İtaat; Uyma, dinleme, alınan emre göre hareket etme anlamında bir terimdir. İşkence ise; Vikipedia’nın tanımalamasına göre ister fiziksel olsun ister ruhsal, bir göz korkutma, caydırma, intikam alma, cezalandırma veya bilgi toplama aracı olarak bilinçli şekilde insanlara ağır acı çektirmekte kullanılan her türden edimlerdir.

Bu iki fiil ve eylem insanın kontrolünün yani bireysel tercihlerinin dışında gerçekleşen, daha çok hakim otorite/erk tarafından zorla veya isteyerek yaptırılan kavramlardır.

İki kavramın da temel amacı karşıdaki kişi, grup yada kitleyi otoritenin isteklerine göre hareket etmeye mecbur bırakma, zorlama ve hakim otoritenin düzeninin devamına hizmet etme amacıdır. Tarihin en eski dönemlerine kadar uzanan bu iki kavram klanlar döneminde de modern toplumlarda da aynı amaçlara hizmet etmeleri için çeşitli şekil ve içeriklerde halka veya kişiye empoze edilmiş yada çeşitli yöntemler kullanılarak yürütülmüştür. İnka Medeniyetinin bir günde Tanrı için üç bin insanı kurban etmesi İTAAT kültürünün ne denli kapsamlı ve dini motiflere büründürülerek yapıldığını, Hitler Almanya’sında 1.5 milyon Yahudi’nin fırınlarda yakılması da ‘İtaatkar olmayanların’ nasıl cezalandırılacağını açıklamaya çalışan önemli iki vahim örnektir. Roma İmparatorluğu döneminde bir kölenin ifadesi yalnızca ‘işkence’ altında alınırsa geçerli sayılırdı, Avrupa'nın hemen her yerinde orta ve yeni çağ mahkemeleri davalının suçuna ve sosyal statüsüne göre işkence yaptırmıştır. İşkence adalet sisteminde meşru görülürdü ve itiraf ettirmek, suç ortaklarının isimlerini almak gibi amaçlarla kullanılırdı. Sıklıkla idama mahkum edilen davalılar suç ortaklarının kimliklerini açıklamaları için infazdan önce son bir kez işkenceye alınırlardı. Engizisyon mahkemelerinde işkence kullanımı 1252 yılından itibaren başlanmış ve 1816'da Katolik kilisesi tarafından yasaklanmıştır. Bu zaman aralığında güçlü kimseler kendi işkence odalarını kurmuşlar, toplumun aşağı kesiminden insanları sokaklardan kaçırarak icad ettikleri prosedürleri üzerlerinde uygulamışlar, hangi tekniklerin daha etkili ve vücudun hangi bölgelerinin daha duyarlı olduğunu dikkatli bir şekilde araştırarak uygulamalarını geliştirmişlerdir. (Anlatılanlar tam olarak kastedilmiştir.) Orta çağdan 18. yüzyıla değin işkence yasal soruşturmalar ve mahkemelerde itiraf ve ifade almada meşru olarak kullanılıyordu. Bazı seküler mahkemelerin dini olanlardan daha vahşi uygulamalarda bulunduğu görüldüyse de, Will ve Ariel Durant'ın "İnanç Çağı"nda belirttikleri gibi çoğunlukla en acımasız ve canice işkenceler hükümetler tarafından dik başlı mahkumlar üzerinde değil, dindar rahipler tarafından "kafirler" üzerinde uygulanmıştır. Örneğin İspanya'da Dominikan tarikatına mensup rahipler dehşetli bir şekilde yaratıcı işkenceciler olarak ün salmışlardı. (1)

Bunların yanında sosyal bir varlık olan insanın bir odaya kapatılarak yıllar yılı o insanın orada kalmasını sağlamak ile tehdit yöntemi kullanılarak kişiye belli bir yönde davranmasını sağlamaya kadar bir çok yaşam biçimi ve tarzı da işkencenin felsefesi içerisinde birileri için ‘anlamlı’ hale gelir.

