ETYEN MAHÇUPYAN'ın yazısı, vakit ayırıp okumanızı tavsiye ederim, önemle üzerinde durulması gereken bir cümle "Türkiye ahlaki kaygularını terk edecek kadar ‘milli’ olmamalı"...
-----------------
Ahlakî çöküntünün hikayesi
Geçenlerde yaptığı basın toplantısında Bush “her gün Tanrı’ya kendisine rehberlik etmesi, akıl vermesi... için dua ettiğini” söylemişti. Akıl konusunda söyleyecek bir şey yok...
Çünkü Tanrı’nın gerçekten de Bush’a yardım etmesinde yarar olduğu konusunda dünya çapında bir fikir birliği mevcut. Ancak Tanrı’nın Bush’a yapacağı ‘doğrudan’ yardımlar sadece akılla sınırlı olmasa iyi olur. Çünkü Bush yönetimindeki ABD hükümetinin dış politikası utanç verici bir oportünizmin, inanılması güç bir ahlaki çöküntünün de işaretlerini taşıyor. ABD dış politikasının bugün iki temel aracı var: Şantaj ve baskı... Ve bu ‘stratejiyi’ uygularken, ABD en basit ahlaki meşruiyet kriterlerini bile göz ardı etmekten çekinmiyor. Örneğin bile bile yalan söylüyor... Dışişleri Bakanı’nı dünya televizyonlarının karşısına çıkarıp, ona düzmece bir ‘imha silahları senaryosu’ anlattırabiliyor. Örneğin evrak sahteciliği yapıyor... Blix raporunun ortaya koyduğu gibi, Irak’ın Nijer’den uranyum aldığına dair sunduğu belgeler sahte çıkabiliyor. Dahası ABD gizli servisinin BM Güvenlik Konseyi’ndeki üyelere yönelik ‘gözetleme ve dinleme operasyonları’ düzenlediği ortaya çıkıyor.
İşin ilginç yanı, dünya kamuoyu ezici bir biçimde bu tutumu kınarken; bazı devletler bütün bu yalanları ve gayrıahlaki politikayı destekleme eğilimi içine giriyorlar. Başka herhangi bir devletin yapması halinde anında mahkum edilecek tavır ve eylemler, ABD’nin gücü nedeniyle sineye çekilmekle kalmıyor; yandaş da buluyor. Ve böylece ahlaki çöküntü bir ‘dış politika’ pozisyonu haline geliyor... Her türlü gayrıahlaki araç ve yöntemin ‘milli’ kisvesi altında meşrulaştırıldığı bir pozisyon bu. Haklılığı sadece güce dayandıran, paylaşma ve diyalog gibi kavramları anlamsızlaştıran bir bakış açısıyla karşı karşıyayız. Bizimki gibi güçsüz devletler ise, kendi konumlarını bir tür ‘çaresizlik’ olarak tanımlayabilseler de; ahlaki yükümlülükten kolaylıkla sıyrılamayacaklar. Çünkü olayın sadece çaresizlik olmadığını hepimiz biliyoruz...
Türkiye Irak meselesinde tercih imkanına sahip bir ülke. Şu ana kadar savaşı geciktiren ve ismini bilmediğimiz yüz binlerce insana bir ay daha fazla yaşama şansı sağlamış olan bir ülke. Türkiye ahlaki kaygularını terk edecek kadar ‘milli’ olmamalı. Hele bu millilik geri tepecek bir ahmaklığı ima etmekte ise. Türkiye kendi milli duruşunun asgari bir ahlak ve zeka içermesine izin vermek zorundadır... Aksi halde bu ülkeyi büyük bir kaos beklemekte; çünkü dünya ABD’nin resmettiği yönde ilerlemiyor. Güç kullanarak dünya lideri olma hayali cahilce bir ütopyadan başka bir şey değil. ABD gerçekten de dünyanın meşru ve kalıcı süpergücü olma şansına sahip; ama global meşruiyeti karşısına alma ısrarını sürdürecek olursa sonuç tam tersi olacak. Bu cehaletteki bir ‘liderin’ peşinden giderek kendi milli çıkarlarını koruyacağını sanmak ise daha da ahmakça bir beklenti. ABD’nin Afganistan’daki başarısızlığı ortada. Ortadoğu, ABD ve onun peşinden gidenler için büyük bir bataklık olacak. Bu coğrafya sürekli çatışmaların, savaşların, pazarlıkların alanı haline gelecek. Bu coğrafyadaki ülkelerin hepsi bölünme ve parçalanma tehlikesi ve şantajı ile karşı karşıya kalacaklar. Ama diğer yandan da bu atmosfer, bölgede otoriter siyasi yapıları güçlendirecek... İnsan düşünmeden edemiyor: Acaba asıl istediğimiz bu mu? Acaba otoriter zihniyet, uğruna ahlaki kayguları bile kenara koyabileceğimiz bir tür ‘millilik’ mi?
