-
Memleketimden aydın manzaraları
Memleketim aydınları ile ilgili 2 yazıyı aşağıya alıntıladım. İlginizi çekeceğini zannediyorum.
25.07.2007 HÜRRİYET
Cüneyt ÜLSEVER
culsever@hurriyet.com.tr
Türk aydınının çıkmaz sokağı: İdeolojik körlük
Aydının yolu asla çoğunluğun peşinden giden patika değildir. Değil %50'nin, %95'in aynı doğrultuda düşündüğü bir konuda gerçek bir aydın farklı düşünebilir ve farklı görüşünü cesurca ifade etmek o aydının onurunu oluşturur.
Ancak, aydın bilimsel düşünce sistematiğinden zerre kadar nasibini almışsa, zaman zaman kendi kanaatlerini sorgular.
Aydın bilir ki; bilimsel gerçek doğrunun tek olması değil, sadece gerçeği aramanın yönteminin tek oluşudur.
Aydın "doğruları" onları doğrulayan bazı örnekler olduğu için kabullenmez, "doğruların" yanlış olduğunu ispatlamak için tüm çabasını gösterdikten sonra beceremezse kabul eder.
Ayrıca, aydın başkalarının kanaatlerini paylaşmasa da, onların neden öyle düşündüklerini anlamaya çalışır.
* * *
Maalesef, ağızlarından "bilimsel düşünceyi" düşürmeyen bazı Türk aydınları kanaatlerini iman seviyesinde savunmayı hüner sayıyorlar.
Mahallenin laiklik namusunu kurtarmaya kendilerini adamış bu "aydınlar" tek ve değişmez doğrunun sadece kendi beyinlerinde olduğunu düşünmekten, kendi beyin kıvrımları arasına gizlenmiş şaşmaz ve değişmez doğruları bulamayan ahalinin mantıksız, hatta nerede ise akılsız olduğunu söylemekten sıkılmıyorlar.
Bakıyorum, değil kanaatlerini sorgulamak, bazı aydınlar medeni insanın hayatında çeşitli defalar yaşadığı ve hayatın değiştirilemez gerçeklerinden olan mağlubiyeti dahi hazmedemiyorlar.
Her galibin başka bir ortamda mağlup, her mağlubun da galip olduğunu göz ardı ediyorlar.
Açıkçası, bazı laikçi aydınlar 22 Temmuz'da kendi gerçekleri ile hayal dünyaları arasında büyük fark çıkınca mızıtıyorlar.
Örneğin, ülkenin seçkin elitlerinden olduğundan zerre kadar şüphe duymadığım CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen, "Sonuçları mantıkla izah etmek mümkün değil" diyor. Gerekçesi ise CHP'nin miting meydanlarının AKP'ye hırslı vatandaşlar ile dolu olması.
Şimdi "aydın" Onur Öymen'in sözlerini mercek altına yatıralım:
CHP bu seçimde 7.300.234 oy almıştır. Demek ki, bu ülkede Onur Öymen ile aynı fikirde olan 7 küsur milyon insan var. Bu açıdan bakıldığında CHP'nin miting meydanlarına her bir şehirde 10 binlerce, hatta büyük şehirlerde 100 binlerce insanın dolması, hepsinin CHP'ye oy verme mecburiyeti olmasa da, doğaldır.
* * *
Ancak, rakamlarla ilgili başka bir gerçek de AKP'nin bu seçimlerde 16.340.534 oy almış olduğudur. Onur Abi'nin aritmetik bilgisinin seviyesini bilmem ama 16 küsur milyon rakamının 7 küsur milyon rakamından büyük olduğunu bildiğini zannediyorum.
AKP'nin oyları CHP'nin oylarından %224 -nerede ise 2.5 misli- fazla ve bu sonuç CHP açısından ağır bir mağlubiyet!
16 küsur milyon insanın CHP mitinglerine hiç uğramamış olmaları veya katılmış olsalar, hatta arada bir CHP liderine hak verip alkış tutsalar dahi, AKP'ye oy vermiş olmalarında ise hiçbir garabet yok.
* * *
Şimdi bu durumda Onur Abi istemeden de olsa; 16 küsur milyonu insandan mı saymıyor, 7 küsur milyonun mantıklı, diğerlerinin aptal mı olduğunu ima ediyor, yoksa "imanını" sarsamamak için bahaneler mi uyduruyor?
Esas soru şu: Türk aydını, aydın mı?
25.07.2007 SABAH (Yavuz DoNAT)
Aydın (!)
NTV radyonun güzel bir programı var: Halkın Sesi.
Önceki akşam "Halkın Sesi" nin konuğu gazeteci Ruşen Çakır'dı.
"Seçim" konuşuldu.
Bu sırada bir "canlı telefon bağlantısı" oldu. Telefona bağlanan bir
"aydın" kendini tanıttı ve yorumunu yaptı:
- Amerikan halkı aptallık etti, Bush' u 2'inci kez seçti... Bizim halkımız da salaklık ederek AKP' yi 2 ' inci defa iktidara getirdi.
"Aydın" kendi halkını böyle aşağıladığı sürece...
AKP "3' üncü defa da gelir."
-
Re: Memleketimden aydın manzaraları
Alıntı:
Telefona bağlanan bir "aydın" kendini tanıttı ve yorumunu yaptı:
- Amerikan halkı aptallık etti, Bush' u 2'inci kez seçti... Bizim halkımız da salaklık ederek AKP' yi 2 ' inci defa iktidara getirdi.
Amerikalılar ile farkımız demek ki burada, ABD yasalarına göre Bush'un 3. kez seçilmesi mümkün olmamakla birlikte , böyle bir yasak olmasaydı dahi ABD'de Bush 3. kez seçilemezdi...:o
Selamlar,
-
Re: Memleketimden aydın manzaraları
Yukarıda espri ile karışık bir dokundurma bulunmakla birlikte asıl sorun, Türkiye'de aydının kim olduğu üzerinde odaklanıyor.
Aydın kimdir? Hangi niteliklere haizdir? Okumakla aydın olunur mu? Aydın hangi kriterlere göre görüş bildirir? Bilimsel mi düşünür, siyasi mi? Yarım porsiyon aydınlık, liberal aydınlar için yeterli midir? Ülkesine ve ülke çıkarlarına ne olursa olsun (bilimsel bir gerçekliğe dayanmasa da, aksine saygı duyarım, eleştirilecek birçok yanımız var) muhalefet aydın olmanın önşartı mıdır? Ezber bozmak iddiasında olmak ama ezberi yerinde olmamak, fikren aydın geçinip yine sadece fikirleri ile bir düşünceyi savunanları deşifre ederek hedef haline getirmek, sosyalist olduğunu bağırıp emperyalizme tek eleştiri getirememek ama emperyalizmin kuklalarının karar verdiği oylarla Meclise girip sonra solculuk oynamak aydın olmak mıdır? Sol aydın olur da sağdan aydın olmaz mı?
Soruları çeşitlendirebiliriz.Siz söyleyin aydın kimdir?
-
Re: Memleketimden aydın manzaraları
Bildiiimmm......... UFUK URAS
-
Re: Memleketimden aydın manzaraları
Bilemedin... Orada baskın, taner, mehmet, murat, zafer ve bilumum 2.sinden cumhuriyet güruhu da var.
-
Re: Memleketimden aydın manzaraları
Alıntı:
emperyalizmin kuklalarının karar verdiği oylarla Meclise girip
BU NE??? Sen yazmadın mı bunu? Var mı meclise giren başkası? Zafer mi? O ne zaman sosyalist olmuştu hatırlayamadım?
-
Re: Memleketimden aydın manzaraları
O virgülden sonra sonuncusuydu...
-
Re: Memleketimden aydın manzaraları
"Üslupta küfür ve hakaret, içerikte iktidar dalkavukluğu ve geniş kitlelerin anti demokratik eğilimlerini okşamak, 2003 Türkiyesi'ndeki "Sözde Aydınların" en önemli özelliği."
Emre Kongar
2003 Yılında Türkiye'de Aydın Olmak
-
Re: Memleketimden aydın manzaraları
Aydın, etrafına nur saçan insan demektir. Nur,ışık demektir.Ampul de etrafına nur saçar. Dolayısıyla ampul aydındır, ya da aydın ampuldür.Tek sorunu devre kesiciyle oynadığınızda nur'u söner, tıkladığınızda yine nur saçmaya devam eder. Bir yanar, bir söner.Ampulün içinde elektrik teli vardır, ışık bu telden yayılır. Zamanla bu tel kopar ve o ampul ebediyyen söner.Farketmez General Elektrik durmadan ampul üretmektedir. Ürettiği ampulleri dünyanın 4 bir yanına ihraç eder. O ampuller özellikle geri bıraktırılmış ülkelerde bir farklı yanar, voltaj düzensizliği nedeniyle pırpırlar.Tabii bu da ampulün ömrünü kısaltır. Az gelişmiş ülke aydınları da yeterli voltajı alamadıklarından sürekli pırpırlanırlar. Gelen voltaja göre ya çok parlaktırlar ya da çok sönük. Bilir misiniz ampulün yaydığı enerjinin sadece %20'si ışıktır, gerisi ısıdır.Bizim aydınlarımız da daha çok ısı yayarlar, ısınan toplum genleşir, uzar,şişer,gerilir.General Elektrik, daha az ısı veren ama daha çok ışık yayan ampuller de üretmiştir ama bunlar çok pahalıdır, her eve giremezler herkes satın alamaz pahaları çok yüksektir ama iyi iş görürler.Zafer ucuz ampuldür ama Ergun pahalıdır, varsın olsun 2 si bir arada fluoresan baskın, yılbaşı mumu taner ile birlikte iyi iş çıkaracaklardır.
-
Re: Memleketimden aydın manzaraları
Atatürk'ü özlemeyen , onun ampulünden nasiplenememiş nuru ve eşinin ismi ile mütenasip ışık yayan emreyi unuttuk yine tüüühh...
-
Re: Memleketimden aydın manzaraları
Alıntı:
Nur Çintay/Radikal
Atatürk'ü özlemeyenimiz var!
Bu 70 milyonluk dev ailede neden türbanlı yokmuş da, ne kadar Beyaz Türk aileymiş de, Hürriyet'in son reklam filmi üzerine pek çok şey söylendi. Ben şunu merak ediyorum: Ferzan Özpetek, insanları yemek masası etrafında toplamadan, artık 20 saniyelik reklam filmini bile bitiremiyor mu?
Asıl dikkatimi çeken, yine Hürriyet'in, gazetede yayımlanan yarım sayfalık ilanı. Aşağıda 'Biz 70 milyonluk dev bir aileyiz' cümlesi.
Mustafa Kemal'in verev çizgili kravatına doğru da yine hafif verevlemesine yerleştirilmiş bir soru:
'Onu özlemeyenimiz var mı?'
Evet, var! Ben mesela, Atatürk'ü özlemiyorum.
Çünkü onunla hiç tanışmadım, kokusunu bilmiyorum.
İnsan, kokusunu bilmediği birini özlemez.
Sevgilini özlersin, eşini, anneni, babanı, çocuğunu, kardeşini, belki yakın akrabalarını, hepsini değil... Yakın arkadaşlarını, bazen uzak arkadaşlarını da... Ama mutlaka tanıdığın, ilişki kurduğun insanları. Bir süre görüşememişsindir, göreceğin gelir, özlersin...
Atatürk'ü özlemek, bu açıdan hiç anlamadığım bir şey. Yıllardır
10 Kasım'larda, 29 Ekim'lerde gazeteler 'Özlüyoruz' sürmanşetiyle çıkıyor. Saygıyla anıyoruz, elbette ve daima, ama birlikte rakı içmediğim, yemeğe geçmediğim, dans etmediğim, dedikodu yapmadığım, tenine hiç değmediğim birini özlemeyi doğrusu içim anlamıyor.
Ayrıca da 'Özlemeyenimiz'i hatasız yazıp sürçmeden okuyabilene bir ödül verilmeli. Doğum günü Hürriyet'i hiç fena olmaz!..
Buyrun size Türkiye aydını:(
-
Re: Memleketimden aydın manzaraları
Alıntı:
Ayrıca da 'Özlemeyenimiz'i hatasız yazıp sürçmeden okuyabilene bir ödül verilmeli.
Zaten eleştirimiz, (halkı asla hakir görmeden, çünkü bunda onların hiçbir suçu yok,suç bizde, eee ne ekersen onu biçersin) hatasız yazamayıp, dili ancak sürçerek okuyabilenlere...
Normaldir, aydın olmak her zaman aydınlık olmayı gerektirmiyor, popülizm (İlkelerden Halkçılık demek değildir) had safhada ise ve bu bilinçli olarak kullanılıyorsa aydınlarımız ile ne kadar gurur duysak azdır...
-
Re: Memleketimden aydın manzaraları
Benim köyümde geçeleri aydınlatsın diye kullandığımız lambalar vardı ona iş çıkarmasın diye üzerine çilet koyarlardı şimdiki bazı aydınlarımız aynen öyle
Ağız tadıyla yalakalık yapıp bazı çevrelerle iyi geçinmesinin yolunu bulmuşlar yuvarlanıp gidiyorlar.!
