulduğu tarih ile tesbit günü arasında 20 yıllık kazandırıcı süre davacı yararına oluşmamıştır. Emlak beyannamesi davacıyı bağlar. Dava konusu taşınmaz davacıya ait olsa emlak beyannamesinin oluşturulması sırasında bu parselin de kendisine ait olduğunu açıklayıp miktarı ile kendi adına kayıt oluşturur idi, mahkemece bu yönlerden yanılgıya düşülmesi isabetsizdir. Taşınmazın orman sayılan yerlerden olmadığı da belirlendiğine göre Hazine adına tesciline karar verilmesi gerekir. Hazineni temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde görüldüğünden kabulü ile hükmün bozulmasına...) gerekçesiyle ve oyçokluğu ile bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
    Temyiz eden: Davacı Hazine vekili.
    Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
 
    KARAR : Dava konusu 29 parsel sayılı taşınmaz ile dava dışı 26 parsel sayılı taşınmazın bir bütünü oluşturduğu, tesbit gününden sonra kesinleşen orman tahdit harita ve tutanağının kapsamı dışında kaldığı, 6831 sayılı Yasanın 1. maddesi hükmü uyarınca maddesi hüküm uyarınca orman sayılan yerlerden olmadığı, tarım toprağı niteliğinde bulunduğu, taşınmaz üzerinde tesbit gününe kadar davacı taraf yararına 3402 sayılı Kanunun 14. maddesi hükmünde öngörülen taşınmaz edinme koşullarının gerçekleştiği konusunda çekişme olmadığı gibi, mahkemece de yöntemine uygun olarak yapılan keşif, uygulama ve toplanıp doğru olarak değerlendirilen delillerle saptanmıştır.
    Uyuşmazlık; 1977 tarihli emlak beyanının davacıyı bağlayıp bağlamayacağı, diğer bir anlatımla, taşınmazın kadastroca belirlenen yüzölçümünden, eksik beyanda bulunulması halinde eksik bildirilen bu bölüm üzerinde kişinin mülkiyet hakkından vazgeçtiği anlamına gelip gelmeyeceği noktasında toplanmaktadır.
    Dava, Medeni Kanunun 639, 3402 sayılı Yasanın 14 ve 1319 sayılı Emlak Vergi Yasası hükümlerine ilişkin bulunmaktadır.
    Fiili bir durum olan zilyetliğin yerel bilirkişi ve tanık sözleri ile kanıtlanabileceği, öğretide kabul edildiği gibi Medeni Kanunun 639 ve 3402 sayılı Yasanın 14. maddesi hükümlerinde de öngörülmüştür. 3402 sayılı Kadastro Kanununun 14/1. maddesi hükmü; tapuda kayıtlı olmayan ve ayrıca çalışma alanı içinde bulunan yüzölçümü sulu toprakta 40, kuru toprakta 100 dönüm kadar olan (40 ve 100 dönüm dahil) bir veya birden fazla taşınmaz mal, çekişmesiz ve aralıksız en az 20 yıldan beri malik sıfatı ile zilyetliğini belgelerle veya bilirkişi veyahut tanık beyanları ile ispat eden zilyedi adına tesbit edilir hükmünü getirmiştir. Aynı Kanunun (A) bendinde sözü edilen 31.12.1981 tarihine veya daha önceki tarihlere ait vergi kayıtlarında, taşınmaz malın 100 dönümden fazla olan bölümünün ziledi adına tesbit edilmesi için, birinci fıkra gereğince delillendirilen zilyetliğin ayrıca yasada tadat edilen vergi kaydı vesaire belgelerden birine dayandırılması öngörülmüştür.
