Re: Dağdaki çobanla Aysun Kayacı eşit olur mu hiç?
Sayın deniz02;
Bu gidişle siz de kendinizi siyasetin içinde bulacaksınız galiba.. Ayrıca siyaset sandığınız kadar kötü bir şey de değil. Bizdeki laçka siyaset ne yazık ki insanları siyasetten soğutuyor. Ama sorumluluk sahibi insanların da ucundan kenarından siyasete bulaşmalarında yarar var.
Ayıca siyaset size yakışıyor. Selam.
Re: Dağdaki çobanla Aysun Kayacı eşit olur mu hiç?
Teşekkür ederim Sayın Bilgili,
Muhakkaki kötü bir şey değildir ancak işi erbabına bırakmak en doğrusu sanırım, yine de aklımıza takılanları siz değerli hukukçulardan ve site sakinlerinden sormaya/öğrenmeye, oylarımızla da kıyısından köşesinden tutmaya devam edeceğiz.
Mevlam sonumuzu hayreyleye...
Re: Dağdaki çobanla Aysun Kayacı eşit olur mu hiç?
Aysun Kayacı ve Müjde Ar'a yerel sanatçıdan dava
Adıyamanlı mahalli sanatçı Mehmet Aslan, manken Aysun Kayacı ve sinema sanatçısı Müjde Ar hakkında, bir televizyon programındaki konuşmaları nedeniyle 1'er YTL'lik tazminat davası açtı. Aslan, verdiği dava dilekçesi sonrasında yaptığı açıklamada Kayacı'nın çobanlara, Müjde Ar'ın ise Adıyamanlılara hakaret ettiğini ileri sürerek "Manevi olarak çöktüm Bu nedenle tazminat davası açtım" dedi.
HaberTürk
Re: Dağdaki çobanla Aysun Kayacı eşit olur mu hiç?
Sevgili deniz02, sevgili Abbas Bilgili,
Bu konuda yazdıklarım çok açık olmasına rağmen nedense ya anlaşılmıyor, ya da anlaşılmak istenmiyor.
Mesele , Aysun Kayacı'ya kimin dava açtığı değil... Aysun Kayacı'nın sözleri de değil. Belli bir kasıtla söylenmemiş olsa da, bu sözlerin içeriğini değil, geri planını tartışmaya açmak istedim bu forumlarda. Bu fikirlere söyleyecek sözü olmayanlar, ya sözü söyleyenin kişiliğine saldırdılar, ya dava açmaya kalktılar veya açtılar, ya da konuyu hamaset veya polemik dolu başka mecralara kaydırmaya çalıştılar.
Tekrar etmekte fayda var. Dağdaki çoban ile Aysun Kayacı veya ben veya herbiriniz elbette temel hak ve hürriyetler anlamında eşitiz. Buna kim itiraz edebilir ki? Ancak gerçekten olması gerektiği gibi eşit miyiz? İşte asıl soru bu...
Hukukinet Köşe yazıları forumunda "Demokrasisini seven kovboylar" başlığında "kimi 30.000 oy ile vekil seçer, kiminin 60.000 oyu olmasına rağmen bir vekil seçemez" derken konuyu biraz da karikatürize ederek gerçekte eşit olmadığımızı, daha doğrusu kanun yapıcı bizim ne kadar eşit olmamızı isterse ancak o kadar eşit olabileceğimizi vurgulamak istedim. Anlayanlar anladı, anlamayanlar veya anlamak istemeyenler anlamamakta israr etti. O zaman benim için bu konuyu deşmek farz oldu, çünkü Aysun Kayacı'nın farkında olduğu veya olmadan parmak bastığı sorun gerçekten bizim ülkemizin çok çok önemli bir sorunu. Bir diğer sorun ise matematiksel değil sosyolojik...?!!! Aşiret, tarikat-cemaat ortamında şu liberallerin çok sevdiği bireyin özgür iradesi mevcut mudur meselesi. Ancak o ayrı bir tartışmanın konusu.Bugün demokrasiyi dilinden düşürmeyenlerde bu sorunu işaret eden bir Allahın kulunu göremezsiniz. E, zaten bizim demokrasimiz de bu kadar, demokrasi işimize geldiği sürece makbul...
Şimdi sizin için, bence bu konuda yazılmış en teknik makaleyi aşağıya alıyorum. Sizlerden ricam lütfen sindire sindire okuyun ve yazılanlarda en ufak bir hata varsa bu foruma yazmaya devam edin.