Hasan dağı arpalıktır,eyer
Saban yürürse
Her derde bir değirmen,eyer suyu gelirse
Her kümeste birer tavuk
Eyer köylü verirse
Güzel gidiş bu,eyer sonu gelirse!
Hasan Pulur.
Hak bellenen yolda gerekirse yanlız yürüneçektir.
-
Re: Memleketimden aydın manzaraları
"Tahsil cehaleti alır, eşeklik baki kalır" diyen şair (yanılmıyorsam Ziya Paşa) acaba hangi aydınımızı anlatmaya çalışıyordu?
-
Re: Memleketimden aydın manzaraları
Sn. Bilgili,
Sözün sahibi Ziya Paşa olmayıp, laedri de olsa, sözün hedefi ben ve benim gibi düşünenler ise, uzun kulaklı arkadaşlarımıza benzetilmekten rahatsız değilim.
Genelde bizim familya o eşsiz içgüdüleri ile depremi erken haber verir. O yıkıntıdan ilk kurtarılacak olarak :o kaydınızı yapıyorum.
Selam ve sevgiler,
-
Re: Memleketimden aydın manzaraları
Konu aydın olunca , o güzel şarkının sözlerini alıntılayıp rahmetli Cem Karaca'yı anmamak olmaz.
Yarım Porsiyon Aydınlık
Her zamanki köşenizde
Her zamanki barınızın
Önünüzde viski ve havuç
Ve bir eliniz çenenizde
Kaşınız hafifçe yukarıda
Bakışlarınız ne kadar bilgiç
Hiçbirşey üretemeden
Sadece eleştirirsiniz
Sinemadan siz anlarsınız
Tiyatrodan, müzikten
Heykel, resim, edebiyat
Sorulmalı sizden
Ekmeğin fiyatını bilmezsiniz
Ama ekonomi, politika
Karılarınızı döverken siz
Ne kadar bilimselsiniz
Bu yaz yine güneydeydiniz
Bol rakı, güneş ve deniz
Herşey bir harikaydı
Ancak yerli halkı beğenmediniz
Burda da, orda da o aynı barlar
Hep o aynı yarım porsiyon aydınlık
Aynı çehreler, aynı laflar
Vallahi hiç değişmemişsiniz
-
Re: Memleketimden aydın manzaraları
Alıntı:
Av.Abbas Bilgili rumuzlu üyeden alıntı
"Tahsil cehaleti alır, eşeklik baki kalır" diyen şair (yanılmıyorsam Ziya Paşa) acaba hangi aydınımızı anlatmaya çalışıyordu?
Bu sorunun cevabı herhalde sizde gizli Abbas bey, söyleseniz de biz de öğrensek hani? Mesela bana göre Nur Çintay'ı kasdetmiş olabilir, belki de Cüneyt Ülsever'i ne dersiniz???
-
Re: Memleketimden aydın manzaraları
Sayın Gür ve Sayın milo;
Açıkçası ben hiç kimseyi ima etmeden, konuya renk katsın diye o sözü alıntıladım.Söyleyenin Ziya Paşa olup olmadığını kesin olarak bilmiyorum, sadece tahminen Ziya Paşa olarak belirttim. Sanıyorum bizdeki aydın sorunu yeni değil, hayli eskilere dayanıyor. Cüneyt Ülsever o kategoriye girer mi girmez mi bilmiyorum, ama benim beğendiğim bir yazardır. Nur Çintay için yorum yapma gereği duymuyorum. Sayın Gür'ün listeye bizi de alması "kendisi ile birlikte" olduktan sonra mahzuru yok diye düşünüyorum. Ama şimdi Fırat "beni niye listeye almıyorsunuz" diyerek alınganlık gösterirse sorunu çözmek Sayın Gür'e düşüyor.
Selamlar.
-
Re: Memleketimden aydın manzaraları
Aydınlar ve eleştiriler (1)
Aydınların her tür düşünceye, görüşe, metne eleştirel olarak yaklaşmaları doğaldır. Aydınların hiç kuşkusuz en önemli görevlerinden biri de bu. Milliyet yazarı Taha AKYOL da, Barolar Birliği’nin Anayasa Önerisi’ni eleştirmiş, “Barolar Birliği taraf mı, bir kulüp mü” diye sormuş. Sayın AKYOL bir aydın olarak, tabii ki eleştiride bulunacak. Bu, bir anlamda görevi de. Üstelik tüm anayasalar gibi, TBB Anayasa Önerisi de eleştirilebilir.
Ancak 2008’de istersek bir anayasa yapalım, istersek de bir anayasa önerisini eleştirelim, önce bir noktada anlaşmamız gerek. O da şu; hem anayasa önerilerinin, hem de eleştirilerin, her şeyden önce “çağdaş demokrasi” anlayışı ve ilkeleri çerçevesinde yapılması gerekir. Yani “metin ne kadar demokratik ya da değil, çağdaş demokrasinin ilkelerini ne kadar yansıtıyor ya da yansıtmıyor”, tüm tartışmanın bu kavram ve değerler üzerinden yürütülmesi gerekir. Tabii demokrasi dışında bir rejim ya da “modası geçmiş bir çoğunlukçu demokrasi” beklentisi ve umudu içinde değilseniz. Yani temel referansınızın sadece “çağdaş demokrasi ve ilkeleri” olması gerek.
Dolayısıyla anayasanız, “ÇAĞDAŞ demokrasi” anlayışı çerçevesinde, her şeyden önce KATILIMCILIĞI sağlamak zorunda. Nitekim, TBB anayasa önerisi de, çok geniş bir siyasal katılım sağlamaya çalışmış, (madde 38- 40-46) hatta bugüne kadar olmayan yeni katılım yolları önerilmiş (madde 6 ve 41). Sonra geniş bir TEMEL HAK VE ÖZGÜRLÜKLER listesi geçerli olmalı. Nitekim TBB önerisinde çok geniş ve güvenceli bir hak ve özgürlükler listesi getirilmiş. Sosyal haklar geliştirilmiş, insan onuru, barış hakkı, gelişme hakkı gibi yeni hak kategorileri getirilmiş. Kadın-erkek eşitliği çerçevesinde, ilk kez kadınların temsili ilkesine (madde 11, 45, 59, 92, 139, 141, 144) yer verilmiş. Daha sonra anayasanız, ÇOĞULCULUK ilkesine dayalı olmak zorunda. Yani değişik görüş, düşünce, ideolojiler var olacak ve bunlar güvence altında olacak. Aynı yönde, KURUMSAL ÇOĞULCULUK da sağlanmalı. Yani bir bölümü halk tarafından seçilen, birbirinden ayrı kurumlar (bağımsız yargı, özerk kuruluşlar, bağımsız idari kurumlar gibi) varolacak, bunlar birbirlerini dengeleyecek, frenleyecek. Ve son olarak, yargı bağımsızlığını da içeren HUKUKUN ÜSTÜNLÜĞÜ geçerli olmak zorunda.
Nitekim TBB önerisinde, bu ilke çok geniş biçimde uygulamaya geçirilmiş, yargı bağımsızlığı düzenlenmiş (madde 152-157); anayasa şikâyeti gibi bir hak arama yöntemi de (madde 166) ilk kez sisteme dahil edilmiş.
***
Ama sadece “öneriler” değil, eleştirilerinizin de AMACI aynı olmalı. Yani çağdaş bir demokrasi anlayışına uygun mu, değil mi? Konu bu olmalı. Örneğin “bu kurum demokrasiye uygun değil” ya da “temel hak ve özgürlükler güvencesiz kalmış” ya da “yargı bağımsızlığı yeterli değil” denmeli. Denmeli ki, “demokrasiyi gerçekleştirebilelim, eksikleri giderelim.”
Ama Taha AKYOL’un TBB Anayasa Önerisi üzerindeki eleştirileri ÇOK İLGİNÇ! Demokrasinin ilke ve kuralları ile ilgili hiç ELEŞTİRİ YOK. Örneğin “TBB önerisinde katılım yetersiz ya da çoğulculuk güvencesiz” gibi bir eleştiri yok. Veya “özgürlükler iyi düzenlenmemiş” de yok. Pekiyi neyi eleştirmiş? Sayın AKYOL’un eleştirileri tamamen BAŞKA alanda:
1) “Barolar Birliği’nin yeni metninde ÜÇ DEFA Atatürk’ten bahsediliyormuş. Atatürk milliyetçiliği ve Atatürk ilkeleri vurgulanıyormuş.” 2) “Taslakta, ‘aydınlanma’ bir devlet görevi haline getiriliyormuş.” “Aydınlanmanın devlete görev olarak yüklenmesi, belgenin nasıl bir siyasi görüşle hazırlandığının göstergelerinden biriymiş ve totalitarizme açıkmış.” 3) Daha sonra “kamu yararı” diye bir kavramın kullanılmış olması çok yanlışmış. “Kamu yararı şartını koymak, mevcut içtihatların bile gerisinde devletçi bir yaklaşımmış.”
4) Ayrıca “Anayasa değişikliklerinin esas açısından denetlenmesi” de, Sayın AKYOL’a göre çok yanlışmış. 5) Ve tüm bu demokrasiye aykırılıkların(!) nedeni de; “yapanların içinde, hiç liberal anayasa hukukçusu olmamasıymış.” İLGİNÇ noktalar doğrusu. Onları da bir dahaki yazıda ele alalım.
Süheyl Batum / VATAN
-
Re: Memleketimden aydın manzaraları
Neyse ki hala gerçek anlamda aydınlarımız var...
Söyle bakalım türbanla yoğurt mayalayabilir misin?
Latife Tekin'in en belirgin özelliği ne diye soracak olursanız, benim cevabım farklılığı olacaktır. Kesin farklı bir kadın. Cesur ve kimselere benzemiyor.
İki farklı adamdan biri erkek, biri kız iki çocuğu var. İkisi de onun yanında. Güçlü ve özgür bir kadın. Kendine güvenen bir kadın. Doğal bir kadın. Bütün bu özellikler de onu çok güzel kılıyor. 10 yıldır Bodrum, Gümüşlük'te yaşıyor. Son kitabı Muinar bir kadın manifestosu. İçinde türban masalları var. Türbana bakışı da farklı, başka bir perspektiften. Türban bu ülkede uzun zamandır konuşuluyor, tartışılıyor. Bence Latife Tekin de ciddiye alınması ve tartışılması gereken şeyler söylüyor...
Son kitabınızın adı Muinar. Bir kadın manifestosu. Aynı zamanda türban masalları. Hangi saikle yazdınız?
- Muinar, benim içimde uyanan ölümsüz bir ruh. On bin yaşında bir kocakarı...
Ooooooo!
- Evet, evet. Şaşacak bir şey yok, ben bütün kadınların içinde bir kocakarının saklı olduğuna inanırım. Muinar bana dünyadaki ilk kadından bu yana, biz kadınlar neler yaşadık, nasıl var olduk, kadın olarak kendimizi nasıl taşıdık, bugünlere nasıl geldik bunları anlatıyor. Gerçekten de bir fısıltı gibi uyandı içimde. Ben sordum o anlattı, hikaye derinleştikçe derinleşti. Haliyle, konu kadınların örtünme meselesine de geldi.
Kadın meselesi, türban üzerine yazabilmek için muhtemelen bir araştırma yaptınız. Ne kadar derine gittiniz? Örtünme ne zaman başlıyor?
- Ben 17-18 yaşından itibaren kadın hareketinin içindeydim. Kadınlar hakkında düşündüm, okudum, o yıllardan beri de bu konu üzerine çalışıyorum. Muinar'ı yazarken de bir sürü şeyi yeniden okudum. Tamam, insan doğa karşısında zayıf bir varlık, ilk önce korunma içgüdüsüyle örtündü. Ama türban, böyle bir şey değil. Bazı kadınların başlarını örtmesi, kendilerini diğer kadınlardan ayırmaları Sümerler'le başlıyor. Türban adını verdiğimiz o üniformaya gelince, biraz daha alengirli bir mesele. Türkiye'de geçmişi pek gerilere gitmiyor, yeni bir şey, üstelik şehirlerde çıktı. Bizde, her iktidara gelenin bir şapkası var dikkat ettiyseniz. Atatürk'ün kalpağı, Demirel'in fötr şapkası, Ecevit'in kasketi, Özal'ın kovboy şapkasını da unutmamamız lazım. Tayyip Bey'in görünürde bir şeyi yok ama aslında var. Şapka cinsiyet ve biçim değiştirdi diyorum ben, Tayyip Bey'in şapkası bugün Emine Hanım'ın başında. Tanrısal anlamı bir yana; türbanı, iktidardakilerin kendilerini diğerlerinden ayırmak için kullandıkları bir simge olarak değerlendiriyorum ben.
TUHAF OLAN AYNI BİÇİMDE SARIYOR OLMALARI
Sizce türban kadınların kendi iradeleriyle karar verdikleri bir örtünme biçimi mi? Yoksa, erkeklerin dayatması mı?