    Bir bütün olduğu kuşkusuz olan nizalı taşınmaz ile niza dışı 26 parsel sayılı taşınmazın toplam yüzölçümleri 10000 m2.dir. Bu durumda davacı taraf herhangi bir belgeye dayanmaksızın, yasada öngörülen diğer koşulları da kanıtlamış olmakla, taşınmazı iktisap ettiğinin kabulünde duraksama olmamalıdır. Öncelikle belirtelimki, vergi kayıtları mülkiyet belgesi değildir. Zilyetlikle birleşip doğrulanmadıkça hukuki değer kazanamayacağı, o nedenle doktrinde ve tüm yargı kararlarında da bu tür kayıtların en zayıf bir ispat vasıtası olduğu kabul edilmektedir.
    1319 sayılı Emkal Vergisi Kanununun 13. maddesi; arazi vergisini, arazinin maliki, varsa intifa hakkı sahibi, ikiside yoksa malik gibi tasarruf nedenler öder hükmünü getirmiştir. Maddenin içeriğinden, zilyet 20 yılı doldurmamış olsa dahi, taşınmazda, malik gibi tasarrufda bulunuyor ise vergi mükellefi olduğu kabul edilmiştir. Aynı Kanunun 1610 sayılı Kanunla değişik 24. maddesinin (b) bendinde, araziye ait beyannamede, arazinin yeri (mevki) cinsi, büyüklüğü (dönüm, m2), getirilebileceği yıllık gayrisafi hasıla tutarı ve rayiç bedeli (vergi değeri)nin gösterileceğini içermektedir. Emlak beyanlarında, madde metninden de anlaşılacağı gibi taşınmazın sınırlarının yazılması konusunda herhangi bir hüküm bulunmamaktadır. Bu durumda 3402 sayılı Yasanın 20. maddesi hükümleri gözönüne alındığında, kayıttaki sınırlara itibar olunacağı, özellikle (c) fıkrasında; harita, plan ve krokiye dayanmayan kayıt ve belgelerde belirtilen sınırlar, değişebilir ve genişletilmeye elverişli sınırlardaki taşınmaz malların kayıtları, fiziki yapıları ve konumları itibariyle belli bir yeri kapsıyor ise, kayıt ve belgelerde gösterilen sınırlar esas alınarak tesbit yapılacağı öngörülmüştür. Tapu kayıtları ve özellikle eski yazım tarihi (1936 ila...) vergi kayıtlarında yüzölçümü, mevkii ve sınırları yazılı bulunmaktadır. Emlak beyanında ise taşınmazın sınırları mevcut olmayıp sadece, mevkii ve yüzölçümünün yazımı ile yetinilmektedir. Bu durum, emlak beyannamesinin dava konusu yer dışında başka taşınmazlarda uygulanabilir olasılığını ortaya koymaktadır. Hal böyle olunca, taşınmaza doğrudan uygulaması yönünden, kuşkulu ve tereddütler gösteren emlak beyanını, mülkiyet hakkını sınırlayıcı sonuçlar doğuracak şekilde kesin delil olarak bakılması mümkün değildir.
    Gerçekte de, emlak beyannamelerinin, taşınmazın yüzölçümünün, resmi makamlardan alınacak sağlıklı belgelere dayandırılması aranmamakta, dahası 1319 sayılı Emlak Vergi Yasasında bu yönde bir yüküm de önerilmemiştir. Kaldıki, kırsal alanlarda bulunan ev, ahır, samanlık gibi yapıların, gerçek yüzölçümünün tesbiti, civar taşınmazların yüzölçümünün belirlenmesi işlemi, devlete ait bir görev olup, ancak, uzman olan elemanların, gerçekleştirebileceği teknik bir iş olduğu açıktır. Bu da, ancak kadastrosu yapılmış, tapu kaydı oluşturulmuş, yüzölçümü, teknik ve elektronik aletlerle belirlenmiş arazi ve emlakların tesbitinin tamamlanması ile mümkündür. O nedenle, bu işlemlere tabi tutulmak suretiyle yüzölçümleri, hudutları sağlıklı bir şekilde belirlenmemiş, taşınmaz mallara ilişkin emlak vergi beyannamesinin davada kesin delil olarak ele alınması kabul edilemez. Diğer yönden, bir kaydın uygulanabilir olması için enaz üç sınırının bilinmesi, diğer bir anlatımla, sınırların geometrik bir şekil oluşturması ve bu sınırların arazide saptanması ile mümkün olur. Oysa, emlak beyanında sınırlar mevcut olmadığından uygulama olanağı da kuşkuludur. Örneğin, aynı mevkide üç ayrı taşınmazı bulunan bir kişinin, tek taşınmazı için yerel idareye verdiği emlak bildiriminin, o kişinin hangi taşınmazına ait olduğunu saptamaktaki güçlükler gözardı edilemez, yine dört tarafı kişi taşınmazı ile çevrili sabit hudutlu bir taşınmazın hangi bölümünü, vergi beyannamesinin kapsadığının, taşınmazın verim durumu da gözönüne alınarak belirlenmesi de imkan dahilinde bulunmamaktadır.