------------
Ahmaklığın meşruiyeti olur mu?
İkinci tezkerenin reddedilmesine rağmen ABD’nin yeni üsler açması anlamını taşıyan yığınaklar yapması, askeri bürokraside önemli bir rahatsızlık yaratmıştı.
Kamuoyundaki olumsuz intibayı gidermek ise her zamanki gibi merkez medyaya sızdırılan bilgilerle sağlanmaya çalışıldı. Bu ‘haberler’ Türk ordusunun her şeyden haberdar olduğunu ve ABD’lilerin ‘gerekli görülen hallerde’ sınır dışı edilebileceklerini söyleyerek, ‘milli vicdanı’ rahatlatmaya çalıştılar. Sayılan maddeler arasında şöyle bir cümle de yer almaktaydı: “ABD’nin Türk topraklarında kuvvet kullanma hakkı... meşru savunma amacıyla sınırlı olacak.” Burada sözü edilen tabii ki ABD’nin ‘meşru savunma’ amacıydı.
Bir ülkenin kendi ‘meşru savunması’ için başka bir ülkede askeri tasarruflarda bulunması bizim dış politika anlayışımıza da yansımış durumda. Genelkurmay Başkanı ve onun gibi düşünen birçok kişiye göre Kuzey Irak’a asker göndermemiz ve onları orada uzun süre konuşlandırmamız neredeyse doğal bir ‘meşru savunma’ hakkı. Herhalde meşruiyet terimi bu denli ‘ilginç’ bir biçimde algılanmayalı epeyce olmuştu. Kendi ülkenizin çıkarlarından hareketle bir hak tanımı yapıyorsunuz; bu hak tanımına dayanan bir amaç saptıyorsunuz; ardından da bu amacı gerçekleştirmek üzere başka bir ülkenin topraklarında askeri harekat düzenliyorsunuz... Ve bunun adı ‘meşruiyet’ kelimesi ile ifade ediliyor. Acaba yabancı askerlere muhatap olan ‘ev sahibi’ ülkede bir karşı hareketlenme olsa bunun adı ‘gayrimeşru’ mu olacak? İnsanlık tarihi bizimki dahil yığınla kurtuluş mücadelesi ile dolu. Yabancı askeri güçlere karşı yürütülmüş özgürlük savaşları bunlar... Sonuçta sizce hangisi meşru? Yabancı askerlerin misyonu mu, yoksa onlara direnenlerinki mi?
ABD’nin askeri varlığı sadece Irak’a yönelik olarak değil, Türkiye’deki faaliyeti ile de son kertede gayrimeşrudur. Çünkü biz ABD’nin amacını bire bir paylaştığımız için değil, elimiz mahkûm olduğu için bu izni vermiş durumdayız. Üstelik ABD söz konusu iznin de müdanaasızca dışına çıkmış durumda. Eğer bizim ordumuz Kuzey Irak’a girerse, bu daha da bariz bir meşruiyet sorunu yaratacak. Çünkü kararı alacak olanın Kuzey Irak Meclisi olmaması bir yana, böyle bir müdahalenin bölgedeki Kürtler tarafından istenmediği de açık. Dahası söz konusu müdahale isteğimizin ardında Cumhuriyet’ten beri gelen yanlış devlet politikası yatmakta. Sorunu yaratan zihniyetle yüzleşmeyi bilmediğimiz gibi, aynı zihniyeti daha da zorlayarak çözüm bulacağımızı sanıyoruz...
İşin garibi Kuzey Irak’a asker gönderilmesinin bir meşruiyet sorunu olmasaydı bile, bu eylem ‘meşru savunma’ amacına ters düşmekte. Çünkü askeri eylemin amacı bağımsız veya federal bir Kürt devletinin kurulmasını engellemekse eğer; bilinmeli ki bu müdahale bağımsız Kürt hareketinin garantisi gibi olacak. Bölgedeki direniş eninde sonunda silahlı bir çatışmayı tetiklerken; milli kimliğin yabancı asker işgali altında yaşanması, Kürt milli bilincini ve hareketini besleyecek. Bunun sonucunda bağımsız devlet hayali yaygınlaşıp derinleşecek. Bu arada olayı ‘işgalci güçlerle özgürlük mücadelesi’ olarak algılayacak olan uluslararası kamuoyu nezdinde, direnişin meşruiyeti artacak. Bütün bunların Türkiye’deki Kürt kimliğini nasıl etkileyeceği, ayrılıkçı bakışın alan kazanmasına neden olup olmayacağı, devletin baskı kullanmasıyla tarihin ne yöne doğru akacağı ise ayrı bir konu...
Türkiye, meşruiyeti ahmakça yorumlamamalı, çünkü ahmaklığın fazla bir meşruiyeti yok.
Give Justice A Hand