- Ben herhangi bir soruya cevap ararken doğaya bakarım. Doğa bize yalan söylemez. İnsan dışında, doğada başına bir şey şeyler geçiren, bez dolayan başka bir canlı var mı? Yok. Diğer canlılar, kendilerini, nasıl var oldularsa öyle taşıyorlar. Sadece insan, kılıktan kılığa giriyor. Başı kıymetli tabii insanın, beyni var, hassas bir organ, orayı korumak ihtiyacı hissedebilirsin, o nedenle de bir şeyler sarabilirsin kafana. Ama burada tuhaf olan, bütün bu insanların hep aynı biçimde sarıyor olması. Ben kafayı buna takıyorum. Tabii bir de şu var: Dünyayı kadınlar yönetiyor olsaydı, takarlar mıydı başlarına örtü? Hiç zannetmiyorum. Tabii ki erkeklerin dayatması. Erkekler olmasa, kadınlar başlarını örtmeyecekti. Karşı cinsle bir mesele var yani.
Ama "Ne alakası var ben kendi isteğimle örtündüm!" diyen bir sürü kadın var. Bir kadının aile ve mahalle baskısı olmadan örtünmesi mümkün değil mi?
- Benim de kendi isteğiyle örtündüğünü söyleyen dostlarım var. Onlarla aramızdaki tartışma şu: İyi tamam, örtünmek istediniz, böyle bir ihtiyaç hissettiniz, o zaman başınıza bir şey atarsınız ama bu yaptığınız şeyin bir formu ve biçimi var. Bu, tasarlanmış bir şey. Herkes aynı anda, aynı şekilde kapanmayı adet edinmiş. Neden? Örtünmenize karşı değilim, örtünün, bu sizin kendi seçiminiz ama aynı biçimde örtünmeniz irkiltici. Üniforma gibi. Eğer inancınız doğrultusunda, Allah'a kendinizi daha yakın hissetmek ya da sevdirmek için yaptığınız bir şeyse, bunun bir ortak biçimi olamaz. Bana doğal gelmeyen bu. Bir de tabii, biz nasıl doğduysak, öyle yaşayıp gitmeliyiz, başımız, alnımız açık. Bizimle birlikte dünyada var olan erkekler kapanıp örtünmezken, biz niye örtünelim?
Sizce, türban kadının nesine aykırı?
- Nesine uygun ki! Varlığına mı, doğasına mı? Bedenimizi, saçlarımızı kapatıyorlar. Oysa saçlarımız tel tel, bunun bir anlamı var. İçinde hava gezsin dolaşsın, rüzgar uçuşsun, hava alsın kafamız diye. Bunu sürekli bir bezle sıkı sıkıya kapamak, insanın doğasına aykırı bir şey.
Sizce kadının hangi özelliğini bastırmaya yönelik bir şey bu?
- Kadın, kışkırtıcı, lanetlenmiş yaratık olarak değerlendiriliyor. Şeytan, içine girmiş ya...
Niye bu şeytan, sadece kadının içine giriyor da, erkeğe bir türlü uğramıyor...
- Erkeğin içine de giriyor ama erkeğin şeytanı serbest. Güç ve iktidar sahibi olduğu için, erkeğin şeytanıyla başı hoş. Kadın ise baskı altında. Gerçekten de kadın, uzun yıllardır yönetemiyor dünyayı. Her şey erkeklerin kontrolünde ve hayat, onların istediği bir biçimde örgütlenmiş. Kadın da haliyle kendini erkeğe bağlı tarif ediyor. İtiraz ettiğim şeylerden bir de bu: Türbanı konuşurken, hep karşı cinsle ilgili bir şeymiş gibi konuşuyoruz. Kadınlar olarak kendimize dair şu soruların cevabını vermiyoruz: Dünyada biz niye varız? Var olma sebebimiz nedir? Erkekleri kışkırtmak için mi varız? Bu mudur yani? Kışkırtmamamız için, kafalarımızı bezle örtmemiz mi gerekiyor! Bizler, bezsi ve çaputsu yaratıklar haline dönüştük. Hele Anadolu'daki kadınların hali çok hüzün verici. Bezlerden, kumaşlardan görünmüyor. Pardösülerin içinde iki büklüm olmuş haldeler. Dişilikten tamamen budanmış bir görüntü, estetik de görünmüyor...
Ya büyük şehirlerde durum ne?
- Türban artık bir sektör, varlıklı insanlar şehirlerde göze hoş gelebilecek bir biçimde örtünebiliyor, gençler renklendiriyorlar da ama yine de benim gözümü rahatsız ediyorlar. Her zaman olduğu gibi yoksulların durumu içler acısı. Bedenleri içe doğru bükülmüş, ifadeleri solmuş...
Benim anlayamadığım bir şey daha var: Kafamızı örttüğümüz bez parçaları, erkeklerin bize şehvet duymasını nasıl engelleyebilir? Hayal gücü diye bir şey var, adam seni arzulayacaksa sen ne yaparsan yap arzulayacaktır...
- Tabii öyle. Bir de şu mesele var: Kadınların şehvet hisleri ne olacak? Yani şehvet, sadece erkeklerin duyduğu bir şey midir? Tuhaf değil mi, hep erkek merkezde. Şehvet duyacak olan erkek, namusu korunacak olan erkek. Sorun şehvetse, bizim de böyle hislerimiz var. Neden bütün tedbirler kadına getiriliyor da erkeğe getirilmiyor? Getirilsin, onlar da örtünsün!
Peki sizce kadınlar neden isyan etmiyor? Neden kapanmak, örtünmek normal geliyor?
- "Kadınlar sokağa çıkamıyor, ama türbanlarını takınca bu hakkı elde ediyorlar. Türban kadınlar için bir özgürleşme aracı" diyenler var. Ben katılmıyorum. Türbanı tek başına konuştuğumuz zaman doğru olabilir ama büyük fotoğrafa baktığımızda, iktidarda olan partinin bayraklaştırdığı bir simge. Hiç de masum değil.
Bazı liberal aydınlar, türbana anlayış gösterirken, hatta desteklerken siz neden göstermiyorsunuz?
- Çünkü ben liberal aydın değilim! Zaten anlayış göstermenin bile, bir yukardan bakmak olduğunu düşünüyorum. Ben kendimi, türban takan kadınlara anlayış gösterecek bir konumda tanımlamıyorum. Ben size duygularımı söylüyorum. Türban beni irkiltiyor, göz sinirlerimi geriyor, ruhum kaldırmıyor, boğulma hissi geliyor. Emine Hanım'la Hayrünnisa Hanım'ın yan yana fotoğraflarını basıyorlar, bakamıyorum, gözlerimi kaçırıyorum, rahatsız oluyorum, bende ruhsal bir sıkışma yaratıyor.
Neden bu kadar tepkilisiniz?
- E çünkü ben kendileri örtünmediği halde, türbana destek veren insanları anlayamıyorum. Merak ediyorum nasıl bir ortamda yetiştiler? Bir kız çocuğu olarak, bir genç kız olarak özgürleşme mücadelesi verdiler mi? Erkek baskısından, mahalle baskısından kurtulmak için çaba sarf ettiler mi? Ben örtü baskısı yaşamadım ama kadınların üstünde çok ciddi bir baskı olduğunu hep bildim. Ve özgürleşebilmek için çok ciddi bir mücadele verdim.
Nasıl bir mücadele?
- Ben Beşiktaş'ta büyüdüm, Hayrünnisa Hanım'ın büyüdüğü yerde. Beşiktaş, Kayserililerin çok yoğun olduğu bir bölgedir. İnanılmaz bir hemşerilik baskısı vardır. Hep denetlenirsin, nereye gidiyorsun, nereden geliyorsun, ne yapıyorsun? Yani mahalle baskısı denen şeyi ben küçükken çok net ve güçlü bir şekilde yaşadım. O durumda yapılabilecek iki şey var: Ya onların görmek istediği gibi akıllı uslu bir kız çocuğu olursun, icabında başını da örtersin, başını örtmüyorsan bile namusuna halel getirmezsin, utandırmazsın mahallenin erkeklerini... Ya da o baskıdan kurtulmak için, onlarla kavga etmeye başlarsın. Ben çocukluğumdan beri bunu yaptım. O yüzden türban benim için irkiltici. Örtünen kadın benim için, erkekle uzlaşmış, onun baskılarına boyun eğmiş kadın anlamına geliyor. Böyle özgürleşme olmaz. Böyle, sadece erkeğin koluna girersin, onunla uzlaşırsın.
Mutlaka aksini söyleyecek kadınlar vardır...
- Tabii. Diyebilir ki, "Benim özgürlüğüm değil mi, istersem uzlaşırım sana ne."
Bir de tabii şöyle diyebilirler: "Bunun erkeklerle uzlaşmakla alakası yok, bu benim inancım, kutsal kitabımın gereklerini yerine getiriyorum!"
- Kitapta böyle bir şey yazmıyor. O kadarını biliyoruz. İlla örtünün diye bir şey yok. Allah sevgisi için örtünmek gerektiğini de zannetmiyorum, erkeğin sevgisi için olabilir ama...
Peki bir kutuplaşma, bir iddialaşma yüzünden birtakım genç kızların okuyamaması sizi üzmüyor mu?
- Üzmez mi? Üzüyor. Ben zaten kadınlar türban takmasınlar demiyorum ki, istediklerini yapsınlar ama ben de bütün bu olup biten karşısında ne hissediyorsam söyleyebileyim.
Okumak için başka ülkelere gitmek zorunda kalmaları acıklı ve tuhaf gelmiyor mu?
- Valla hiç okuyamayan gençlerin dramı bana daha acıklı geliyor! Onların hiç değilse paraları var, gidiyorlar...
Sizin için bu türban meselesinin en can sıkıcı tarafı ne?
- Kadınların buna heves ediyor olması. Beni ilgilendiren, kadınların özgürleşmesi. Dünyanın her yerinde erkekler ellerini kollarını sallayıp nasıl rahat rahat dolaşabiliyorsa, kadınlar da aynı hakka sahip olmalı diye düşünüyorum. Biz kadınlar, geceleyin türban taksak da takmasak da, ıssız bir sokaktan geçerken korkuyoruz. Türban takan kadınlar, bir biçimde belki daha korunmalı durumdalar. Hani, "Ben sizin kurallarınıza uyuyorum, örtülüyüm, sahibim var, namusluyum" falan filan. "Bana saldırmayın, ötekilere saldırın" gibi bir şey de yansıyor, ister istemez. Erkeklerin sokağında, erkekleri rahat ettirecek bir şekilde giyindikleri için, böyle giyinmeyen kadınları yalnızlaştırıyorlar, ötekileştiriyorlar. Ama yine söylüyorum, türbanlı ya da türbansız, kadınlar derin bir korku taşıyorlar içlerinde. Beni işte bu korkuyla yüzleşebilmek, bu korkudan kurtulabilmek ilgilendiriyor. Bunun da yolunun, kafamıza, sağımıza, solumuza bir şey sarmaktan geçtiğine inanmıyorum. Tersine, bedenimizi bütün doğallığıyla taşıyabilmemiz, saçımız başımızla, doğuştan gelen var oluşumuzla daha barışık olmamız gerekiyor. Kadınların korkularının örtündükçe derinleşeceğini düşünüyorum.
Bu konuştuklarımız, bir kız annesi olarak sizi ne kadar endişelendiriyor?
- Anlatamayacağım kadar çok. Ben Türkiye'de bir yeraltı kadın hareketinin olması gerektiğini düşünüyorum. Türban takanlar bunu nasıl örgütlü ve güçlü bir biçimde ifade edebiliyorlarsa, bizler de kendi duygularımızı çok açık ve kuvvetli bir biçimde ifade etmeliyiz. Özgürlük alanımızın daraltıldığını hissediyorsak, buna izin vermemeliyiz. Böyle bir örgüt olsa, kızımla ben bir direniş hücresi oluştururum hemen!
TÜRBAN İLE TÜLBENT ARASINDAKİ FARK
Başörtüsü yani tülbent büyükannelerimizin geleneksel örtüsü. Yumuşacık bir dokusu var, doğal ve pamuklu. Kadınlar onu kendilerince bağlıyorlar. "Erkeğin örtüsü" anlamını aşındırmışlar, hafifletmişler, bir mutfak aleti gibi kullanıyorlar. Şöyle üzerlerinden atıveriyorlar. Türban gibi ağır, kafaya yapışan bir şey değil. Alıyorlar çekiyorlar başlarından, uyuyan çocukların üzerine örtüyorlar. Ucuyla gözyaşlarını siliyorlar. Gülerken ağızlarını kapatıyorlar. Yoğurt süzüyorlar. Terlerini siliyorlar. O kadar çok amaçlı kullanıyorlar ki, ter bezi, toz bezi. Ellerinin uzantısı haline getirmişler. Bir uçurtma yapmadıkları kalmış. Ben büyükannelerimizin, kadın atalarımızın bize o örtüyü çok hafifleterek ulaştırdıklarını düşünüyorum. Bizi özgürleştirmişler, baş ferahlığı bahşetmişler. Peki biz ne yapmışız? Onu bir kenara atıp, kafamıza sentetik ağır bir cendere takmışız: Türban. Türbanla yoğurt mayalayabilir misin söyle bakalım...