Bu iki temel kavram ilk bakışta sıradan vatandaşın çok fazla uzağında olsa da insan mefhumunun bu iki kavram üzerinden hayatını ve tercihlerini şekillendirdiği de gün gibi ortadadır.

Bizden itaat bekleyen kişi ve gruplara bir göz atalım ve itaat’in hayatımızın tamamında nasıl varolduğunu görelim. Bir baba eşinin ve çocuklarının kendisine, bir maçta hakem oyuncuların kendisine, tüm dinler kendisine inananlardan tanrıya, tüm ideolojiler sempatizanlarından ideologlarına, bir hayvan barınağındaki bakıcı ile herhangi bir çocuk veya yaşlı bakıcısı bakım ve gözetiminden sorumlu olduğu tüm varlıkların kendilerine, devletin tüm kurumları vatandaşlardan kendisine, okuldaki öğretmen öğrencilerinden kendisine, bir amir yanında çalışanlardan kendisine, bir otomobil kullanıcısı otomobilinin kendisine, bir çiftçi ekinlerinin kendisine, bir asker karşıdaki askerin kendisine, kuş besleyen bir kişi kafese hapsettiği minik kuşun kendisine, kumandayı elinde bulunduran bir TV izleyicisinin TV’nin kendisine, bir sevgili partnerinin kendisine, tıraş olmak isteyen bir kişi berberinin kendisine, bir doktor hastasının kendisine ve daha bir çok örnekte herkes her şeyin kendisine itaat etmesini istemektedir. Yani gündelik yaşamın her alanında ya biz birilerine itaat etmek zorundayız yada birilerinin bize itaat etmeye zorlamaktayız. Peki itaat etmek istemeyenin başına ne gelir? İtaat ve işkence kavramlarının yan yana kullanılması bu soru ile vücut bulmaktadır. Yukarıdaki örnekler için birilerinin bu itaatlerin gerekli olduğunu söylediğini duyar gibi oluyorum. Buradaki amaç zorunluluk ve gereklilikleri değil, bu iki kavramın Psiko-sosyal içerikleri ile felsefik kaynaklarının tartışılmasını sağlamaktır.

Sokakta insan hayatının kutsallığından dem vuran, TV’LERDE bu konuların insan hakları boyutlarını tartışan insanların yada gündelik konuşmalarda itaat ettirmediğini yada işkence yapmaktan hoşlanmadığını söyleyen çok fazla sayıda insanla karşılaşırız. Oysa yapılan araştırmalar insanların herhangi bir psikotik hastalık taşımamasına rağmen en az %65’inin yaptıkları işin yıkıcı sonuçlarını apaçık görmelerine rağmen, temel ahlaki değerleriyle çelişen bu görevlerde pek az kişinin otoriteyi reddetme potansiyeli olduğu görülmüştür. Daha anlaşılır bir ifadeyle bir otorite/erk karşısında otoritenin tüm emir ve talimatlarını harfiyen aynı zamanda bu emir ve talimatlar bizim din, ahlak veya hukuki normlarımıza da ters olsa da bu komutları yerine yetirdiğimizi gösteriyor. Milgram deneyi, bu açıklamaların en önemli güncel kanıtıdır.

Yahudileri toplayan, trenlere yükleyen, onları fabrikalara taşıyan ve yakan yada başka tür bir şekilde öldüren kişilerin sayılarını soykırımın yapıldığı coğrafik alanın büyüklüğü ile bunlarda görev yapanların sayıları hakkında bir tahmin yürütülmesi durumunda binlerce insanın bu faaliyette yer aldığı ortaya çıkmaktadır. Tüm bu insanların yapılan faaliyetin insanlığın en kötü katliamı olarak görülmesine rağmen bu faaliyetlere çok az sayıda insanın itiraz ettiği dolayısıyla görevlilerin büyük bir bölümünün talimatları uygulamada tereddüt yaşamamaları erk ve otorite karşısında insanın ne kadar itaatkar olduğunu ortaya çıkartmaktadır. Bunun gibi dünyada yaşanan diğer bireysel ve toplu katliamlarda da bunlar yaşanmaktadır.