Makale Gazeteport'ta Ali İhsan Karacan imzası ile yayınlandı. Hep birlikte okuyalım.
Bir kişi, bir oy
http://www.gazeteport.com.tr/stellen...isc/spacer.gif
09.04.2008
Şirketler Hukuku yazınında kullanılan “bir pay bir oy” deyiminin siyaset bilimi ve Anayasa Hukukundaki karşılığı “bir kişi bir oy” deyimidir.
Biraz yakından bakılınca halka açık bir anonim şirketin ana sözleşmesi, sermayesi, payları, hissedarları, azınlık hakları, imtiyazlı paylar, genel kurul toplantıları, yetkili organların seçimi, oy ağırlıkları ile bir ülkenin anayasal sistemi, vatandaşları, seçmenleri, seçim sistemleri ve seçimleri, seçim barajları, seçimlerde oy kullanma ve seçim kuralları arasında şaşırtıcı benzerlikler görürsünüz.
Televizyonda program yapan bir mankenimizin kullandığı ifadeler bir hayli tartışma yarattı ve gerek medyadan gerekse politikacılardan bu açıklamaya karşı yöneltilen tepkiler (açıklamayı yapanın kişiliğine yönelik olanlar bizi ilgilendirmiyor) , bu tepkilerin içeriği ve yapılış biçimi mankenimizin yaptığı açıklamalardan daha az bilgisizce değildi. Manken hanım bu açıklamayı bilgi dağarcığına (!) dayanmak yerine belki içgüdüsel bir tepki ile ve belki de gündemde yer almak anacıyla yaptı (ve başarılı da oldu). Politikacıların tepkisi de bence genelde manken bayanınki ile örtüşüyor
Oy hakkı ve oyların ağırlığı ülkemizde pek tartışılan bir konu olmasa da bu gelişmiş ülkelerde de tartışılmıyor, incelenmiyor ve eleştirilmiyor anlamını taşımıyor.
Aslında iki konuyu yani herkesin bir oy hakkına sahip olması ile bu oyların seçimlerde sonuca yönelik olarak ağırlıklarını birbirinden ayrı düşünmeli ve birbirine karıştırmamalıyız.
Demokrasilerde oy hakkının temel bir hak haline gelmesi hem kolay olmamış hem de göreli konumunu da hala sürdürmektedir. Belirli bir yaşın (neden 21, neden 18? ayrı bir konu) üzerindeki herkesin din, ırk, cinsiyet ve sosyal statü ayırımına tabi tutulmadan yapılacak yerel ve genel seçimlerde oy kullanma hakkına sahip olması uzun bir mücadeleden sonra ulaşılabilen bir hak olmuştur ve bu hakkın bugünkü durumu ve kapsamı demokrasi tarihi kadar eski değildir. Örneğin kadınların oy hakkına sahip olması oldukça yenidir. ABD de Afrikalı kökene sahiplerin oy hakkını kullanabilmeleri eskilere gitmez.
Ancak günümüzde herkese bir oy hakkı verilmesi Hayden’in deyimiyle demokrasinin olmazsa olmaz kuralı ve temeli (sine qua non of democracy) olmuştur (Grant M.Hayden, The False Promise of One Person, One Vote, Michigan Law Review, Vol.102, 2003). Bir kişi bir oy standardı öylesine yaygın bir şekilde kabul edilmiştir ki ünlü sosyal bilimci Jon Elster demokrasiyi “ bir kişiye bir oy ilkesine dayanan basit çoğunluk kuralı “ olarak tanımlamaktadır (J.Elster & R.Slagstad , Constitutionalism and Democracy, Giriş, 1998).
Herkese bir oy ilkesinin yaygın ve popüler olmasının nedenleri bir sır değildir. Eşitlik, ortalama vatandaşın hakları gibi duyguları yakalamanın bir aracıdır. Sistem iyi-dizayn edilmiş bir slogan olarak karşı çıkmanın absürt olarak görüleceği bir şekilde bir temsil yapısı oluşturmaktadır ; “Bir kişi, bir oy ilkesine” kim karşı çıkabilir ki ? (Hayden agm). Ayrıca sistem nötr, kolay yönetilebilir bir standart sağlar.