    1319 sayılı Emlak Vergi Yasasında, beyanname vermeyi öngören zorlayıcı, cezayı müstelzim bir hüküm de getirilmemiştir. Kişi; emlak bildiriminde bulunmamış olsa dahi, mülk edinme koşullarının varlığını yerel bilirkişi ve tanık beyanları ile kanıtladığında taşınmaz adına tescil edilmesi gerekir. Yasalara saygı duyarak devlete vergi vermeyi tercih eden kişi ile hiç vergi beyanında bulunmayan kişileri aynı konumda değerlendirmek, yasaların eşitlikle uygulanması ilkesini zedeleyeceği gibi, bazı sakıncalı ve çekişmeli durumların doğmasına neden olacak pürüzleri de beraberinde getirir.
    Ayrıca, Özel Dairenin bozma kararında açıklandığı şekilde emlak beyannamelerinin, mutlak bağlayıcı bir delil kabul edilmesi halinde taşınmazı gerçek yüzölçümünden çok fazla gösteren ve ileride buna dayanıp fazlasıyla hak iddiasında bulunmayı amaçlayan, kötüniyetli maliklere olanak tanımış olunurki, bu durum haklar arasındaki dengenin bozulmasına, sosyal yaşamda kimi huzursuzlukların oluşmasına neden olurki, hukuken üstün görülemez. En önemlisi vergi kanunlarındaki cezaları göze alarak hiç bildirimde bulunmamış olan taşınmaz malikleri zilyetlik koşullarının oluştuğu alan için taşınmazını iktisap ederken, buna karşı, kanuna saygılı olarak bildirimde bulunan kişi, taşınmazın gerçek alanı yerine vergi beyannamesindeki taşınmazın yüzölçüm miktarını isteyebilecektir. Burada da kanuna saygılı kişinin cezalandırılması, kanunu hiçe sayanında ödüllendirilmesi sonucunu veren ve eşitlik ilkesine ters düşen bir durumun ortaya çıktığı açıkça görülmektedir.
    1319 sayılı Emlak Kanununun beyan esasını kabul eden 20. maddesinde; "..düşük beyanda bulunulması halinde, mükellefin beyanı vergi dairesinde, birim değere göre hesaplanan miktara yükseltilerek tahakkuka esas alınacağı ve mükellefe bildirileceği, vergi dairesince hesaplanan miktar ile mükellefin beyanı arasında farka kusur cezası uygulanacağını içermektedir. Yine, ek süreler için beyanname verilmesi matlabını taşıyan aynı Kanunun 27. maddesi hükmünde de;.. beyannamenin verilen ek süre içinde verildiğinde, vergi ziyaı olmamış sayılacağı, 3239 sayılı Kanunun 111. maddesi ile değişen Emlak Yasasının 32. maddesi hükmünün 2. fıkrasında; beyannamesini ek süreye rağmen vermeyen mükellefler adına ağır kusur cezasının kesileceği hükmünü getirmiştir. Anılan yasa hükümleri gözönüne alındığında, emlak beyannamelerinde yüzölçümünün noksan gösterilmesinin yaptırımı, sadece ağır kusur cezalarının kesilmesine ve parasal cezalara bağlanmış ve önlemler alınmıştır.