İtaat etmeme kültürünün yerleşmesi, yaygınlaşması ve devamının sağlanmasının önündeki en önemli tek engel olarak ‘işkence’ kavramı görülmektedir. İtaat etmeyen bir eş boşanma ile cezalandırılır, bir çocuk tokat yer, bir öğretmen not kırar ve diğer tüm alanlarda itaatin ihlali durumunda mutlaka bir cebri/pasif yöntem kullanılarak işkencenin farklı biçimleri uygulanır. Buradaki temel amaç itaat etmeyi sağlamaktır.

İki tür işkence vardır. Bunlardan birincisi bir grubu veya kitleyi bir konuda itaat etmeye zorlamak bir diğeri ise bir bireyi farklı farklı amaçlar doğrultusunda erk yada otoriteye hizmet etmeye zorlamaktır. Biri işkencenin sosyal(toplumsal) yönünü diğeri ise bireysel yönünü esas almaktadır. İşkencenin hedeflediği tekil yada çoğul hedefe göre tanımı değişmektedir. Birincisinde sosyal işkence ikincisinde tekil işkence söz konusudur. Niceliksel farklılık gösterse de iki işkence yöntemi de çoğul amaç gözetmekte ve işkenceye maruz bırakılan kişi üzerinden bir grup yada toplum hedef alınmakta, yapılan işkence ile hedef kitleler itaate zorlanmaktadır. Yani işkence aslında sosyolojik bir olgudur ve tüm yansımaları, hedefleri birden fazla kişiyi ilgilendirmektedir.

Tekil İşkence, İtiraf almak, sindirmek, korkutmak vb amacıyla kurbanın bedeni üzerinde uygulanan sorgulama taktiği olarak kullanımı günümüze dek en büyük kullanım alanı olmuştur. Sosyal İşkence bir baskı yöntemi olarak veya tehdit olarak algılanan toplulukları kontrol altına alma aracı olarak hükümetlerce/gruplarca topluluklar üzerinde kullanılır. Tarih boyunca, din değiştirme veya politik amaçla sık sık kullanılmıştır.

Tekil işkence de basit olarak beş farklı türde kendini gösteriri;

Fiziksel İşkence: azap vermek için fiziksel acıyı kullanır, ki bu da en bilinen işkence biçimidir.
Psikolojik İşkence: azap vermek için psikolojik acıyı kullanır ve daha az bilinir, çünkü etkileri çoğunlukla başkalarınca görülemez. Nesnesi konumundakinin zihinsel, duygusal ve psikolojik hallerinde acıya sebep olmak için fiziksel olmayan yöntemler kullanır.

Psikiyatrik işkence, siyasî, dinî ya da ailevî sebeplerle "akil" insanlara işkence etmek için psikiyatrik teşhisleri ve bunlara ilintili olarak yapılan tedavileri kullanır. Bu Sovyet Rusya'da siyasî esirlere karşı oldukça sık kullanılan bir yöntemdi. Daha yumuşak biçimleri ABD ordusunda -başka yönlerden akil olsa da- emirlere karşı gelen subaylara karşı uygulanmıştır. Bu tür "sorun çıkaran" üyelerden sakınan kimi dinî grupların da, sahte akıl hastalığı teşhisleri koyarak söz konusu üyeyi devamlı bir ayıplama altında tutmaya dayalı bir tür psikiyatrik işkence kullanmaya çabaladıkları olmuştur.