Herkesin bir oy hakkına sahip olması pratikte bu oyların mutlaka seçim sürecinde aynı ağırlıkta olması ya da aynı ağırlıkta etkiye sahip olması anlamına gelmemektedir. Tek bir oy seçim sürecine aynı ağırlıkta değil de, farklı ağırlıkta etkide bulunabilir; genelde bu daha yaygın bir sonuçtur. Oyların ağırlığını ülkedeki seçim sisteminden farklı düşünemeyeceğiniz gibi seçim bölgeleri, parlamentonun seçim bölgeleri arasında dağılımı, seçim barajları herkes bir oya sahip olsa bile oyların son tahlilde farklı ağırlıkta olmasına neden olur.
Hayden oy hakkının kavramsal olarak üç ayrı hak tipini içerdiğini söylüyor. Birincisi bir oyu kullanabilme hakkıdır; seçim sandığına gidebilmek herhangi bir oy hakkının zorunlu unsurudur. Seçmen olabilmek ve oyunu kullanabilmek tek başlarına alındığında anlamlı bir politik katılım sağlamaz. Çünkü seçim bölgeleri sınırları oyun gücünü etkin bir biçimde sulandıracak şekilde çizilmiş olabilir. Böylesi oy sulandırılması (vote dillution) iki biçimde; sayısal (quantitative dilution) ve niteliksel (qualitative dilution) olarak sulandırılmış olabilir (bu terim şirketler hukukunda da kullanılıyor). Sayısal oy sulanması, oylar eşit olmayan ağırlıklar aldığında ortaya çıkar ve böylece oylar rakamsal olarak sulanmış olur. Niteliksel oy sulanması ise bir seçmenin tercih ettiği seçmede daha az fırsatının olması durumunda ortaya çıkar; bunun nedeni de daha ziyade seçim bölgesi sınırlarıdır.
Bunlardan en az tartışmalı olanı sayısal sulanmadır. Ve bu en çok bir bölgenin sınırlarının standart bölge büyüklüğünden sapacak şekilde çizilmesi şeklinde ortaya çıkar.
Chicago Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyelerinden Adam Cox şunları yazıyor: “Modern oy hakları araştırmacıları bir konu üzerinde mutabıktırlar: Oy hakları toplanan, bir araya getirilen (aggregate rights) haklardır. Birçok bireysel nedenle oy hakkı önemlidir. Bu nedenle, oy hakkını etkileyen bir hukuk kuralının adilliği (fairness) sadece bireysel, münferit seçmen ve onun oy hakkı üzerinde yoğunlaşarak belirlenemez. Oy hakları toplanan haklardır; uygun toplamanın sınırlarını belirlemeksizin de bir seçim sisteminin adilliği veya oy haklarının kullanımını değerlendirilemez.” (Adam B. Cox The Temporal Dimension of Voting Rights , John M. Olin Law & Economics Working Paper NO. 300 June 2007)
Toplama işlemi esas itibariyle mekansaldır ve farklı mekanlarda yerleşik insanların oylarının toplanış biçimi bir oy kuralının adilliğini değerlendirmek amacıyla incelenir. Bir kişi bir oy ilkesinin dayandığı eşitlik ilkesinin sınırları vardır. Klasik bir örnek ABD den verilebilir. ABD Senatosunda her eyaletin iki senatörü vardır. Wyoming eyaletinin ili senatörü 495 bin kişiyi temsil ederlerken Kaliforniyalı iki senatör 34 milyon kişiyi temsil etmektedir.
Biz ülkemize dönelim. Örneğin son yapılan 22 Temmuz 2007 genel seçimleri ele alalım. Tesadüfen seçtiğim iki bölge. Hakkari’de 87.839 geçerli oy 3 milletvekilini TBMM ye göndermiş. Yani her bir milletvekili ortalama 29.279 oyla seçilmiş. İstanbul 1. Bölgede 2.117.010 geçerli oy ile 24 milletvekili seçilmiş olup her bir milletvekili için kullanılan ortalama oy 88.208 olmuştur. Yani bir Hakkarili seçmenin İstanbul 1. bölgedeki seçmene kıyasla oy ağırlığı 3,01’dir. Yani 1 Hakkarili 3 İstanbulluya bedeldir; ya da üç İstanbullu ancak bir Hakkarili etmektedir. Teknik terimleri kullanırsak İstanbul’da oy kullanan seçmenlerin oyları sayısal olarak sulandırılmış oylardır.
Ne oldu hani herkesin bir oyu vardı? Doğru bir oy var, ama Orwelvari deyişle “oylar eşittir ama bazıları daha eşittir.”