Dün başladığımız Latife Tekin söyleşisi bugün de devam ediyor...
ORHAN PAMUK KÜRTLER'İN TRENİNE BİNDİM DEMİŞTİ AMA
Anne tarafından Kürt olmanıza rağmen, Kürt meselesinde hiç sesinizi duymadık. Neden "Kürtler eziliyor!" diye ortalığa çıkmadınız?
- Halbuki çıkmalıydım değil mi! Annem Kürt ama babam da Türk. Böyle çok aile var bu ülkede, eve dair anılarımızı orta yerinden bölemeyiz. Hem ben oradaki hayatı bilmiyorum. Doğrudan yaşamadığım bir şey. Tabii ki özgürleşme mücadelesi veren herkesin yanında hissediyorum kendimi ama ben o trene atlayamazdım. Orhan Pamuk’un ’Kürtler’in trenine atladım’ diye bir lafı vardır, ben o trenden indim! Çünkü benim için bu ahlaki bir meseleydi, içinde gerçekten yer almadığım bir hareketin, mücadelenin sözcülüğünü yapamam, Kürtler’e ayıp etmiş olurdum. Ayrıca, ben kendi devletimden bile haz etmiyorum, başka bir devlet kurmak isteyen insanların ne kadar yanında olabilirim ki?
KÜRTLERİ YAZIN, BASALIM
Yıllar önce Edward Said Türkiye’ye gelmişti. Onunla yemek yedik, güzel bir gece geçirdik, Türkiye’yi ve dünyayı konuştuk. Yanında çok ünlü Amerikalı editör bir hanım vardı, New York’ta yayımlanan önemli bir edebiyat dergisinin editörüydü. Bir süre sonra yayınevime bir faks geldi o hanımdan, "Latife Tekin’in Kürtler hakkında yazacağı bir şey varsa, yayımlamak isteriz!" Ben gülümsedim sadece, "Latife Tekin’in Kürtler hakkında Amerikalılara söyleyeceği hiçbir şey yok!"
LİBERAL AYDIN FERAHLIĞI
Türkiye’de olup biten şeyleri, geleceğimiz adına endişe verici buluyorum. Hiç de öyle liberal aydın kadınların ferahlığıyla bakamıyorum duruma. Bence insan, pek öyle güvenilir bir yaratık değil. Üstelik kötülüğün çok hızlı örgütlendiğini biliyorum.
AH İSTANBUL!
İstanbul, artık benim için "Kentsel dönüşüm bulantısı" geçiren bir şehir. Orada nasıl yaşanabilir, gittikçe anlayamaz ve inanamaz hale geliyorum. Bazı köşe yazarlarını okurken de benzer şeyler hissediyorum. O kadar büyük bir umutsuzluk ve bir tekrar duygusu yansıyor ki yazılarına. Hep huzursuz, hep saldırgan, hep İstanbul merkezli. Anladık İstanbul’da çok insan yaşıyor ama sanki her şey sadece orada olup bitiyormuş gibi. Yaz olunca Bodrum programları başlıyor, bir de bombaların patladığı diğer şehirler var. Türkiye, bundan mı ibaret?
ÖRTÜLERDEN KURTULMAK
İtalya’da, İslam ülkelerinden gelen kadın yazarların katıldığı bir toplantıda Bedira ile tanıştım. Suudi Arabistanlı bir kadın yazar. Bir akşam yemeğinde yakaladı beni, "Biz bu örtülerden kurtulmak istiyoruz, neden sizin kadınlarınız örtünmek istiyor, çıldırdılar mı?" diye sordu. Havaalanına giderken, örtüsünü bir kenara atmak için nasıl sabırsızlandığını anlattı bana. Uçağa binince "Normal kadın" oluyordu, İtalya’da örtüsü yoktu, siyah upuzun saçlarını durmadan sevinç içinde savurup gülüyordu. "Uçağa bindiğimde yine örtüneceğim, bundan nefret ediyorum. Herhangi gibi bir kadının gönüllü kapanmasını aklım almıyor" diyordu. Al, benden de o kadar!
Ayşe Arman'ın Latife TEKİN ile röportajı / Hürriyet
-
Re: Memleketimden aydın manzaraları
Taha abi, Süheyl hocaya ne zaman cevap verecek diye merak ediyordum. 18.01.2008 günlü Milliyet'teki köşesinde aşağıdaki cevabı verdi.
Taha AKYOL Objektif
Prof. Batum'a cevaplar
SAYIN Prof. Süheyl Batum, Vatan gazetesindeki köşesinde iki yazıyla beni eleştirdi. 26 Aralık 2007 günlü Milliyet'te çıkmış olan 'Barolar Birliği Kulüp mü?' başlıklı yazıma cevap verdi bir bakıma.
O yazımda TBB'nin yeni anayasa taslağını eleştirmiştim. TBB'nin bu ikinci taslağını hazırlayan heyette Prof. Batum da bulunduğu için, beni eleştirmesi gayet doğal.
Ben de karşı eleştirilerimi dört başlık altında toplayacağım:
Anayasa'da Atatürk konusu: Sayın Batum, TBB'nin ikinci taslağında üç defa Atatürk'ten bahsedilmesini eleştirdiğimi yazıyor; böylece anayasal bir tartışmayı Atatürkçülük ve Atatürk karşıtlığı gibi ilgisiz bir zemine çekiyor. Ya ben anlatamamışım, ya da Sayın Batum dikkat etmemiş. Ben, Atatürk'e üç defa veya beş defa yer verilmesini eleştirmedim...
Benim yazdığım şuydu: TBB'nin birinci taslağında neden Atatürk'le ilgili terimlere 'gerek görülmediği' belirtilmişken; şimdi neden 'üç defa' bu terimlere yer verilmiştir? Yazımda bunun gerekçesinin kamuoyuna izah edilmesini istemiştim.
Sayın Batum'un yazılarında böyle bir izah yok.
Aydınlanma meselesi: Ben anayasalarda devlete 'aydınlanma' görevi verilemeyeceğini, çünkü 'aydınlanma'nın hukuki değil, felsefi bir terim olduğunu, felsefelerden birini devlete görev olarak yüklemenin totalitarizme yol açabileceğini yazmıştım. Sayın Batum, kendine göre, sevimli bir 'aydınlanma' tanımı yapıyor, benim bu sevimli 'aydınlanma'ya karşı çıktığımı yazıyor!
Prof. Batum 'aydınlanma'nın anayasa hukuku ve genel hukukla ilgili bir terim olduğunu ispat etsin, ben eleştirilerimi geri çekeceğim! Dünyada 'aydınlanma'yı devlet görevi haline getiren bir anayasa göstersin, yine eleştirilerimi geri çekeceğim!
Fransız aydınlanmasının totaliter bir ideoloji olduğu ve Jakoben türü totaliter rejimlere yol açtığı görüşünü ben şu kaynaklardan öğrendim:
J. L. Talmon, The Origins of Totalitarian Democracy, 1952. Talmon'un bu eserinden köşemde defalarca bahsettim. Siyaset biliminde çığır açan bir eserdir. Hakkında çok sayıda akademik tezler, paneller yapılmıştır.
Dale Van Kley, The French Idea of Freedom, 1994. Fransız aydınlanmasının liberal anayasacılık geleneğiyle nasıl çeliştiğini ve totaliter yönlerini anlatan akademik bir eserdir.
F. A. von Hayek, Hukuk Yasama ve Özgürlük, İş Bankası Yayınları. Hayek'in bu konuda nasıl bir otorite olduğunu Sayın Batum da takdir edecektir sanıyorum.
Listeyi uzatabilirim, ama gerek yok sanırım.
Liberal anayasacılık: TBB'nin taslağını hazırlayan heyette bir tek liberal anayasa hukukçusunun bulunmadığını yazmıştım. Sayın Prof. Batum bunu yadırgıyor. Heyette liberal olduğunu söyleyen bir kimse var da ben mi bilmiyorum?
Aslında, esasen devleti sınırlayıp bireyi özgürleştiren anayasacılık, liberal bir harekettir.
Başka türlüsü var mı? Elbette var; asgariden, Fareed Zakaria'nın 'illiberal demokrasiler' dediği anayasacılık... 1982 Anayasası'nı yazanlar 'liberal' miydi?
Kamu yararı: Sayın Batum'la anlaştığım bir nokta var: Özelleştirme işlemlerinin 'o ülke için gerekli ya da yararlı olup olmadığına' yargı karar vermez! İktidarlar karar verir! Peki, bu açıdan, Sayın Batum, İdari Yargı'nın TÜPRAŞ kararını nasıl buluyor, merak ediyorum.
Sayın Batum, yazısında 'bilmezseniz böyle yazarsınız' üslubuyla, beni 'bilmemekle' niteliyor. Halbuki ben, görüşlerimin 'bilmemek'ten değil, aksine, anayasa hukuku ve siyaset biliminin farklı bilgilerini dikkate almaktan kaynaklandığını düşünüyorum.
-
Re: Memleketimden aydın manzaraları
Aydınlar ve eleştiriler (2)
Geçen yazımda Sayın Taha AKYOL’un, Barolar Birliği’nin anayasa önerisini eleştirdiğinden söz etmiş, eleştirilerini çok ilginç bulduğumu ancak demokrasinin ilke ve kuralları ile ilgili hiçbir ELEŞTİRİ getirmemiş oluşunu; örneğin “katılım yetersiz, çoğulculuk güvenceye bağlanmamış, özgürlükler iyi düzenlenmemiş, eşitlik yok” türünde TEK BİR eleştirisinin bulunmamasını çok garipsediğimi anlatmıştım.
***
1) Sayın AKYOL’a göre, TBB Önerisi KÖTÜ, çünkü “yeni metinde üç kez Atatürk’ten bahsediliyor,” “Atatürk milliyetçiliği” ve “Atatürk ilkeleri” vurgulanıyor. Dahası, bu terimlerin yer aldığı “Başlangıç” kısmı da Anayasa metnine dahil edilmiş.
Anayasa hukuku teorisine bu kadar önemli bir katkı daha duydunuz mu? “İçinde üç defa Atatürk geçen anayasalar” ve “üçten az Atatürk geçen anayasalar” ayrımı! Bunlardan birincisi liberal olmuyor, demokratik olmuyor, ikincisi ise son derece demokratik, liberal. Üstelik Atatürk ilkelerini de vurguluyorsanız, bu, reaksiyon anayasası oluyor. Hele bir de “bu terimlerin yer aldığı Başlangıç kısmını anayasa metnine dahil edip, anayasanın yorumlanmasında kullanılmasını” istemişseniz, çok kötü.
2) TBB daha da kötü bir şey yapmış. “Taslakta, aydınlanma bir devlet görevi haline getirilmiş. Oysa aydınlanma hukuki değil, tartışmalı bir felsefi terimmiş ve totalitarizme açıkmış.”
TBB önerisindeki, bu eleştiriye neden olan ifade şu: “Atatürk ilkelerine dayanan demokratik cumhuriyet, bilim ve kültürü rehber edinen bir devlet olarak, toplum yaşamının bütün alanlarında aydınlanmanın öncülüğünü yapacaktır.” Cümle aynen bu. Sayın AKYOL bunu eleştiriyor.
Aydınlanma ne demek? “İnsanı ve onun iradesini, toplumun, her tür örgütlenme modelinin ve kamusal gücün temeline oturtan bir felsefe ve buna dayalı bir modernleşme süreci” demek. TBB de “Devletin tüm faaliyet ve işlemlerinde bireyi, onun iradesini, bilimi temel alması gerektiğini, Atatürk ilkelerinin hedefinin de bundan başka bir anlama gelmediğini” söylemiş. Ama Sayın AKYOL’a göre bu “totaliterlik” olurmuş.
3) “TBB, kamu yararı diye bir ölçüt getirmişmiş. Oysa kamu yararını siyasal iktidarlar belirler, mahkemeler değil” diyor. Tabii ki, kamulaştırma ya da özelleştirme yaparken, bu işlemde kamu yararının bulunup bulunmadığına, o işlemin ülke için gerekli ya da yararlı olup olmadığına, yani “yerindeliğine”, idare karar verir. O başka, ama Anayasa’da, mülkiyet hakkının sınırlanmasında ya da kamulaştırma, devletleştirme gibi alanlarda, kamu yararı ölçütünün bulunması çok başka. Bu ölçütle Anayasa Mahkemesi ne yapar? 1963’ten beri yaptığını. Yani “yasayı çıkarırken, yasa koyucunun amacı, gerçekten kamu yararı mı, yoksa kamu yararı düşüncesi olmaksızın, özel çıkarları, belli bir partinin ya da kişilerin yararını korumak için mi işlem yapılmış? Yani SAKLI bir amacı mı var?” Sadece ona bakar. Bununla da sınırlıdır. 1963’ten beri de böyle kullanıyor. Ama bunu BİLMEZSENİZ, “kamu yararı konusunda geri dönüş” dersiniz.