Psikolojik ve psikiyatrik işkence ile benlik parçalanması yaşayan birey, bir daha kendisini insan yapan en önemli olgusunu gerçekleştiremez. Buradaki temel amaç öncelikle işkenceye maruz bırakılan kişinin kimliği, bilgisi, fonsyonelliği ve kariyeridir. Kişinin sahip olduğu özellikler hedef alınarak o özelliklerin bertaraf edilmesi hedeflenerek kişi bir anlamda nötrleştirilmeye çalışılmaktadır. Bu şekilde yoksunluğa uğrama bilişsel bozukluklara, konsantrasyon güçlüklerine, bellek, konuşma ve yönelim bozukluklarına, kimlik duygusu zayıflığına, büyük olasılıkla görsel ve işitsel halüsinasyonlarla birlikte seyreden psikotik rahatsızlıklara ve duygusal değişkenliğe neden olur.

Farmakolojik işkence, azap vermek ve işkencecinin amaçlarına boyun eğdirmek için kurban üzerinde psikotropik ve/veya diğer tür kimyasallar kullanır.

Porno-işkence, kurbanı videoya kaydedilen veya başkalarınca seyredilen bir ortamda açık cinsel ilişkiye zorlayarak soruşturma, cezalandırma yada tecavüz amaçlı olarak bilinçli fiziksel ve zihinsel acıya maruz bırakma olarak kendini gösterir.

İşkenceye maruz kalmış kişilerin kemiklerde kırık, çıkık, çatlak ve incinme; eklemlerde oynama; kaslarda yırtılma; kronik baş, mide, sırt, kol, bacak ağrıları; parmak, tırnak, kulak, ayak parmağı gibi vücut organlarının eksilmesi; deride kesiklerden oluşan derin izler; sigara, kimyasal madde veya elektrik şokunun yarattığı yanıklar, dişlerde kırıklar; kulak zarı yırtılması, sağırlık, burun kemiklerinde kırıklık, görme yetisinde kayıplar; böbrek ve idrar yolu iltihabı; anüs ve vajina ağzı yırtılmaları, testislerde hasar (kısırlık); kadınlarda düzensiz adet kanamaları gibi fiziksel rahatsızlıklara rastlanmaktadır. Ayrıca işkencenin cinsel taciz veya tecavüz ile birlikte görülmesi durumunda, işkenceye maruz kalan kişide 'cinsel ilişki yoluyla bulaşan hastalıklar' görülebilmektedir.

Sosyal işkencede ise hedef direk bir grup, topluluk yada kitledir. Bu bir inancın mensupları olabileceği etnik bir kimliğe, politik bir görüşe, bir kentte yada başka tür özellikler gösteren kitlelere yönelikte olabilir. Sosyal işkencenin temelinde hedef alınan kitle yada grubun belli bir erk yada otorite karşısında itaatsizlik gösterdiği ve itaat etmeleri gerektiği yönünde varsayılan bir görüş benimsenmektedir. İtaatsizlik gösterenlere kimin daha güçlü olduğu öncelikle öğretilmeye çalışılır daha sonra ise itaat etmeleri istenir. Bu işkence tipi toplu sürülmelerle kendini gösterebileceği gibi nükleer bombalar dahil her tür savaş aracının kullanılması ile de yani toplu katliamlarla da kendini gösterebilir. Sosyal işkencenin hem tarihi hem güncel bir çok örneği vardır. Nakazaki’ye atılan atom bombası ile Japonların itaat etmeleri sağlanmış, itaat etmeyen Gazza’deki Filistinlilerin etrafına yüksek duvarlar örülmüş ve o kitlenin sosyal izolasyon ile itaat etmeleri amaçlanmıştır.(Botları batırılan göçmenler ile Guantanamo üssünde tutuklulara yapılan filer de işkencenin farklı şekil ve boyutlarda tercih edildiğini göstermektedir.) Bu işkence yöntemi aralarında husumet bulunan iki kent arasında bir spor karşılaşması sonrasında görülebileceği gibi farklı dinlerden ve mezheplerden olanların arasında da görülebilir.(ör. İrlanda da ki Katolikler ve Protestanlar, Irak ta ki Sünni ve Şiiler, Bir dönem Amerika da ki Zenciler ve Beyazlar) bazen fiziksel işkence olarak kendini gösteren bu işkence biçimi bazen de ekonomik ambargo olarak kendini göstermektedir. Burada işkence yapanlar her tür yöntem ve unsuru kullanmaktan herhangi bir imtina göstermezler.
İki tip işkence vakalarının görülme sıklığı savaş, işgal, kriz ve isyan dönemlerinde, diğer zamanlara oranla oldukça fazladır. Bu dönemlerde dünyanın pek çok yerinde devletlerin, güvenlik kuvvetlerinin çeşitli kademelerdeki mensuplarına ülkenin bütünlüğünü korumak gerekçesiyle belli talimatlar verdiği bilinmektedir (Nazi Almanya’sı döneminde olduğu gibi). Kültürlere göre değişmekle birlikte işkence bazen gizli ve sessizce (resmen reddedilir), bazen yarı-gizli (bilinir fakat hakkında konuşulmaz), bazen de alenen halk önünde (korku vermek ve mutlak itaati sağlamak için) uygulanmıştır.