Son yapılan yasa değişikliği ile ilk yapılacak yerel seçimlerde bazı belediyelerin kaldırılması ve bazıların birleştirilmesi aslında oyların sayısal ve niteliksel olarak sulandırılmasına neden olacaktır. Kaldı ki seçimin sonuçlarını manipülasyon amacı ile seçim bölgeleri değişiklikleri sıklıkla başvurulan bir yöntem. Ve ülkemize de has değil.
Demek ki, ülkenin seçim bölgelerine ayrılması ve her seçim bölgesinde kaç seçmenin yaşadığı ve kaç temsilci seçeceği herkes bir oya sahip olsa bile oyların hangi ağırlığa sahip olacağını belirleyen önemli bir etken. Genel seçimlerde bütün ülkenin tek seçim bölgesi olarak belirlendiği ve partilerin bütün ülkedeki oylarına göre ağırlıklı olarak parlamentoya gönderecekleri temsilci sayısının belirlendiği seçim sistemlerinde (Hollanda ve İsrail gibi) oylar arasındaki ağırlık farkı minimize edilmektedir. Tersi uygulama ise (İngiltere gibi) dar bölgeye dayanan sistemdir ve burada da 1 temsilciden oluşan bölgeler ile oyların ağırlığı olabildiğince birbirine yaklaşmaktadır. Ülkemizde bölge büyüklüğü 2 ile 24 temsilci arasında değişmektedir. Bu da oylar arasındaki ağırlık farkını artırmaktadır.
Bu nedenle bir kişiye bir oy hakkı sadece uygulamada seçmenleri oylarına eşit ağırlık vermede eksikleri olan bir sistem değildir, aynı zamanda eşit temsil amacını da gerçekleştirmede başarısız olmaktadır (Hayden, agm)
Oy ağırlığını yakından etkileyen ve sayısal olarak sulandıran önemli bir uygulama da genel seçimlerde uygulanan barajlardır. Bu barajı ne kadar çok yükseltirseniz oyların ağırlığını o ölçüde etkiler ve niteliksel olarak sulandırırsınız. Bu nedenle ülke barajının % 3 mü, % 5 mi yoksa % 10 mu olduğu son derece önemli.
Elbette siyaset bilimi tarihinde herkese bir oy hakkı vererek belirli kriterleri karşılayan seçmenlerin daha fazla oy hakkına sahip olmalarını söyleyen düşünceler olmuştur. Hayal gücünüzü çalıştırarak herkese en az bir oy ilkesini ihlal etmeden sizde kendinizce modeller geliştirebilirsiniz. Örneğin eğitim yükseldikçe ilave oy hakkı; ödenen vergi arttıkça ek oy hakkı gibi. Bu size kalmış düşünmek serbest.
“Benim oyumun değeri ve ağırlığı dağdaki çoban kadar bile değil” dense idi İstanbul’da oturan birisinin oy ağırlığının düşüklüğüne değinileceğinden somut ve matematiksel bir gerçek dile getirilmiş olurdu.
Konu aslında sanıldığı kadar basit ve tartışmasız bir konu değil.
Re: Dağdaki çobanla Aysun Kayacı eşit olur mu hiç?
'seçmen' halimizle ilgili tespitler.., (mesleki değil psikolojik açıdan)
***Seçim anketlerinin değişmez başaktörleri kararsızlar,
son seçim dönemeçlerinde neredeyse yüzde 30'lara varan sayıları ile ağırlıklarını koydular; bundan haberleri yok, o başka...
Kendi fikir ve isteklerini kimin gerçekleştireceğini belirleme amacıyla sandıklara gideceklerin bir kısmını kesin kararlılar ('kemik' seçmen) oluşturuyorsa, bir o kadarını da, 'kararsız'lar oluşturuyor.
Kararsızlık, psikolojik açıdan bakıldığında, en az iki durumda ortaya çıkar.
Birinci durum; 'al birini, vur ötekine'. Seçenekler birbirinden 'kötü'yse, iki seçeneği de istemiyorsak, karar veremeyiz. Örneğin, etyemeyen birisi için pirzola ile bonfile arasında seçim yapmak gibi...
İkinci durum; 'ne yardan, ne serden' (ser: kelle ya da can anlamına). Seçeneklerin hepsi birbirinden 'iyi'yse; seçeneklerin hiçbirisinden vazgeçemiyorsak. Aklımız hep öbür seçenekte kalıyorsa...