    Yine, 1319 sayılı Emlak Vergi Kanununda değişiklik yapılması hakkındaki 2587 sayılı ve 21.1.1982 günü yürürlüğe giren Kanunun geçici 1. maddesinde; ..bu kanunun yürürlük tarihine kadar herhangi bir şekilde emlak beyannamesi vermemiş olanlara 1.6.1982 tarihine kadar ek beyanname verme süresi tanınmış olup, bu tarihe kadar beyanname verenler hakkında geç beyanda bulunmaktan dolayı değerlendirme işlemine başvurulmayacağı belirtilmiştir. Nitekim, somut olayda süreyi uzatma mahiyetinde olan geçici 1. madde hükmünden yararlanmak suretiyle davacı taraf nizalı taşınmaz için 1981 yılında, 5 dönümlük ek vergi beyanında bulunmuş olup, dosyasında mübrezdir. Öte yandan, yerel idarelere verilen emlak beyannameleri 4 yılda bir yenilenmekte olup, her yeni beyan döneminde yüzölçümünü azaltma ve çoğaltmak da mümkündür. Diğer yönden, aynı taşınmaz hakkında ayrıca eski yazım tarihli (1926, 1936, 1937 vs..) vergi kaydı da bulunmaktadır. Bu durumda mevkii sınırları ve yüzölçümü mevcut bulunan ve devlet tarafından oluşturulan vergi kaydına değer verilip bu kaydın uygulanacağı kuşkusuzdur. O nedenle bu kayıtlar karşısında da emlak beyannamesinin bağlayıcı olmayacağı birkez daha belirgin olmaktadır.
    Medeni Kanunda, mülkiyetin hangi hallerde ziyaa uğrayacağı "NUMERUS CLAUSUZ" kaidesi ile sayı kuralına bağlanmıştır. Bu sayıyı artırmak ve eksiltmek mümkün değildir (Bkz. MK. m. 641).
    Mülkiyet hakkı, Anayasadan kaynaklanan vazgeçilmez haklardandır (Anayasa m. 35). Yorum kurallarına başvurulurken, mülkiyet hakkının özüne dokunmaya özen gösterilmelidir. Nitekim Anayasa Mahkemesi, 12.10.1976 tarih ve 38/46 sayılı kararı ile; kamulaştırmada tavan bedelin vergi değeri ile sınırlandırılmasının, mülkiyet haklarının özünü ihlal edeceğini, bunun hukuk devleti niteliğine aykırı olduğunu, malikin dava hakkının da sınırlandırılmış olacağını kabul etmiş, böylece kamulaştırma karşılığının tesbit ve tayininde, taşınmaz sahibi tarafından usul ve kanuna uygun olarak verilen vergi bildirgesindeki değerin esas alınması uygulaması kaldırılmıştır. Görülüyorki,niteliği ve ereği tümü ile değişik olan "mülkiyet" ve "vergilendirme" gibi iki anayasa müessesesinin bir tek temelde oturtmakta bir zorunluk yoktur.
    Bu anlatımların ışığı altında; emlak beyanında bildirilen yüzölçümünün bağlayıcı nitelikte olamayacağı ancak, çapı, krokisi olan tapulu taşınmazlarda uygulanabileceğinin kabulünde kuşku ve duraksamaya yer olmamalıdır. Açıklanan nedenlerle yerel mahkeme kararı onanmalıdır.
 
    SONUÇ : Davalı vekilinin temyiz itirazlarının reddi ile direnme kararının yukarıda açıklanan nedenlerle (ONANMASINA), Harçlar Kanununun değişik 13. maddesinin "J" bendi gereğince harç alınmamasına, 30.4.1997 gününde yapılan ilk görüşmede çoğunluk sağlanamadığı için 21.5.1997 gününde yapılan ikinci görüşmede oyçokluğu ile karar verildi.