Genel olarak kurbanın ortamdaki varlığı arttıkça itaatin azaldığını, otoritenin ortamdaki varlığı arttığında ise itaatin yükseldiğini tespit edilmektedir.

İki tip işkence yöntemini benimseyenlerin ortak özellikleri, tolerans ve hoşgörü konusunda sübjektif yetersizlikleridir. İlkel toplumlar ile Psiko/sosyal gelişimlerini tamamlamamış toplumlarda daha yaygın görülen bu işkence biçimleri modern toplumlarda farklı enstrümanların kullanılması ile de kendini gösterebilir. İşkencenin daha çok geleneksel/feodal kökenli toplum ve kültürlere daha yakın durduğunu da belirtmek gerekir. İşkencenin bir şiddet uygulama olgusu olduğu bilinmektedir dolayısıyla şiddetinde öğrenilen bir davranış olduğu çeşitli araştırmalarla kanıtlanmıştır. İşkenceyi şiddet boyutuyla ele aldığımızda(ki doğru olan budur), itaatsizlik karşısında kişi, grup ve toplumların nasıl bir tepki vermesi gerektiği fenomeninde ’işkenceyi’ aramak gerekir. Öç ve intikam almak, sınıflar arası bakış açısı, statü ve kaynakların nasıl kullanılması gerektiği, cezalandırma, mevcut davranışın ortadan kaldırılması gibi kişi ve topluluklar açısından kendilerine tehdit olarak görülen durum ve olaylar karşısında nasıl davranılması gerektiğine, o grup yada topluluğun din, ahlak, hukuk, etik, gelenek, örfi adetler, vicdan ve kültürün eğitim, ideoloji, yönetimsel sistemler gibi kişide ve grup/toplulukta hakim davranışları oluşturan kaynaklarla da ilgilidir. Örneğin kutsal ve dokunulmaz olarak görülen değerlerin niceliksel olarak fazla olduğu yada bu değerlerin hakim inanca göre ‘her ne pahasına olursa korunması ve kollanması gerektiği gibi niteliksel yoğun bağlılığın arttığı toplumlarda işkencenin daha yaygın ve sık kullanıldığı görülmektedir. Özellikle seküler/laik veya insana verilen değerin arttığı hümanist grup ve toplumların işkenceye görece mesafeli olduğu söylenebilir.

İnsan Hakları Bildirgesi'nde belirtildiği üzere, işkence neredeyse evrensel olarak çok ciddi bir insan hakları ihlali olarak görülür. Üçüncü ve Dördüncü Cenevre Konvansiyonu'nu imzalayan devletler, silahlı çatışma durumlarında korunan insanlara (düşman siviller ve savaş esirleri) işkence yapmayacağını beyan eder ve Birleşmiş Milletler'in İşkenceye Karşı Konvansiyonu'nu imzalayanlar hiç kimseye cezalandırmak, itiraf ya da bilgi almak, onlara ya da üçüncü şahıslara baskı yapmak amacıyla kasten acı ve ıstırap çektirmeyeceğine söz verir. Ancak Uluslararası Af Örgütü gibi kuruluşlar her üç ülkeden ikisinin istikrarlı bir şekilde bu konvansiyon ve anlaşmaların ruhuna uygun davranmadığını bildirmekteler.(1)