Öyle zannedersiniz.
***
4) Sayın AKYOL, taslağı hazırlayanlardaki totaliterliğin(!) nedenini de bulmuş. “Aralarında hiç liberal anayasacı yokmuş.” Pekiyi, liberal anayasacı nasıl biridir? Onu da eleştirilerinden anlıyorsunuz. Örneğin “bireyin iradesinden, katılımdan, çoğulculuktan, özgürlüklerden” söz etmiş olsaydı “demek ki liberal olmak için katılımı veya özgürlükleri veya çoğulculuğu ön plana çıkartmak gerekirmiş” derdik. Oysa bunlara hiç değinmiyor. Eleştirilerinden anlıyoruz ki, “liberal anayasacı” olmak için “Atatürk adını üç kez kullanmamak gerekirmiş.” “Aydınlanmadan hiç söz etmemek gerekirmiş.” “Kamu yararı kavramını, bunun Anayasa Mahkemesi tarafından ne şekilde kullanıldığını hiç bil-miyor olmak gerekirmiş.”
Dedim ya, aydınların eleştirileri çok önemli, hele anayasa öğretisine ciddi katkı yapacak nitelikte olanlar.
Süheyl Batum / Vatan
-
Re: Memleketimden aydın manzaraları
Aydın mısın?
kilim gibi dokumada mutsuzluğu
Gidip gelen kara kuşlar havada
Saflar tutulmuş top sesleri gerilerden
Tabanında depremi kara güllelerin
Duymuyor musun
kaldır başını kan uykulardan
Böyle yürek böyle atardamar
Atmaz olsun
Ses ol ışık ol yumruk ol
Karayeller başına indirmeden çatını
Sel suları bastığın toprağı dönüm dönüm
Alıp götürmeden büyük denizlere
Çabuk ol
Tam çağı işe başlamanın doğan günle
Bul içine tükürdüğün kitapları yeniden
Her satırında buram buram alınteri
Her sayfası günlük güneşlik
Utanma suçun tümü senin değil
Yırt otuzunda aldığın diplomayı
Alfabelik çocuk ol
Yollar kesilmiş alanlar sarılmış
Tel örgüler çevirmiş yöreni
Fırıl fırıl alıcı kuşlar tepende
Benden geçti mi demek istiyorsun
Aç iki kolunu iki yanına
Korkuluk ol
Rıfat ILGAZ
-
Re: Memleketimden aydın manzaraları
BUYRUN BİR AYDIN MANZARASI DAHA
Laikçiliğin iç bunalımı…
Başörtüsünün kaldırılmasına yönelik adımlar somutlaştıkça karşı cepheden gelen tepkiler de artıyor.
Genelkurmay Başkanı dün sessizce de olsa bu konuda birkaç kelime sarf etmek ihtiyacını duydu. CHP mangalda kül bırakmıyor, “laik seferberlik kampanyası” davullarını çalıyor. Üniversite yönetimleri kriz vaat ediyor, “tehlike-tehdit karışımı” büyük siyasi sözler söylüyor. Vural Savaş'tan Sabih Kanadoğlu'na emekli başsavcılar anayasa değişikliğini tıkamaya yönelik formüller peşinde koşuyor.
Tüm bunlar bir yasak, sadece bir yasak kalkacağı için oluyor…
Birkaç bin genç kızın üniversitelerde başörtüsüyle okuma imkânı bulmasını ya da bir hakkın iadesini, bir gaspın imhasını böyle karşılamak, “irtica” olarak adlandırmak nasıl açıklanır?
Aslında tek şekilde açıklanır… Tepkide hassasiyet içeriye yönelikse, tepki sosyolojik bir halden çok tepki verenin siyasi ruh haline işaret ediyorsa açıklanır…
Şu bizce açık:
Yasağın kalkmasıyla ilgili olarak bir kriz yaşanacaksa bu, ne sistemin ne de toplumun krizi olacak; tersine küçük, içine kapalı bir toplumsal kesimin iç bunalımı olarak karşımıza çıkacak…
Ve belirti çok…
İnönü Üniversitesi rektörü bir televizyon programında, kendi söylediğini bile duymaz hale geliyor, TBMM'nin iktidarını kabul etmediğini açıklıyordu.
Üniversitelerarası Kurul Başkanı yasağın kalkmasına yönelik anayasal girişimi “Karşı Devrim” olarak tanımlıyordu.
Aynı kurul denge sağlamak, “muhtemel karşı devrim girişimleri”ni engellemek niyetiyle olsa gerek, YÖK üyeliğine Prof. Celal Şengör'ü aday göstermiş, Şengör ise aday olur olmaz, ilk açıklamasında “27 Mayıs'ı üniversiteler yaptı” demişti…
Bir kesimin “iç konuşması ve bunalımını” iyi anlamak için, “bu bunalımın kökünde yatan iki kişilikli yapıyı kavramak için”, önemli bir örnek olan Prof. Şengör'ün üzerinde durmakta yarar var.
Jeolog Celal Şengör'ün kendi dalında dünya çapında bir ünü var. TÜBİTAK, College de France, Rusya Doğa Bilimleri Akademisi, ABD Ulusal Bilimler Akademisi gibi çeşitli ve önemli bilimsel kuruluşların ya üyesi ya hocası...
Ama aynı profesör “Bir generalle telefonda konuşurken bile esas duruşa geçerim, onlar da bunu bilirler, bana 'rahat ol' derler...” sözleriyle de ünlü…
Şengör depremle ilgili bir söyleşi kitabında (99 sayfada İstanbul Depremi, Sefa Kaplan) bakın neler diyor:
“Atatürk, 'Ben Sakarya'ya saldırırken, Başkumandanlığı ve Meclis'in bütün yetkilerini istiyorum' demiş. Dolayısıyla (depreme ilişkin olarak) İstanbul ile bütün yetkilerin Türk Silahlı Kuvvetleri'ne devredilmesi gerekir. Böyle bir durumda ben de elimi taşın altına sokarım…”
Devam ediyor Şengör:
“Bana göre bu durum (deprem ihtimali ve önlem planının uygulanması) Türkiye'nin bağımsızlığını tehdit edecek büyüklükte bir krizdir. Bu durumda kriz yönetiminin hükümetin elinden alınıp Türk Silahlı Kuvvetleri'ne teslim edilmesi lazım (...) Bunun iki temel yararı var. Birincisi şu: Kriz yönetimi süratli karar almayı gerektirir. Demokrasilerde süratli karar alınmaz. İkinci yararı şu: Türkiye'de iyi okumuş tek bir sınıf vardır ve o da Türk Silahlı Kuvvetleri'dir...” “
İncileri sadece bunlarla sınırlı değil Şengör'ün.
Ekliyor: “Halk cahil, halkı yönetenler de nihayetinde halkın içinden gelen kimseler...”
Açıklıyor: “Ben bir yabancı gibiyim Türkiye'de. Çünkü ben Türkiye'nin yetiştirdiği adam değilim. Türkiye bilim camiasının içinde olan bir adam değilim. Böyle bir camia da yok zaten. Türkiye'ye gelip akıl veren bilim adamlarından bir tek farkım İstanbul'da oturuyor olmamdır...”
Üniversitelerarası Kurul'un YÖK adayı…
Harp Okulu'nda yeni yılın açılış konuşmasını yapan öğretim üyesi…
Kimin ve neyin iç bunalımı anladınız mı?
ALİ BAYRAMOĞLU
-
Re: Memleketimden aydın manzaraları
Sn. Ali Bayramoğlu, :o
Sizin demokrasi kisveli şeriat treninize yolcu olamayacağız. Sizinkiler türban lafını duyunca, çarşaf, sarık ve bilcümle İRTİCAİ kıyafetleri , üniversite lafını duyunca, ilkokuldan başlayarak kamusal alana kadar taleplerini önüne geçemedikleri bir ağız sulanması ile dillendirmeye başladılar bile...
Şerefli, haysiyetli onlardır en azından, korkmadan, çekinmeden düşündüklerini savunuyorlar, ya sizin riskiniz nedir, uçağa alınmamak mı?:o
-
Re: Memleketimden aydın manzaraları
Sn. Ali Bayramoğlu 10 KASIMDA ANITKABİRDE SAP Gibi dikiliyorlar sözünü kim söyledi?
-
Re: Memleketimden aydın manzaraları
Gerçek bir Aydın!!!! bir hafta izine çıkmış...
-
Re: Memleketimden aydın manzaraları
Sayın harun gür
İşte gercek aydınlar diyerek Latife Hanım'ın söyleşisini aktarmışsınız ama velakin Sayın aydın gecinen bilgili oldugu kitap yazmasından belli(mi) desem acaba, şöyleşinizin neresini eleştireyim bilemedim dogrusu, hani deveye sormuşlar boynun neden egri diye oda nerem dogru ki demiş misali en iyisi Türkiye nüsusunun cogunlukla bildigi tek konuyu eleştireyim bir kere tülbente yogurt calınmaz çünki yogurt sütten oldugu için tülbentte durmaz, tülbent sadece taze yogurdu süzmede küllanılır Sayın yazar kardeşim tezine güzel çalışsın talaşla teleş birbirine karışmasın.. .Saygılarımla, tüm güzellikler Türkiye'nin olsun...
-
Re: Memleketimden aydın manzaraları
Ey sağır! Kıyametin borusu çalındı. Fakat sen işitmedin.
NESİMİ.
-
Re: Memleketimden aydın manzaraları
Alıntı:
Harun Gür rumuzlu üyeden alıntı
TÜRBAN İLE TÜLBENT ARASINDAKİ FARK
Başörtüsü yani tülbent büyükannelerimizin geleneksel örtüsü. Yumuşacık bir dokusu var, doğal ve pamuklu. Kadınlar onu kendilerince bağlıyorlar. "Erkeğin örtüsü" anlamını aşındırmışlar, hafifletmişler, bir mutfak aleti gibi kullanıyorlar. Şöyle üzerlerinden atıveriyorlar. Türban gibi ağır, kafaya yapışan bir şey değil. Alıyorlar çekiyorlar başlarından, uyuyan çocukların üzerine örtüyorlar. Ucuyla gözyaşlarını siliyorlar. Gülerken ağızlarını kapatıyorlar. Yoğurt süzüyorlar. Terlerini siliyorlar. O kadar çok amaçlı kullanıyorlar ki, ter bezi, toz bezi. Ellerinin uzantısı haline getirmişler. Bir uçurtma yapmadıkları kalmış. Ben büyükannelerimizin, kadın atalarımızın bize o örtüyü çok hafifleterek ulaştırdıklarını düşünüyorum. Bizi özgürleştirmişler, baş ferahlığı bahşetmişler. Peki biz ne yapmışız? Onu bir kenara atıp, kafamıza sentetik ağır bir cendere takmışız: Türban. Türbanla yoğurt mayalayabilir misin söyle bakalım...
Sn. cetin kardes,
Koca söyleşide bula bula bir bunu bulmuşsunuz, bulmuşsunuz da onu da eksik bulmuşsunuz.
Benim korkum; bu ve benzeri fikirsel fanatizm ile, umut ettiğiniz tüm güzelliklerin Türkiye'de olamayacağı gerçeği üzerine...
Oradaki ironi, türbanla mayalanmak istenen düzene, tabi tutarsa...
Selamlar,
-
Re: Memleketimden aydın manzaraları
Alıntı:
Harun Gür rumuzlu üyeden alıntı
Sn. cetin kardes,
Koca söyleşide bula bula bir bunu bulmuşsunuz, bulmuşsunuz da onu da eksik bulmuşsunuz.
Benim korkum; bu ve benzeri fikirsel fanatizm ile, umut ettiğiniz tüm güzelliklerin Türkiye'de olamayacağı gerçeği üzerine...
Oradaki ironi, türbanla mayalanmak istenen düzene, tabi tutarsa...
Selamlar,
Sayın Harun Gür;
Yaşınızı bilemiyorum yalnız bilmediginiz şeylerde olabilir sizin beğenmediğiniz türbanı hayatımıza sokan olaylar var.
Şöylek; 80 yıllarda sizinde met ettiginiz baş örtülü kızlar okullara alınmadılar, zamanın yök başkanı ismini yanlış hatırlamıyorsam ihsan Dogramacı olması lazım. Baş örtülü ögrencileri okula almadılar, Özal bastırınca çaresiz türban formülünü dayattılar, amaç örtülü ögrencileri okula almamak olan bu niyet. şimdi tersine işliyor. Amaç üzüm yemek degil, bagcıyı dövmek. Saygılarımla, tüm güzellikler Türkiye'nin olsun...
-
Re: Memleketimden aydın manzaraları
Sn. cetin kardes,
Yaşım o dönemleri de daha eskileri de hatırlamama elveriyor.
Türban 1965'lerden itibaren planlı ve programlı olarak ülkemiz gündemine sokuldu, tarikatler eliyle tabana yayıldı. Ayrıntısına girmeyeceğim başka bir forumda da bu konu tartışılıyor, oradan okuyup öğrenebilirsiniz.