 
        KARŞI OY YAZISI
    Davacının dayandığı dava dışı 26 sayılı parsele revizyon gören emlak kaydının, 3402 sayılı Kadastro Kanununun 14/A maddesi hükmünce zilyetlik belgesi olmadığı, davacının taşınmazın bulunduğu çalışma alanında kuru toprakta belgesiz zilyetlik yoluyla edinebileceği, ancak davacının 100 dönüm taşınmaz almadığı, bu nedenle davacı yararına zilyetlik yoluyla taşınmaz edinme koşullarının gerçekleştiği sonucuna varılmış ise de kanaatimizce bu görüşe katılmak aşağıda açıklanan nedenlerle mümkün bulunmamaktadır. Şöyleki;
    1 - Ülkemizde; 4.7.1931 tarihli, 1837 sayılı Bina Vergileri Kanunu ve 27.6.1931 tarihli, 1833 sayılı Arsa Vergisi Kanunu ile anılan Kanunlarda değişiklik yapan muhtelif tarihli kanunlara göre, Ülkemizde genel olarak bina ve arazi tahriri yapılmış, böylece vergi kayıtları oluşturulmuştur. 5602 sayılı Kanun ile bu Kanunu yürürlükten kaldıran 509, 509 sayılı Kanunu yürürlükten kaldıran 766 sayılı Tapulama Kanunu hükümlerine göre, bina ve arazi vergileri kanunlarına göre 27.3.1950 gününden önce oluşturulmuş vergi kayıtları zilyetlik belgesi olarak kabul edilmiş; Yargıtay'ın bu davalara bakan Dairelerinin içtihatları ile de aynı doğrultuda uygulama yapılagelmiştir. 1319 sayılı Emlak Vergisi Kanunu ile bina ve arazi vergileri kanunu ile bu kanunlarda değişiklik yapan tüm kanunlar yürürlükten kaldırılmış, anılan Kanun 1.3.1971 tarihinde yürürlüğe konulmuştur. Emlak Vergisi Kanunu ile devletçe genel olarak bina ve arazi yazımı usulünden vazgeçilmiş; bina ve arazi sahiplerinin beyanda bulunması esası benimsenmiştir. 1319 sayılı Emlak Kanununun 24. maddesi hükmü ile de bina ve arazi sahiplerinin beyannamelerini nasıl verecekleri, beyannamenin hangi bilgileri ihtiva edeceği hükme bağlanmıştır. Bu hükme göre, davacının 1977 yılında dava dışı 26 sayılı parsele revizyon gören emlak beyannamesini vergi dairesine verdiği dosya kapsamı ile anlaşılmaktadır. 1977 tarihli emlak beyannamesindeki miktara göre davacı adına dava dışı 26 sayılı parsel tesbit edilmiş olup anılan parsel uyuşmazlık konusu değildir. Uyuşmazlık konusu 29 sayılı parsel, 26 sayılı parselin emlak kaydı miktar fazlasından oluşmaktadır. 29 sayılı parsel üzerinde davacı yararına iktisap koşullarının gerçekleşip gerçekleşmediği uyuşmazlığın ve davanın konusunu oluşturmaktadır. Sayın çoğunluk, emlak beyannamesinin zilyetlik belgesi olmadığı sonucuna varırken emlak beyannamesinde mevki ve miktarın dışında sınırların bulunmadığı, bu nedenle arazi üzerinde uygulanmasının ve kapsamının belirlenmesinin mümkün bulunmadığını kabul etmiştir. Ne varki, 3402 sayılı Kadastro Kanununun 14/A maddesi hükmü ile vergi kayıtları ile birlikte emlak beyan kayıtları da zilyetlik belgesi olarak sayılmıştır. Yasanın açıkça zilyetlik belgesi kabul ettiği emlak beyan kayıtlarının çoğunlukça zilyetlik belgesi kabul edilmemesi yasanın uygulanmaması anlamındadır. Bu görüşe katılmak kanaatimizce mümkün değildir. Kaldıki, mülkiyet belgesi olduğu yasa hükümlerince kabul edilen tapu kayıtlarında mevki ismi gösterildiği halde miktarını ve sınırlarını göstermeyen tapu kayıtları vardır. Ayrıca bağ, bahçe, zeytinlikler için oluşturulan tapu kayıtlarında mevki bulunduğu halde sınırlar ve miktar gösterilmeksizin örneğin, (30 ağaçlı zeytinlik, 100 kök antep fıstığı, 80 üzüm