İki karşıt durum, aynı sonucu doğurur. Ne yapacağına karar veremeyen, verdiği karardan her durumda memnun olmayacağına inanan seçmenler. Verdiğiniz kararın bir etkisi olmayacaksa, zaten, karar vermeye ne gerek var?
Kararsız seçmen, acelecidir, sabırsız ve telaşçıdır. Bir sonraki adımı pek hesap etmez, geleceğe dönük hareket etmekten kaçınır, anlık ihtiyaçlara göre karar verir. Toplumsal kurallara ayak uydurmakta zorlanır, gözükara ya da aklı havada gibi sıfatlarla anılabilir.
Kararsızımız, seçim zamanlarında, değişiklik sever; sırf değişiklik olsun diye, bazen de otoriteyi sinir etmek ya da otoritenin gücünü test etmek için beklenenin tersi yönde hareket edebilir; kararını o anda, ne düne, ne yarına bakarak, tam 'o anda' (yani, oy verme anında) verir. Son dakikaya kadar beklese de, aslında, beklemeye tahammülü yoktur. Kararının belirleyicisi 'o andaki', yani son dakikadaki, koşullardır.
İçimizden gelen. O sebeple, şu anda kararlarını vermiş gibi gözükenler arasında bile, son dakikada duydukları ya da gördüklerine göre karar değiştirenler olacağından, 'özünde kararsız' sayılması gerekenler çokçadır. Üstelik son dakikada içinden geldiği gibi ya da canının çektiği gibi karar verdiğini düşünen (zanneden) kitlenin içinden geleni, hemen o anda olan bitenler belirler.
Seçim sandık kurulundaki hemşerinin partisinin ne olduğu,
ya da seçimden önce verilen besin yardımı paketindeki malzemeden yapılmış, az önce yenmiş yemeğin karnının içinde yarattığı kuvvetli gaz hissi.
Belirsizlik 'kararsızlık'ı artırır.
İnsanlar, içinde oldukları ortamın koşulları belirsizleştikçe, 'kararsızlaşabilirler'.
Seçimdeki belirsizlik seçeneklerin birbirinden farksızlaşmasıdır.
Kararsız seçmen kararsızlığını aşmak için genellikle, o anda 'ilk akla gelene' meyleder.
Son dakikada ve ilk akla gelen ise, devamlı akılda olabilendir; hiç akıldan çıkmayandır.
Seçmenin 'gönlündeki'dir. Gönül alanların seçim kazandığı ülke Türkiye...
Gönül her zaman akıldan üstün değildir. Bir karar verirken ilk akla gelen, aslında, seçmenin dilinde, 'aklından' ziyade, 'kalbine yakın' olandır. Bu bir bakıma, önyargılarını ya da kalıplaşmış fikirlerini pekiştirici nitelikteki 'radikal' grupların seçim şansını arttıran bir durum gibi gözükebilir. Neden? Akıl, bir süre için duruma bir cevap bulamadığında, otomatik olarak ortaya çıkacak davranış, genellikle içgüdüsel, kısa dönemli çıkarlara yönelik, olası bir 'tehlike'yi savuşturmaya yönelik olacaktır.
Hele tartışılması güç 'manevi' ya da 'milli' değerlere yönelik tehlikeler olduğuna herkesi inandırıcı bir söylemi olanlar, kararsızların 'tepki oyları'nı (tam da, kararsızlar düşünmeksizin, ölçüp biçmeksizin karar verdikleri için) toparlayıp gider. Tepki dediğiniz, düşünmeden, içinizden geldiği gibi, beyninizde yıllar içinde otomatikleşmiş ne varsa, onu yapmaktan başka bir şey değildir.
Gönül çelinebilir.
Ancak, aynı kararsız seçmene 'yakın' gelebilecek bir başka yaklaşım, seçmene kendisini önemli hissettiren, adam yerine konduğu duygusunu alabildiği, bu sebeple de kendisini yakın (ve kendisinden yetkin) hissettiği bir kişi/grup da kararsızların 'gönlünü çelebilir'. Bir şeylerin elden gittiğini söylemekten başka sözü olmayan, tehlike umacısı 'hamasi' kanatların 'kararsızlar' nezdindeki garantili etkisini dengeleyebilecek tek seçenek gönülçelen partisi olmalı.