1982 yılında YÖK tarafından çıkarılan kıyafet genelgesine dayanan başörtüsü yasağını kaldırmak için ilk adım 1984’de atıldı. YÖK’ten ilk olarak boynu açıkta bırakacak ve kulakların arkasından dolanarak bağlanılan örtülere izin çıktı. Ancak Cumhurbaşkanı Kenan Evren’in, "Türkiye’de irtica tehlikesi" olduğuna ilişkin söylemleri üzerine 1987’de başörtüsü yeniden yasaklanarak disiplin suçu sayılmaya başlandı. 1987 genel seçiminin ardından Özal hükümeti YÖK Kanunu’nda bir değişiklik yaparak başörtüsünün yeniden serbest bırakılmasını sağladı. Evren’in "Türbanlılar tamam ama çarşaflı ve mayolular da gelirse ne olacak" diyerek yasayı veto etmesi üzerine Özal, Evren’e çıktı. "Yükseköğretim kurumlarında, dersane, laboratuvar, klinik, poliklinik ve koridorlarında çağdaş kıyafet ve görünümde bulunmak zorunludur. Dini inanç sebebiyle boyun ve saçların örtü veya türbanla kapatılması serbesttir" hükmünü getiren yasa Aralık 1988’de Meclis’ten geçirildi. Evren yasayı bu defa imzaladı, ancak Anayasa Mahkemesi’ne götürdü. Mahkeme, 26 Mart 1989 yerel seçimlerinden hemen önce yasayı iptal etti. ANAP mahkemenin iptal gerekçesini dikkate alarak 25 Ekim 1990’da yükseköğretim kurumlarında başörtüye serbesti getiren üçüncü kanunu çıkardı. Bu defa SHP iptal talebiyle Anayasa Mahkemesi’ne başvurdu, ancak talep reddedildi. 2547’nin ek 17. maddesi uyarınca üniversitelerde her türlü kılık ve kıyafet serbest oldu. 1997’de Kemal Gürüz’ün YÖK Başkanı seçilmesine kadar uygulandı. Sonrasındaki Anayasa Mahkemesi ve AİHM kararlarını biliyorsunuz.
Hadi biz bağcı dövmek derdindeyiz diyelim, Anayasa Mahkemesi ve AİHM de mi aldığı kararlarla üzüm yemek yerine bağcı dövmeye çalışıyor?
İlahiyatçı Prof. Dr. Beyza Bilgin'e kulak verelim:
"1988’de fakültenin dekan yardımcısıydım. Önce yasak dönemini yaşadık. Okulun bahçesinde çadırlar kuruluyor, siyasiler yasağın kaldırılması için konuşma yapıyorlardı. O dönem başörtüsü yasağı taraftarı değildim. Kızların okuma imkanıdır, dışı örtülü de olsa kafalarının içi açılıyor diye düşünüyordum. Yönetici olarak buna izin veremesem de gönül olarak öyleydim. Ne oldu, başörtüsü çağdaş kıyafettir dendi, olay tersine döndü. Yanlış, yön değiştirdi. Bu sefer bir tek kız kalmadı başı açık. Okumak için saçlarını açıp örgü yapan, toka takan kızlara, erkekler koridorlarda ’Manken oldunuz, niye örtünmüyorsunuz’ diye laf atmaya başladılar.
Kızlar şikáyetçi olmadılar. ’Biz kendi rızamızla örtüyoruz’ dediler. Zaten şikáyet de olamaz. Ağabeyler, ablalar vardır. Malezya kadar baskı olmaz, ama bir miktar olacaktır. Baskı olmaya başlayınca direnme de olur. Ama artık 1980’li yıllar gibi değil. Şimdi, kızların okuması için eskiden olduğu kadar, başörtüsü serbest bırakılsın diyemiyorum, endişeliyim. Çünkü bu sefer öbür taraf eziliyor."
Yasak ortadan kalksın, iddia ediyorum başta Anadolu'daki üniversitelerde olmak üzere 2 sene içerisinde başı açık tek bir kız öğrenci göremezsiniz. Hepsi özgür iradesi ?!!! ile kapanır.
Bu nedenle sapla saman birbirine karıştırılmasın, bugün türban yasağını savunanlar özgürlükçüdür, yasak kalksın diyenler değil...
Selamlar,
-
Re: Memleketimden aydın manzaraları
Deniliyor ki: Örtülü eşleri AKP’lilere "türban yasasını hemen çıkarın" diye evde baskı yaptı! Peki, AKP’lilere baskı yapan örtülü eşler, ne zaman, nasıl örtündü? Aile, mahalle, koca baskısı gördüler mi? Mesleklerini bırakıp "ev kadını" olmaya mecbur mu edildiler? Hepsi aynı sosyal sınıftan mı geliyor? İşte onların, isim isim örtünme hikáyeleri...
Politikacıların üniversite bitiren türbanlı kızları neden çalışmıyor?
BÜYÜK olasılıkla, üniversitelerde türban serbest olacak. Herkes merakla bekliyor, sonra ne olacak? Deniliyor ki, "mahalle baskısı" gibi üniversitelerde "türban baskısı" olacak; özellikle Anadolu’daki üniversitelerde başı açık kız öğrencilere örtünme baskısı gelecek. Bu olabilir mi? Evet olur. Bitmedi. Meselenin bir başka yönü daha var: Türbanlı kızlarımız üniversitelere girince ne olacak? Söyleyeyim: Çok iyi okuyacak, çok başarılı olacak ve okullarını hep dereceyle bitirecekler. Peki, sonra ne olacak? Ne olacak biliyor musunuz; evlenip, ev hanımı olacaklar! Bunu da nereden çıkardınız demeyin. Gelin Türkiye’yi yöneten birkaç politikacının kızlarına bakalım: Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün kızı Kübra, Bilkent Üniversitesi’ni bitirir bitirmez evlendirildi. Çalışıyor mu, hayır!
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın kızı Esra, ABD’de Indiana Üniversitesi’nde okudu. Çalışıyor mu? Hayır. Başbakan’ın diğer kızı Sümeyye çalışıyor mu; hayır! Milli Görüş’ün lideri Necmettin Erbakan’ın kızları; Elif Bilkent Üniversitesini bitirdi, Zeynep ise ODTÜ’yü. Üstelik "başları açık okudular" diye parti içinde muhalif sesler çıkmıştı. Peki, bugün çalışıyorlar mı; hayır! Evlendiler, çocuk yaptılar. Yani ev hanımı oldular. Enerji Bakanı Hilmi Güler’in kızı Ayşe Şeyma da Gazi Üniversitesi Mimarlık Bölümü’nü bitirir bitirmez, eski Orman Bakanı Osman Pepe’nin oğlu İsmail ile evlendirildi. Devlet Bakanı ve Hükümet Sözcüsü Cemil Çiçek, Bilkent Üniversitesi’ni bitiren kızı İclal’i hemen evlendirdi. Ulaştırma Bakanı Binalı Yıldırım’ın kızı Büşrah... Listeyi uzatmaya gerek var mı? Çok merak ediyorsanız; daha yaşları küçük olan Büşra Şahin, Zişan Güler, Büşra Çelik’i medyadan takip ediniz. Onlar da ablaları gibi üniversiteyi çok iyi dereceyle bitirecekler ve sonra hemen evlendirilecekler. Niye? Bu gencecik kızlarımız üniversiteyi bitirir bitirmez, çalışmalarına fırsat verilmeden neden hemen evlendiriliyor? Şimdi derler ki, "Sana ne, bu da bir özgürlük sorunu". Öyle ya... Aslında tüm bunlar; özgürlüğün tesettüre sokulması değil mi?
Emine Erdoğan
Emine Gülbaran 15 yaşında intihar etmeyi düşündü. Yıl 1970’ti. Mithatpaşa Akşam Sanat Okulu’nun öğrencisiydi Romantik bir kişiliği vardı. Cep romanları okuyor. Artistlerin kartpostallarını biriktiriyordu. Emel Sayın ve Ajda Pekkan’ı beğeniyordu. Bir de sinemaya gitmeyi. Ziya amcalarının eski Amerikan otomobilinde ilk kez direksiyona geçti; otomobil kullanmak istiyordu. Giyinmeyi çok seviyordu. Dikiş dergisi Burda’nın patronlarından kalıp çıkarıp, kendine elbise dikiyordu. İlk diktiği giysi ise çift taraflı bir pelerin oldu. Bir tarafı uçuk bir eflatun, diğer tarafı uçuk griydi.
Ağabeyi Hüseyin Gülbaran kendisinden bir yaş büyüktü. Kız kardeşi Emine’ye artık örtünmesi gerektiğini söyledi. Emine Erdoğan, yıllar sonra "Nasıl Örtündüler?" kitabının yazarı Gülay Atasoy’a o günü anlattı: "Ağabeyim bana örtünmem gerektiğini söylediği zaman intihar etmeyi bile düşünmüştüm. Nasıl olur da örtünürdüm! Çevremde bir tane örneği yoktu. Köy gibi bir yerde olsam neyse... Orada dikkati çekmezdim. Ama burada (İstanbul’da) olamazdı. Bu karışık duygular içindeyken, bir vesileyle Şule Yüksel Şenler’le tanıştım. Bu tanışma beni çok etkiledi. Böylelikle bir Müslüman hanımın hem modern, hem kültürlü, hem de örtülü olabileceğini gördüm." Emine Gülbaran 15 yaşında örtündü. Okuldan ayrıldı.
Hayrünnisa Gül
Abdullah Gül’ün annesi Adviye Hanım, gelini olmasını istediği Hayrünnisa’yı Kayseri’de bir akraba düğününde gördü. Hayrünnisa 14 yaşındaydı. İstanbul’da Çemberlitaş Ortaokulu’nu yeni bitirmişti. Takdirname almıştı. Liseye başlayacaktı. Abdullah Gül 29 yaşındaydı. Sakarya Üniversitesi’nde asistandı. Gül Ailesi, Özyurt Ailesi’ne görücüye gidip Hayrünnisa’yı istedi.
Aileler anlaştı. Ama ortada sorun vardı. Medeni Kanun, 14 yaşında bir kızın evlenmesine izin vermiyordu. Hayrünnisa’nın 15’ini doldurması beklenecekti. 18 Ağustos 1980. O gün Hayrünnisa’nın yaş günüydü. O gün yasal engel kalktı. O gün 30 yaşındaki Abdullah Gül ile 15 yaşındaki Hayrünnisa Özyurt evlendi. Ve o güne kadar başı açık olan Hayrünnisa, işte o gün, evlendiği gün tesettüre girdi. Okuldan ayrıldı. Artık ev kadınıydı.
Münevver Arınç
Yıl 1978. Ankara Kız Teknik Yüksek Öğretmen Okulu Giyim Bölümü’nden, 5 üzerinden 4.5’la mezun oldu. Okulun en başarılı öğrencisiydi. Münevver Tay, üniversite yıllarında modern giyimiyle dikkat çeken biriydi. Bir de yardımseverliğiyle tanınıyordu. Kırşehir Kaman’da öğretmenlik yapmaya başladı. Manisa MSP İl Başkanı Avukat Bülent Arınç, hemşerisi Münevver Öğretmen’i partisinin önde gelen isimlerinden İsmail Tay’dan istedi. Münevver Tay öğretmenliği seviyordu. Evlenmeyi şimdilik düşünmüyordu. Ancak... Babasının ısrarına fazla karşı koyamadı. Ve evlendi. Damat Bülent Arınç 31, gelin Münevver Tay ise 22 yaşındaydı. Öğretmen Münevver Tay evlenince ev hanımı oldu; tesettüre girdi. Öğretmenliği bıraktı. Çok sevdiği öğretmenliği ancak bir yıl yapabilmişti.
Semiha Yıldırım
O da öğretmendi. Eşi; Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım, Erzincan Refahiye İlçesi Kayı Köyü’nden akrabasıydı. Görücü usulüyle evlendiler. Evlenince o da öğretmenliği bıraktı. Örtündü. Ev hanımı oldu.
Gülten Çiçek
Ailesi Yozgatlıydı. Yozgat ile Yerköy arasındaki Saray İlçesi’nde öğretmenlik yapıyordu. Cemil Çiçek ise Yozgat’ta avukattı. Görücü usulüyle evlendiler. Gülten Hanım’ın öğretmenliği sadece beş yıl sürdü. Örtündü. Ev hanımı oldu.
Fatma Ş. Akdağ
Fatma Şeyda, Erzurum Üniversitesi İlahiyat Fakültesi ikinci sınıf öğrencisiydi. Babası subaydı. Başı açıktı. Nesrin Akdağ, müstakbel gelinini Erzurum’da bir toplantıda görüp beğendi. Oğlu Recep Akdağ, Erzurum Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni bitirmiş; üniversitede kariyer yapmıştı. Bekárdı. Akdağ Ailesi, Ordu’ya gidip Fatma Şeyda Hanım’ı ailesinden istedi. Evlendiler. Fatma Akdağ, okulu yarım bıraktı. Tesettüre girdi. Ev hanımı oldu.