omcası gibi) taşınmaz üzerinde bulunan meyve ağaçlarının adedi gösterilmek suretiyle oluşturulmuş tapu kayıtları bulunmaktadır. Bu nitelikte sınırları ve miktarı gösterilmeyen tapu kayıtları ile eşcar tapu kayıtları dahi mahkemelerce uygulanmakta, kayıtlara kapsam belirlenmekte, kapsam belirlemenin doğru olup olmadığı Yargıtay'ın ilgili dairelerince incelenip karara bağlanmaktadır. Açık anlatımla, davaya bakan mahkemenin taraflardan birinin dayandığı gerek mülkiyet belgesi niteliğinde tapu kayıtları olsun, gerekse 3402 sayılı Kadastro Kanununun 14. maddesi hükmünde sayılan zilyetlik belgesi niteliğinde bulunsun öncelikle uygulanabilir olup olmadığının saptanması, uygulanabiliyor ise, kayıtlara buna göre kapsam belirlemesi bugüne kadar tüm gayrimenkul dairelerince ihtilafsız olarak uygulanagelmektedir. Diğer anlatımla, açıkladığım şekildeki uygulama tüm gayrimenkul dairelerince kabul edilmiş bir uygulamadır. Elimizdeki davada davacı tarafın dayandığı 1977 tarihli emlak beyan kaydı kadastro tutanağının düzenlendiği sırada uygulanmış, kapsamı belirrlenmiş, emlak kaydının dava dışı 26 sayılı parsele ait olduğu belirlenerek yapılan tesbite gerek davacı, gerekse üçüncü kişiler, özellikle Hazine 26 sayılı parsel hakkında itiraz edip dava açmamış, 26 sayılı parselin tesbiti davacı adına kesinleşmiştir. Davacı açtığı davada dava dışı 26 sayılı parsele revizyon gören kayıtlara ve zilyetliğe dayanarak 26 sayılı parsele revizyon gören kaydın dava konusu taşınmazı da kapsadığını ileri sürmüştür. Mahkemece anılan kayıt uygulanmış, eylemli durumda dava konusu taşınmaz yönünün kişi taşınmazları ile çevrili bulunmaması nedeniyle emlak kaydının kapsamı dışında kaldığı kabul edilmiş, ancak ziyletlik yoluyla iktisap koşullarının davacı taraf yararına gerçekleştiği sonucuna varılarak hüküm kurulmuştur. Davacı davasında, 26 sayılı parsele revizyon gören emlak beyan kaydına dayandığına, mahkemecede bu kayıt uygulandığına, diğer anlatımla davacı dahi emlak kaydını zilyetlik belgesi olarak ileri sürüp dava açtığına göre, sayın çoğunluğun emlak kaydını belge kabul etmemesi davacının iddiasına, özellikle bu dosyadaki toplanan delillere ve mahkemenin kabulüne uygun düşmemektedir. Yargıtay 16. Hukuk Dairesi'nin 29.6.1995 günlü, 3822/4662 sayılı ilamı da, 1319 sayılı Emlak Vergisi Kanununa göre verilen beyannameyi zilyetlik belgesi olarak kabul etmiştir. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu'nun 5.2.1997 günlü, 1996/16-924 esas, 1997/42 sayılı kararı da Yargıtay 16. Hukuk Dairesi'nin kabul ettiği şekilde emlak beyannamesini ziletlik belgesi olarak kabul etmiş, yerel mahkemenin direnme kararını oybirliğiyle bozmuştur. Sayın çoğunluğun vardığı sonuç, Yargıtay 16. Hukuk Dairesi'nin 29.6.1995 günlü, 3822/4662 sayılı kararı ile Yargıtay Hukuk Genel Kurulu'nun 5.2.1997 günlü, 1996/16-924 esas, 1997/42 karar sayılı ilamına da ters düşmektedir. Yasalarda ve uygulamada ne değişti ki, Yüce Genel Kurul üç aylık ara ile aynı nitelikteki emlak beyan kaydının zilyetlik belgesi olmadığı sonucuna vardığını anlamak mümkün değildir. Yargıtay kararlarında istikrar unsuru da önemlidir. Bu nedenle sayın çoğunluğun vardığı sonuç 5.2.1997 günlü oybirliğiyle alınan karara aykırı sonuç doğurduğu için çoğunluğun görüşüne katılmak kanaatimizce mümkün olmamıştır.