Uluslararası anlaşmalar ile sınırlanmaya/engellenmeye çalışılan işkencenin özellikle teknolojik gelişmelere paralel olarak görece azaldığını yada işkenceye maruz kalanların deşifre edilmelerinin eskiye nazaran daha kolay olduğunu söylemek mümkün. Özellikle iletişim araçlarının yaygınlaşması, insan haklarında görece gelişmişlik durumu ve işkenceye karşı kurulmuş olan ‘Uluslar arası Af Örgütü’, ‘Uluslararası Kızıl Haç Komitesi (International Committee of the Red Cross, ICRC)’ gibi kurumlar devletlerin veya grupların tekil veya sosyal işkence boyutları ile ilgilenir, belli aralıklarla raporlar hazırlar ve yayınlar.

Ancak tüm anlaşmalar detaylandırıldığında işkencenin insan onuruna aykırı bir davranış biçimi olduğu vurgulanırken, belli bazı yerlerde önemli boşlukların olduğu görülür. Bu boşluklar yanında işkenceci grup, toplum yada birey hakkında uygulanacak yaptırımların bir ‘temenni’ den öteye geçmediği de göstermektedir. Hal böyle olunca işkenceye karşı uluslar arası bir konsensüs sağlamak, bu davranışları cezalandırmak gibi ortak hareket alanları da oluşturulamamaktadır. Örneğin, İşkenceye Karşı Komite, Birleşmiş Milletler çerçevesinde 1984 yılında kabul edilip 1987'de yürürlüğe giren İşkenceye Ve Diğer Zalimane, İnsanlık dışı Veya Onur Kırıcı Muamele Veya Cezaya Karşı Sözleşme uyarınca oluşturulmuş bir komitedir, yukarıda bahse konu Sözleşmenin ihlallerine ilişkin bireysel başvuruları ve devlet başvurularını inceleyip karara bağlamaktadır. Komite, başvurular haricinde taraf devletlerin egemenliği altındaki bir ülkede işkencenin sistematik olarak yapıldığına ilişkin esaslı bilgilerin bulunması durumunda; ilgili devleti işbirliğine davet etme, gerektiğinde yerinde incelemeleri de içeren gizli/açık araştırma yapma ve araştırmaya ilişkin raporun özetini kamuoyuna açıklama yetkisine sahiptir. Komite, kurulduktan sonra bu yetkisini ilk kez Türkiye üzerinde kullanmıştır. Örneğin Amerika Birleşik Devletlerinin gerek Guantanamo üssünde gerekse Irak ve Afganistan da ki işkencelerine, İsrail’in Filistin de ve dünyanın daha bir çok yerinde kamuoyunun gözleri önünde cereyan eden işkence vakalarına sessiz kalması, sadece Türkiye gibi edilgen durumunda olan ülkelerin günah keçisi yapılması söz konusu komitenin tarafsızlığı ve içtenliği ile ilgili çok ciddi soruları da beraberinde getirmektedir. Yine aynı komitenin Avrupa Birliğine göç etmek için çaba harcayan insanların gemilerinin yada botlarının batırılmasına göz yummaktadır. Aynı zamanda bu tür örgütlenmeler yaptırım gücünden de yoksundur.

Öyle görünüyor ki itaat ettirme yetkisini kendinde görenlerin işkenceyi bir itaat ettirme yöntemi olarak görmeye devam edeceği, işkenceye karşı yapılan sözleşmeler ile bunların uygulayıcılarının tarafgirliği devam ettikçe insanlık onuru bir süre daha işkenceyi yenemeyecektir.

Mehmet BEDİRHANOĞLU/SOSYOLOG
1- http://tr.wikipedia.org/wiki/%C4%B0%C5%9Fkence

mehmetbedirhanoglu@hotmail.com