Prof.Dr. Yankı Yazgan
__________________________________________________ ______________
Bence;
çoban ve profesör rey'inin kıymetini tartışmak out
**Hiç kararlarını akılcı olarak alma kabiliyetine haiz seçmenin oyu ile; 'kararsızlığı' kaderi bellemiş seçmenin oyu bir olur mu????
Re: Dağdaki çobanla Aysun Kayacı eşit olur mu hiç?
ilaveten;
bence adamakıllı bir tez konusu olarak araştırılıp hem Aziz Nesin'den esinlenilmiş Aysun Kayacı fikirlerine* hem de demokratım diye bas bas bağıran kesimin bu fikirlere fikren değil de tecavüzen tepkilerine de bir miktar atıf yapılmalı.., nihayetinde bu memleketin seçim/seçmen paradoksu 1982 anayasası vakası temel alınarak incelenmeli irdelenmeli...
7.kasım.1982 referandumu....Katılım; %90.32 KABUL;%91,37
(ACABA;Böylesi halk desteği almış bir anayasa'nın demokratik olmadığı savını üretmek kimin haddine??? % 47 ile % 91 arasında epeey uçurum yok mu?
% 91 lik bir kabul erkine sahip anayasanın % 47 lik bir temsil kabiliyetine 4 yıllığına sahip hükümetin sonradan mızıkılan bir ortaklıkla değiştirilebilmesi demokrasinin herhalde cilvesi....
ACABA;1982 de %91 lik bir onay ile Anayasa'm bu'dur diye demokratik! tercihini yapmış halk'a birkaç ay, birkaç yıl sonra aynı Anayasa için fikri sorulsa idi aynı sonuca üç aşşağı beş yukarı ulaşılabilme ihtimali ne idi? "demokrasi bugün tamam dediğine yarın yok ya ben bunu hiç tutmadım diyebilme özgürlüğü herhal??? Tamam herşey demokratik olsun da; bu demokratik git-gel'lerin maliyetini bi hesap etmek gerekir. Zannımca bu memlekette demokrasi hayli masraflı, maliyetli bir biçimde uygulanıyor. En kısasından demokrasi 'halk için' değil miydi? Galiba bunu halka farkettirmek de iş bitiyor?
A partisi için, şu için, bu için değil de,
hem kendisinin hem ülkesinin; hem bugünün hem GELECEĞİNİN tercihi için 'rey' verdiğinin farkındalığında 'seçmen' beklentisi biraz fazla ütopik mi?)
Re: Dağdaki çobanla Aysun Kayacı eşit olur mu hiç?
Sayın Gür,
Sizi anlıyorum , anlaşılamayak bir durum da yok ortada, ancak konuya farklı açılardan baktığımız için, siz anlaşılmadığınızı düşünüyorsunuz fakat ikinci iletimde neyi anlatmaya çalıştığımı bir nebze de olsa dile getirmeye çalışmıştım, belki de yeterli değildi ya da sizler başka noktaya odaklandığınız için bunu fark edemediniz.
Ayrıca son iletinizde belirttiğiniz üzere, şu cümlenizle sizi anlamadığımı düşündüğünüz hususunu açığa çıkarmış oldunuz:
"Kayacı'nın farkında olduğu veya olmadan parmak bastığı sorun gerçekten bizim ülkemizin çok çok önemli bir sorunu."
İşte şimdi oldu, çünkü Kayacı, hiç de dediğiniz konuya parmak basmış olmak için değil, onunkisi amacına yönelik öylesine sıradan alelade bir söylemdi.
Ancak, ta en baştan "en saçma bir sözden bile çok güzel fikirler ortaya çıkabilir, bizler bunu şu şekilde ele alıp, bir gündem konusu oluşturabiliriz" diye , yaklaşımda bulunmuş olsaydınız; üzücü şeyler de yaşanmazdı bu forumda, üzülerek belirtmek isterim ki, son iletinizi geçen akşam okuma fırsatı buldum ne yazık ki... Hırsla kalkan zararla oturur diye bir söz vardır, ayrıca düzelmiş olduğunu görmek de bir o kadar sevindirdi; bilerek isteyerek hiç kimseyi zerre kadar incitmek istemediğim gibi , bunca zamandır sevgi ve saygı duyduğum sizlere karşı da asla bir saygısızlık söz konusu olmadı , olamazda..