    2 - Genel Kurul görüşmeleri sırasında 1319 sayılı Emlak Vergisi Kanununun; devlete, özellikle yerel yönetimlere gelir sağlamak amacını güttüğü açıklanmış ise de, emlak beyan kaydının zilyetlik belgesi olduğunu hükme bağlayan 3402 sayılı Kadastro Kanununun 14/A maddesi hükmüdür. Emlak Vergisi Kanununun gelir sağlamak amacına ilişkin bulunması hususu davamızdaki uyuşmazlıkla ilgili bir konu değildir. Yüce Genel Kurulun bu çevçevedeki açıklamalarının etkisi altında kalarak aksi sonuca varmasını anlamakta güçlük çekilmektedir.
    3 - Emlak kaydı zilyetlik belgesi olduğuna ve davacı adına tesbit edilen 26 sayılı parsel ile dava konusu taşınmazın tüm çevresi kişi taşınmazlarıyla çevrili olmadığına, diğer anlatımla, dava konusu taşınmaz yönü açık kaldığına göre, emlak kaydının dava konusu taşınmazı kapsadığı kabul edilemez. Nitekim, mahkeme de aynı sonuca varmıştır. Bu durumda sorun, kayıt miktarı fazlasından oluşan taşınmazın zilyetlik yoluyla iktisap edilip edilemeyeceği konusunda toplanmaktadır. Mahkeme, dinlediği yerel bilirkişi ve tanık sözlerine değer vererek sonuca gitmiş, emlak kaydını delil olarak değerlendirmemiştir. Davacı, dava konusu taşınmaz hakkında ilk kez 1977 yılında emlak beyannamesi vermiş, taşınmazının miktarını 4.000 metrekare olarak göstermiştir. Davacı emlak kaydı miktarında, sonraki günlü vergi beyannamesi ile miktar artırdığını iddia etmemiş, Daire bozma kararı üzerine sonraki günlü beyan kaydı bulunduğunu açıklayarak mahkemeye sunmuş ise de, yargılama aşamasında ileri sürülmeyen hususlar temyizen inceleme konusu yapılamaz. Mahekeme, ısrar kararında dahi sonraki günlü beyannameyi incelememiş, tartışmamıştır. Bu nedenle, miktar artırımına ilişkin belgenin dikkate alınmamasında bir usulsüzlük bulunmamaktadır. Davacı, 1977 yılında verdiği emlak beyannamesinde, taşınmazın miktarını 4.000 metrekare olarak gösterdiğine göre, bu miktarın fazlası taşınmaz kesimi üzerindeki zilyetliğin başlangıcının mahkemenin kabul ettiği gibi bilirkişi ve tanık sözlerine göre 20 yılı aştığının mı kabul edileceği, yada emlak beyannamesini verdikten sonra kayıt miktar fazlasından oluşan bölümde zilyetliğe başladığının mı kabul edileceğinin tartışılması gerekir. Sayın çoğunluk emlak kaydını zilyetlik belgesi kabul etmemek suretiyle bu tartışmaya girmemiştir. Yukarıda açıkladığımız nedenlere göre, emlak beyannamesi diğer anlatımla, emlak kaydı zilyetlik belgesi olduğuna göre bu durumun tartışılması gerekir. Dairemiz çoğunluğu ve gayrimenkul dairelerinin uygulamasına göre uygulanabilen mülkiyet belgesi niteliğindeki tapu kayıtları ile zilyetlik belgesi niteliğindeki vergi ve emlak vergi kayıtlarının