Mehtap Güler
CHP Muğla Milletvekili Hasan Fehmi İlter’in kızıydı. Annesi Sevilay İlter ressamdı. DSP’li, eski Dışişleri Bakanı Sina Şükrü Gürel ile kuzendiler. Hilmi Güler, ODTÜ’den Metalürji Mühendisi olarak mezun oldu. Aynı üniversitede yüksek lisans, doktora yaptı. TAŞ-TUSAŞ, MKEK, ETİBANK, İGDAŞ kurumlarında üst düzey görevler aldı. 33 yaşındaydı. Mehtap İlter ile tanıştı. Flört ederek, 1981 yılında evlendiler. Babası Hasan Fehmi İlter bu mutlu olaya şahit olamadı; çünkü üç yıl önce vefat etmişti. Mehtap Güler evlenince örtündü. Çalışmayı bıraktı, ev hanımı oldu.
Zeynep Babacan
Hacettepe Üniversitesi Mütercim Tercümanlık Bölümü öğrencisiydi. İleride eşi olacak Ali Babacan’ın üç kız kardeşi Betül, Tuğba ve Merve ile yakın arkadaştı. Ali Babacan öğrenimini tamamlayıp ABD’den döndü. Babası Hilmi Babacan, oğlu Ali’nin evliliğini şöyle anlattı: "Amerika’dan dönünce Ali’nin kız kardeşleri, kendi arkadaşlarının arasından birini belirledi ve ’Ağabeyciğim, şu kız (Zeynep Yurter) senin için uygundur’ dediler. Biz de Allah’ın emriyle istedik. İstediğimiz gün de kabul edildi. Kız kardeşleri, Ali’nin kendi karakterini ve nasıl birini istediğini bildikleri için mevcutların içinde sana bu uygun dediler. Biz de görücü usulüyle gittik, baktık ve beğendik." Türkiye’yi Avrupa Birliği’ne taşıyacağı söylenen genç Dışişleri Bakanı Ali Babacan’ın evliliği görücü usulüyle böyle gerçekleşti. Evlenmesiyle birlikte Zeynep Yurter örtündü. Ev hanımı oldu. Uzatmayayım... Hayati Yazıcı’nın eşi Selma; Hüseyin Çelik’in eşi Şahsenem; Mehdi Eker’in eşi Yasemin; Faruk Çelik’in eşi Beyhan... Liste uzayıp gidiyor. AKP çevresi diyor ki; kızlarımız-kadınlarımız tesettüre girmeye kendileri karar veriyor! Ne yazık ki türbanı "özgürlük sorunu" olarak gören entellerimiz de öyle düşünüyor. Ama hayat öyle demiyor işte.
Ahsen Unakıtan
Edirneliydi ailesi; merkeze bağlı Musabeyliği Köyü’nden. Orta halli Eral Ailesi’nin kızıydı. Mandolin ve piyano çalmayı küçük yaşta öğrendi. Tenis oynamayı seviyordu. Öğrenim hayatında hep başarılıydı. İstanbul Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. Avukatlık yapmaya başladı. Solcuydu. 1971 yılında Maliye Bakanlığı’nda Hesap Uzmanı olarak çalışan Kemal Unakıtan ile evlendi. Edirne’den çocukluk arkadaşıydılar. Bir gün... Yolda gördüğü bir işportacıdan eşarp aldı. Örtündü. Avukatlığı bıraktı. Ev hanımı oldu. Eşi bakan olunca, örtünme modelini değiştirdi; türbanı kulaklarının arkasından bağlayarak kendi tarzını yarattı. Türban, Eral Ailesi’ni böldü. Bugün Eral Ailesi’nin çoğu hálá solcu.
Soner YALÇIN
http://fotoanaliz.hurriyet.com.tr/ga...=9669&rid=4369
-
Aydın kimlere denir?
Aydın kimlere denir?
Aydın sözcüğünü sık kullanırız. Bazı kişileri ''aydın'' olarak nitelendiririz. Aydınların toplu bildirilerine, açıklamalarına, yazılarımızda konuşmalarımızda yer veririz. Bu tür bildirileri anlamaya, yorumunu yapmaya çalışırız. Peki, ''aydın kimdir?'' . Aydın sıfatının genel kabul görmüş, tüm öğelerini içeren bir tanımı var mıdır? Aydın olmanın ölçütleri (kriterleri) nelerdir? Aydın konusunda tipik örnek oluşturabilecek kişiler kimler olabilir? Bu kişilere bakarak, onları örnek alarak aydın olmanın ayırt edici ölçütleri oluşturulabilir mi?
Belki vardır ama ben, eski bir deyişle ''efradını câmi ağyarını mâni'' bir aydın tanımı bilmiyorum. Ayırt edici tüm ortak özellikleri, nitelikleri içeren bu karşı yabancı öğeleri dışarıda bırakan bir aydın tanımı.. Böyle bir tanımı geliştirebilmek için bir aydında bulunması gereken nitelikler, öğeler ile bulunmaması gereken davranış biçimlerini, belirlemeye çalışayım.
* Eğitim... Ciddi ve yeterli eğitim herhalde aydın olmanın ön koşullarından biridir ama yeterli koşulu değildir. Eğitim almış, diploma sahibi hatta akademik dereceleri, unvanları olan kişilerin tümünü aydın olarak nitelendiremeyiz; bu, yanlış ve yanıltıcı olur.
* Genel kültür... Ciddi, yeterli bir eğitimin genel kültür vermesi de gerekir. Ancak ülkemizde gözlendiği gibi eğitim almak, diploma almakla genel kültür sahibi olmak çok farklı olgulardır. Genel kültür sahibi olabilmek için güncel olaylar dışında sanat etkinliklerini izlemek, felsefi akımları bilmek, ülkede ve dünyada siyasal, ekonomik, toplumsal gelişmelerle ilgilenmek gerekir. Dünya edebiyatının önde gelen eserlerinin en azından bir bölümünü okumamış, tiyatroya gitmemiş, klasik Batı ve/veya Türk müziği konserlerini sık aralıklarla izlememiş bir kişi, aydın olarak nitelendirilemez. Bu kriter, çok katı, çok seçici gibi gelebilir. Ama genel kültürü olmayan bir aydın düşünülemez. Sanat etkinliklerinin izlenmesi de gösteri, gösteriş amacıyla değil, görev olarak değil; anlayarak, zevk alınarak yapılmış olmalıdır.
* Toplumsal etkinliklere katılım... Bir aydın toplumsal etkinliklere katılmalıdır. Bu etkinlik, sanat alanında olabilir, düşünce yayma alanında, eğitim alanında olabilir, toplumsal amaçlı bir sivil toplum örgütünde görev alma biçiminde olabilir. Aydın kişinin bir şekilde toplumsal etkinliklere katılması ve katkıda bulunması gerekir...
* Sorgulama ve özeleştiri... Aydın kişinin önsel kabulleri yoktur; olayları, gelişmeleri, zaman zaman kendi davranışlarını, değer yargılarını da sorgular. Aydın özeleştiri yapabilmeli, yanlış ve eksiklerini görebilmelidir. Aydın kişi, sorgulamadan, irdelemeden görüş açıklamamalı, sorumsuz davranmamalıdır.
* Hoşgörü... Aydın kişi hoşgörü (müsamaha, tolerans) sahibi olmalıdır. Cinsiyet, ırk, ten, etnik veya sosyal köken, din, siyaset, düşünce, kanaat, ulusal bir azınlıktan olma ayrımı yapmamalıdır. Davranışları itibarıyla insancıl, hümanist olmalıdır.
* Sertliğe, zorbalığa karşı olma... Aydın kişi, barıştan yanadır; kaba güç kullanımına, zorbalığa karşıdır. Ancak barıştan yana olmak, savaşa karşı olmak, zorbalara, yayılmacı güçlere boyun eğmek şeklinde anlaşılmamalıdır. Zorbalığa karşı olmak, gerektiğinde zorbalarla savaşımı de gerektirir.
* Özverili davranma... Aydın, inançları, amaçları doğrultusunda maddi, manevi özveri gösterebilen kişidir. Aydın, hep kendi çıkarını kollayan, homo economicus bir tip değildir. Başkalarını kandırmaya çalışmaz. Şarlatanlık yapmaz. Özellikle bilgi, kültür, varlık konusunda paylaşmacıdır. Çıkar uğruna bazı çevrelerin sesyayarlılığına soyunmaz.
* Tutarlılık... Aydın kişinin açıkladığı, savunduğu düşüncelerle, davranışları ve yaşam biçimi aynıdır. Bir aydın, ele verir talkını kendi yutar salkımı anlayışında olamaz. Ortama, koşullara göre sık sık fikir, görüş değiştirmez, esen yele göre yelken açmaz. Mevlana 'nın deyişiyle olduğu gibi, göründüğü gibi davranır. Savunduğu görüşlerle çelişkili davranış, yaşama biçimi yoktur.
* Alçakgönüllülük... Alçakgönüllülük bir erdemdir, aydın olmanın da vazgeçilmez koşuludur. Aydın kişi, küçük dağları ben yarattım edası içinde olamaz; insanlara, çevreye küçümseyerek yukarıdan bakmaz, yüksekten atmaz. Hele hele bazı çevrelerin ayırtısına kapılarak, büyüklük kompleksine kapılmaz, yalakalık yapmadığı gibi, kendisine yalakalık yapılmasından da hoşlanmaz.
* Özsaygı... Aydın kişinin çevresine olduğu gibi kendisine de saygısı vardır. Özsaygısını yitirecek davranışlar içine girmez, saygınlığını, onurunu korur; bunun için gerektiğinde savaşım da verir.
Yukarıdaki erdemlere, özelliklere, niteliklere başkaları da eklenebilir. Görülüyor ki aydın olma, bu kimliği taşıma kolay olmadığı gibi, örnekleri de bol değildir. Aydın sıfatı, ağırdır, beraberinde yükümlülükler, sorumluluklar getirir. Bu nedenle aydın sıfatı kullanılırken sakıngan (ihtiyatlı) olunmalıdır. Aydın olmanın kerameti kendinden ya da yakın bir çevreden, bir klik, hizip, çıkar grubundan aktarılmış (menkul) olmamalıdır.
Öztin Akgüç
Cumhuriyet Gazetesi
-
Re: Memleketimden aydın manzaraları
YAŞAR KEMAL CUMHURBAŞKANI GÜL'DEN ÖDÜLÜNÜ ALDI
05.12.2008 09:53:00
Yazar Yaşar Kemal, Turgut Cansever ve Alaeddin Yavaşça'ya Çankaya Köşkü'nde Kültür ve Sanat Büyük Ödülleri verildi
Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülleri Çankaya Köşkü’nde yapılan törenle sahiplerini buldu. Ödüllerden biri ‘Devleti affetmeyeceğim’ diyen yazar Yaşar Kemal’e verildi. Yaşar Kemal, "Bu yaşta böyle bir ödülü almaktan memnunum. Bu ödülle beni onurlandıranlara teşekkür ederim" dedi. Diğer iki ödülü de Turgut Cansever ve Alaeddin Yavaşça aldı.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, törende yaptığı konuşmada, ödüllerin üç seçkin kültür ve sanat adamına takdim edileceğini belirterek, mimari dalında ödül kazanan Turgut Cansever, edebiyat dalında ödül kazanan Yaşar Kemal ve müzik dalında ödül kazanan Alaeddin Yavaşca’yı içtenlikle tebrik ettiğini kaydetti. Yaşar Kemal ve Alaeddin Yavaşça’yı törende görmekten duyduğu mutluluğu dile getiren Cumhurbaşkanı Gül, Cansever’in sağlık durumu nedeniyle törene katılamadığı için eşi ve kızı tarafından temsil edildiğini belirterek, kendisine acil şifalar diledi.
Cumhurbaşkanı Gül, şunları söyledi: "Bugünkü tören bu üç değerli kültür adamının neredeyse asırlık emeklerinin ve artistik yaratıcılıklarının toplamına, aydın olarak özgür ve bağımsız duruşlarına ve toplumsal sorumluluk bilinciyle oynadıkları rollere devlet ve toplum olarak duyduğumuz saygıyı ifade etmektedir. Gerçekten de Sayın Cansever, Sayın Yaşar Kemal ve Sayın Yavaşça on yıllar boyunca kendi alanlarında sanatın asaletinden, insani değerlerin yüceliğinden hiçbir taviz vermeksizin en güzel ve en özgün eserleri Türkiye’ye ve dünyaya armağan etmişlerdir.
Dehalarıyla mimarimizi, edebiyatımızı ve müziğimizi en yüksek noktaya taşımışlardır. Kültür hayatımızı zenginleştiren ve düzeyini yükseltenlerin başında geldiler. Bir yandan da kültürel yozlaşma eğilimlerine karşı direniş göstermeyi başardılar. Kültür mirasımızı dünden bugüne taşıdılar, bugünden de yarına taşıyacaklar."