Konuya farklı açılardan baktığımızı farkettiğim için, ayrıca üzücü durumlar da yaşanmasın diye, yorum yapmamayı yeğlemiştim, "ilgili haberleri eklemeye devam edeceğim" dememdeki sebep ise, tıpkı diğer konularda olduğu gibi, (örneğin "Aselsan" konusu) bu konuyu da baştan sona kadar hukuki boyutuyla takip edip buraya not düşmüş olmak içindi, yoksa işte "şu da dava açtı , bakın bakın bu da dava açmış" demiş olmak için değildir.
Bir de bu konuda yanlış anlaşılmamak adına, Prof. Dr. İnan ÖZER'in “MEDYANIN TOPLUMSAL DEĞİŞİME ETKİLERİ” üzerine bir seminer söyleşisini eklemek istiyorum. Siyasi yönüyle değil fakat konuya ilişkin ve "Toplum Bilimi" üzerine çok güzel bir söyleşi diyebilirim.
Re: Dağdaki çobanla Aysun Kayacı eşit olur mu hiç?
“MEDYANIN TOPLUMSAL DEĞİŞİME ETKİLERİ”
Prof. Dr. İnan ÖZER
Pamukkale Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dekanı
Sayın Genel Müdür, Sayın Rektörüm, Sayın Başkan, Değerli Konuklar, Değerli Basın Mensupları....
Hepinizi saygıyla selamlıyor ve hoşgeldiniz diyorum.
Konuşmama başlamadan önce “3 Mayıs Dünya Basın Özgürlüğü” gününüzü kutlamak istiyorum ve dördüncüsü düzenlenen yerel medya eğitim semineri toplantısında ben, temel kavramlar üzerinde durmak isti-yorum. Aslında kitle iletişimi, kitle kültürü, popüler kültür günümüzde çok sıklıkla ele alınan, tartışılan, üzerinde farklı açıklamalar, farklı değerlendirmeler yapılan kavramlar. Bu kavramları mesleğiniz gereği sizler tabii çok daha geniş, çok daha derinlemesine tartışıyor, izliyor, farklı yeni görüşler oluşturuyorsunuz. Ben daha çok bu kavramları, toplumsal değişim ile ilişkileri bağlamında ele almak istiyorum.
Kitle iletişimi, çağımızın yeni olgusudur. Günümüzde giderek sosyopolitik bir güç haline gelmiştir. Belirtilmesi gereken nokta; iletişimle, kitle iletişimi kavramları arasındaki farklılık. İletişim, insanlık tarihi kadar eski olan bir kavram. Buna karşın kitle iletişimi, ancak teknolojik gelişmeler ile çağımızın özellikle geliştirdiği, ortaya çıkardığı teknik araçlarla gerçekleştirilen bir olgu. Kitle iletişim olgusunu, yazılı basının gelişmesi ve okumanın bireyselleştirilmesi ile de başlatmak mümkün. Kitle iletişiminin ortaya çıkışının iki nedene bağlanarak açıklandığını görüyoruz literatürde. Bunlardan birincisi; toplumun genel olarak belirli bir teknolojik düzeye ulaşması, ikincisi ise; bu üretilen ürünü alabilecek geniş bir kitlenin varlığı. Doğal olarak hem teknolojik ürünlerin oluşması ya da teknolojinin gelişmesi ve de kitlenin, yani insanların daha kalabalık şekilde bir arada yaşar hale gelmeleri, toplumsal gelişmenin insanlık tarihi boyunca ileriye doğru gelişiminin, ancak belli bir evresinde, belli bir döneminde oluşmuştur. Şu şekilde de izah edebiliriz durumu. Kitle iletişimi, toplumsal değişim süreci içerisinde toplumsal yapının diğer kurumları ile birlikte etkileşen, onlarla birlikte karşılıklı bir süreç içerisinde etkileşerek, değişerek, hem onlar üzerinde etkilerde bulunan hem de onlardan etkilenen bir süreç içerisinde biçimlenmiştir. Biz sosyolojik olarak kitle iletişimini, toplumsal yapının üç temel niteliği ile ilişkilendirerek değerlendirebiliriz. Toplumsal yapının ya da yapı dediğimizde biz, birlikte yaşayan insanların aralarında kurdukları ilişkileri anlıyoruz. Toplumsal yapıyı, düzenlenmiş insan ilişkileri olarak tanımlıyoruz. Bu ilişkiler çerçevesinde, insanlar arasındaki ilişkileri düzenleyen kurumlar oluşuyor ve ortaya çıkıyor. Yani, mal ve hizmetlerin üretilmesinde ve bölüşülmesindeki ilişkileri düzenleyen kurumlar olarak ekonomik kurumlar oluşuyor. İnsanlar arasındaki ilişkilerin; yöneten ve yönetilenler arasındaki ilişkilerin düzenlenmesi sürecinde ya da bu gereksinmelerin karşılanması sürecinde, siyasal kurumlar oluşuyor, ortaya çıkıyor. Çocuğun yetiştirilmesi ve eğitilmesi, bireyin toplumsallaştırılması sürecinde aile kurumu oluşuyor ve ortaya çıkıyor. Keza, din kurumu ve eğitim kurumu. İşte iletişim, aslında bütün bu kurumların oluşmasında başlangıçtan beri insanlık tarihi kadar eski olan bir kavram olarak, bir olgu olarak çok ilkel bir toplulukta bile bireylerin birbirleriyle zorunlu olarak, belki kendi varlıklarını kendi sürekliliklerini sağlayabilmek için bir etkileşim ya da bir iletişim kurma çabalarının bir arayışı olarak ortaya çıkmıştır.