genişletilmeye sınırlı bulunduğunun kabulü halinde kayıt miktar fazlasından oluşan bölüm üzerindeki zilyetliğin ilgilinin beyan tarihinden sonra başladığının kabulü gerekeceği yönündedir. Nitekim, Yargıtay 16. Hukuk Dairesi'nin 29.6.1995 günlü, 3822/4662 sayılı oybirliğiyle aldığı kararda aynen. "Davacının 1977 yılında verdiği emlak beyannamesinde 500 metrekare yerinin bulunduğunu bildirdiği, dava dışı 2 numaralı parselin iktisap sütunundan anlaşılmaktadır. Bu beyana istinaden 500 metrekare yer 2 parsel sayısı ile davacıya bırakılmıştır. Bu beyana göre temyize konu edilen 4 ve 5 nolu parsellerin o tarihte davacının zilyetliğinde olmadığını kabul etmek gerekir. Ayrıca, davacı nizalı yerlerin mera olduğunu, 18.8.1977 tarihli idari tahkikat zaptındaki beyanında da belirtmiştir. O halde anılan parseller yönünden davanın reddine ve sınırlandırmaya karar verilmesi gerekirken yazılı şekilde hüküm kurulması isabetsizdir" demek suretiyle yerel mahkeme kararını bozmuştur. Bu gerekçe incelenmekte olan bu davada da aynen vardır. Yargıtay 16. Hukuk Dairesi'nin bozma kararına karşı yerel mahkemece oluşturulan ısrar kararıda Yargıtay Hukuk Genel Kurulu'nun 5.2.1997 günlü, 1996/16-924 esas, 1997/42 sayılı kararı ile bozulmuştur. Bu açıklamalar dikkate alındığında, emlak kaydı miktar fazlasından oluşan dava konusu taşınmaz üzerinde davacının zilyetliğinin emlak beyannamesini verdiği 1977 yılından sonra başladığının kabulü gerekir. Aksini içeren yerel bilirkişi, tanık sözlerine değer verilemez. Bu durumda, kayıt miktar fazlasından oluşan dava konusu taşınmaz üzerinde sürdürülen zilyetlik tesbit gününde 20 yıla ulaşmamaktadır. Açık anlatımla, davacı yararına belgesiz ziletlik yoluyla taşınmaz edinme koşulları gerçekleşmemiştir. Nitekim, Yargıtay Hukuk Genel Kurulu'nun 12.6.1971 günlü, 1967/7-556, 1971/367 karar sayılı kararı da uygulamanın aynı doğrultuda olduğunu göstermektedir. Açıklanan nedenlerle hükkmün bozulması düşüncesinde olduğumdan çoğunluğun görüşüne katılamıyorum.
İçtihat:
Hukuk Forumlarından Seçmeler



YARGITAY KARARLARI :
İçtihat Arama motoru anasayfa   2007   2006   2005   2004   2003    2002    2001    2000   1999    1998    1997    1996   1995   1994   1993    1992    1991    1990    1989    1988    1987    1986    1985    1984    1983    1982    1981    1980    1979    1978    1977    1976    1975    1974    1973    1927-1972

Diğer Bölümlerimiz +
Tüm Hukuki NET forumları + Hukuki Portal + Hukuk Haberleri + Sözleşme ve dilekçe örnekleri + Mevzuat ve bilimsel incelemeler + Hukukçu Blogları + Avukat ilanları + Videolar + Linkler + Ansiklopedi ve Sözlük +

İçtihat Arşivi  Eski içtihat dizini