Cumhurbaşkanı Gül, Cansever’in "eşsiz yapıları ve projeleriyle antik çağlardan Selçuklu ve Osmanlı şaheserlerine uzanan insan odaklı Anadolu-İslam mimarisi geleneğini ve formlarını, şehircilik anlayışını, çağdaş ve yaratıcı biçimde dönüştürerek topluma sunduğunu" ifade etti.
Yaşar Kemal’in, Homeros’tan Dede Korkut’a, Kürt destanlarından Yunus Emre ve Karacaoğlan’a, Evliya Çelebi’den Sait Faik’e uzanan son derece zengin edebi gelenekleri kendi evrensel ve anıtsal eserlerine dönüştürdüğünü belirten Cumhurbaşkanı Gül, "Bunu, insancıl ve hakçı özünü hiçbir zaman yitirmeksizin başardı. İnsani ve kültürel değerler kadar tabiatın da tahrip edilmesine karşı duran çağdaş bir tavır sergiledi" diye konuştu.
Cumhurbaşkanı Gül, Alaeddin Yavaşça’nın, Anadolu’nun bin yıllık çeşitli müzik geleneklerini araştırdığını, en ince ve saf biçimleriyle bugünün süzgecinden geçirerek yeniden yarattığını, kendi sentezini meydana getirdiğini ve yorumladığını kaydetti. Yavaşça’nın yüzlerce öğrenci ve müziksever yetiştirdiğini, Türk müzik hayatına eşsiz katkılar yaptığını da vurgulayan Cumhurbaşkanı Gül, ödül alan her üç kültür adamına da ayrı ayrı şükran borçlu olunduğunu söyledi.
-VEFASIZLIK VE HAKSIZLIKLARA UĞRAMIŞ OLABİLİRSİNİZ-
"Üç değerli kültür adamımız uzun sanat yaşamları boyunca şu veya bu şekilde uğramış olabildikleri anlayışsızlık, ilgisizlik, vefasızlık veya haksızlıklar nedeniyle zaman zaman üzülmüş de olabilirler" diyen Cumhurbaşkanı Gül, sözlerini şöyle sürdürdü:
"Bu davranışlar Sayın Cansever için yarattığı bazı eserlerin bakımsız kalması, şehircilik ve mimaride özensiz ve kişiliksiz bazı uygulamaların hakim olması ve giderek bunların bazen daha çok ilgi görmesi; Sayın Yaşar Kemal bakımından gençliğinde bazı el yazmalarının el konularak yok olması, evrensel ve toplumsal barış ile ilgili olarak yapmış olduğu çağrı ve uyarıların zamanında ve yeterince dikkate alınmamış olması veya kitaplarının korsan baskılarının önüne geçilememesi; Sayın Yavaşça için ise müziğimizin yozlaştırılması veya telif haklarına riayet edilmemesi biçiminde ortaya çıkmış olabilir.
Bunların dışında belki sizi üzen başka şeyler de olmuş olabilir. Ama her şeye rağmen bugün, başta hükümet olmak üzere devletimizin kurumlarında, özel sektör dahil vatandaşlarımızda kültür sanata karşı giderek daha ilgili, daha duyarlı, daha saygılı bir yaklaşımın gelişmekte olduğunu da memnuniyetle görüyoruz. Bunun sonucu olarak kültür hayatımızda canlılık ve çeşitlilik giderek artmaktadır.
Sanat, kültür ortamı artık daha özgür ve daha demokratik bir hale gelmiştir. Bir çok yasal engeller, hükümetin, Meclis’in girişimleriyle ortadan kaldırılmakta, yeni yeni kanunlar ve yeni yeni yönetmelikler sunularak kolaylıklar getirilmekte ve bunun sonucunda kültürümüzün evrensel erişimi daha da artmaktadır."
YAŞAR KEMAL ALKIŞLARLA GİRDİ
Yazar Yaşar Kemal, törenin yapıldığı resepsiyon salonuna Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Mustafa İsen ile, konukların alkışları arasında girdi. Tören, Cansever, Kemal ve Yavaşca’nın ödül gerekçelerinin okunmasıyla başladı. Cumhurbaşkanı Gül’ün konuşmasının ardından ödüller sahiplerine verildi.
Cumhurbaşkanı Gül, yaş sırasına göre, önce Turgut Cansever’i temsilen eşi Nilüfer Cansever’e, ardından da Yaşar Kemal’e ve Dr. Alaeddin Yavaşca’ya madalya ve berattan oluşan ödüllerini takdim etti.
-KEMERİMİ TAKMADIM KİMSENİN AKLINA BİRŞEY GELMESİN-
Ödülünü aldıktan sonra konuşmasını oturarak yapan Yaşar Kemal, sahneye gelirken pantolonunun kemeri nedeniyle yaşadığı soruna ilişkin, "1,5 aydır bel ağrısı çekiyorum. Belimde bir şey var, kemerimi takamadım. Kimsenin aklına bir şey gelmesin diye, hasta hasta buraya geldim" dedi. Yaşar Kemal, bu yaşında Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü’nü almaktan memnun olduğunu ifade ederek, kendisini onurlandıranlara teşekkür etti. Konuşmasında, küreselleşmeyi ve eğitim düzenini eleştiren Kemal, şunları söyledi:
"Cumhuriyet dönemiyle birlikte kültürümüze, dilimize dönmeyi öğrendik. Halkevleri ve köy enstitülerinin kurulması bize yardım etti. Bugünkü yeryüzünün eğitim düzeni düzen değil. Böyle bir düzen olmamalı. Bugünkü eğitimle barış da olmaz. Hiroşima’ya atom bombası atılmasını imzalayan ABD Başkanı da bu okullardan gelmiştir. Bu okullar zulüm okullarıdır. Köy enstitüleri dünyadaki en iyi başlangıçlardan biriydi. İnsanlık bir gün mecbur olacak, tutacak bu düzeni. Bu, gelecekte dünyayı gerçek insanlığa kavuşturacak tek düzendir. Bugün milyonlarca insan, açlıktan, bakımsızlıktan ölüyor. Ne halt ederlerse etsinler bu böyle devam edemeyecek ya da insanlık sona erecek. Bir gün, ’Bir Türk yazar bunu söyledi’ diyecekler, edebiyatım umurumda değil, namusum umurumda."
-TEK DİLE KALMIŞ DÜNYA HAPI YUTMUŞTUR-
Kemal, küreselleşmenin farklı dilleri ve kültürleri yıprattığını ifade ederek, "Tek dile kalmış dünya hapı yutmuştur" dedi. İnsanlığın, savaşın korkunç yüzünü 20. yüzyılda en ağır biçimde gördüğünü dile getiren Kemal, "Dünya ve Türkiye barışa susadı. Savaşın küçüğü, büyüğü olmaz. Dünyayı düzeltmenin yolunu seçsek olmaz mı?" diye konuştu. Yazarlık hayatı boyunca insanın gizemine ulaşmaya çalıştığını anlatan Kemal, düş gücünü yitiren insanın umudunun da kalmayacağını belirtti. Kemal, kendisinin hiçbir zaman karamsarlığa düşmediğini söyleyerek, okurlarının da karamsar olmamasını istedi.
-HEP SEVGİ AŞILAMAYA ÇALIŞTIM-
Müzik alanında ödüle değer görülen Dr. Alaeddin Yavaşca da, gerek 40 yıllık doktorluk gerek 65 yıllık müzik hayatında hep hizmet aşkıyla görev yapmaya çalıştığını söyledi. Mesleğini ve müziğini icra ederken sevgi aşılamaya çalıştığını dile getiren Yavaşça, her iki mesleğinde de hiçbir zaman karşılık beklemediğini belirtti. Yavaşca, geçmişte çeşitli ödüller aldığını anlatarak, "Benim için bir hastayı tedavi ettikten sonra onun gülücüğü hiçbir değerle mukayese edilemezdi" dedi. Yavaşca, müziğine de bunu yansıttığında görevini yerine getirdiği duygusunu yaşadığını kaydetti.
Yavaşça, ilk kez bir cumhurbaşkanından böyle bir ödül almanın ve takdir görmenin gönlünde unutamayacağı bir ışık yaktığını söyledi.
Mimar Turgut Cansever adına konuşan kızı Feyza Cansever, sözlerine "Babamın bu törene katılabilmesini ve ödülünü kendi elleriyle almasını çok isterdim. Çok mutlu olurdu" diyerek başladı. Feyza Cansever, eserlerinde insan, sanat ve çevre ilişkilerine büyük önem veren babasının dünyayı güzelleştirmeyi bir insanlık görevi olarak gördüğünü anlattı.
Konuşmaların ardından, Cumhurbaşkanı Gül ve Hayrünnisa Gül’ün verdiği resepsiyon için diğer salona geçilirken, Başbakan Erdoğan, Devlet Bakanı Mehmet Aydın ve bazı davetliler Yaşar Kemal ile bir süre ayaküstü sohbet etti.
-RESEPSİYON-
Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülünün verilmesinin ardından resepsiyona geçildi. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Hayrünnisa Gül, resepsiyona katılan konuklarla tek tek tokalaşarak "Hoşgeldiniz" dedi. Resepsiyona Başbakan Erdoğan, Devlet Bakanı Mehmet Aydın ve Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay ve çok sayıda davetli katıldı.
YAŞAR KEMAL MUHALİF KİŞİLİĞİYLE TANINIYOR
Her zaman muhalif kimliğiyle tanınan, devletle yıldızı pek barışmayan Yaşar Kemal’in ödülü kabul etmesi “Yaşar Kemal, devletle barışıyor” yorumlarına yol açmıştı. Cumhurbaşkanlığı’nın ödülle ilgili duyurusundan sonra açıklama yapan Kemal, “Bu ödülün bana verilmesini Türkiye’de siyasal duruşun, barış ve insan hakları mücadelesinin dışlanmaması konusunun ve toplumsal barışa giden yolun açılmak üzere olduğunun bir işareti olarak görmek istiyorum. Bu ödülün siyaset ve partilerüstü bir kurum olan Cumhurbaşkanlığı tarafından verilmesi bu açıdan ümidimi güçlendiriyor” demişti.
1950 yılından beri, özgürlükçü tutumu nedeniyle defalarca yargılanan, hapse girip çıkan Yaşar Kemal, en son Kürt sorunu hakkında yazdığı ‘Türkiye’nin Üzerindeki Kara Gökyüzü’ başlıklı yazısı nedeniyle bir yıl sekiz ay hapis cezasına çarptırılmış, cezası ertelenmişti.Yaşamı boyunca devletle başı derde giren aydınların da yanında yer alan yazar, Eşber Yağmurdereli’nin 1997’de hapse girmesi üzerine “Ölünceye kadar Türk devletini bağışlamayacağım” açıklamasını yapmıştı. Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü, ‘Türk kültür ve sanat yaşamına önemli katkılarda bulunan, sanatın yücelmesine çalışan Türk vatandaşı ve yabancı uyruklu kişiler ile kurumlara, Devlet adına onurlandırmak amacıyla’ veriliyor.
www.radikal.com.tr
-
Re: Memleketimden aydın manzaraları
:p Ben ve kuzenim Mehmet Aydın "Aydın" bir sülaleden geldiğimiz için soyadlarımızda aydındır.:o
Soyadımız münevver de olabilirdi o da başka...
-
Re: Memleketimden aydın manzaraları
BAŞBAKAN'I HANGİ GİZLİ ÖRGÜT DESTEKLİYOR?
Bugün gazetelerde tam sayfa bir ilan vardı. İlanda açık bir gökyüzü fonunda Başbakan Recep Tayyip Erdoğan yürürken gösteriliyordu. İlanın manşetinde “İçimizdeki Destan Yeniden Uyandı” yazıyordu.
İlanın başlangıcında Tayyip Erdoğan şöyle tarif ediliyordu: “Ne bahane üretti ne de mazerete sığındı. Kıbrıs’tan Davos’a, Irak’tan Gürcistan’a, İspanya’dan Kafkaslar’a kadar ülkemizi lider yapma yolunda azmini, iradesini her şart altında ortaya koydu”. Başbakanın Irak Savaşı’nda ABD yanında savaşa girmek için meclise getirdiği tezkerenin muhalefet tarafından reddedildiği, Kıbrıs’ta Annan Planı’na destek verdiği düşünülürse söz edilenin Başbakan Recep Tayyip Erdoğan olmadığı sanılabilirdi. Ancak Davos’tan söz etmesi ve metnin yanında Başbakanın tam sayfa fotoğrafının yer alması nedeniyle kastedilenin başbakan olduğu açıkça anlaşılıyor. Yine de metnin içinde başbakanın adı geçmiyor.
http://www.odatv.com/index.php?id=15098
///////
Sayın Bilgili, bu konu başlığını açarken ne düşündü pek emin değilim ama
yeni bir konu başlığı açacağıma, bu konu başlığını ANLAMLANDIRAYIM, daha iyidir diye düşündüm...
Gizli aydın bunlar...
Gel vatandaş geeeelll!
(Sonu bizim ittihatçılara benzemesin de MALUM... :) )