Toplumsal yapının niteliklerini üç düzeyde değerlendirebileceğimizi söylemiştim. Bunlardan birincisi, toplumsal etkileşim. Yani toplumsal yapıda yer alan, biraz önce belirttiğimiz her kurum; siyasal kurumlar, eğitim kurumu, aile ve din, birbirleriyle ilişki içerisinde olmak durumunda. Aralarında karşılıklı bir etkileşim olmak zorunda. İşte iletişimi biz, aslında bu kurumlar arasındaki ilişkinin kurulmasında ve güçlenmesinde iletişimin önemli bir işlevi olarak, toplumsal bir işlevi olarak görüyor ve değerlendiriyoruz. Ögeler arasındaki bu ilişki ve etkileşim, ister istemez ögelerin herhangi birinde meydana gelen bir değişmenin, diğer öğeye de erişmesi, etkilemesi, onu değiştirmesi ile sonuçlanmakta. Yine bu etkileşim içerisinde, iletişim kurumlarına ya da iletişim süreçlerine ya da araçlarına çok önemli bir takım işlevler yüklenilmekte.
Yine diğer bir niteliği olarak tanımladığımız toplumsal bütünlüğün gerçekleştirilmesinde de, iletişimin son derece önemli bir işlevi vardır. Çünkü toplumda yer alan kurumlar, yani ekonomik kurumlar ya da siyasal kurumlar ya da inanç ya da dinler ya da örf adet ve gelenekler. Bu alanlardaki kurumlar aynı zamanda değişmezler ya da aynı hızla değişimleri gerçekleşmez. Farklı hızla ve farklı zamanda gerçekleşen bu kurumlar arasında, bir bütünlüğün kurulması gerçekleşir. Eğer bütünlük kaybolursa, toplumsal yapıda çözülme denilen ya da gecikme denilen bir takım gerginlikler, bir takım sıkıntılar söz konusu olabilir. İşte iletişim, aynı zamanda bu ögeler arasındaki bütünlüğü de sağlayan, gerçekleştiren ve yapısal bütünlüğü koruyan bir süreç olarak ortaya çıkmakta. Biraz sonra, “kitle iletişiminin işlevleri nedir?” sorusuna yanıt ararken, bu bütünlüğü sağlama işlevinin tekrar üzerinde duracağız. Tabii doğal olarak gerek toplumsal etkileşim ya da toplumsal bütünlük başlangıçta olduğu gibi ya da verili olarak alınsa bile, bir toplum içerisinde sabit kalmıyor. Değişik nedenlerle zaman içerisinde sürekli bir değişimden geçiyor, farklı nedenlerle, farklı faktörlerden kaynaklanarak. İster istemez toplumsal değişme, bir önceki durumla, bir sonraki durum arasındaki farklılık olarak da tanımlansa, burada bu olguya değişme denilmesindeki temel neden, gelişme ya da ilerleme gibi kavramların öznellik ya da subjektiflik taşıması ve kişiden kişiye değişmesinden ötürüdür. Ama değişme; daha nesnel, daha tarafsız ve daha objektif bir kavram olarak bu farklılığı açıklayan bir olgu. Toplumsal değişim, toplumun bütün kurumlarını kapsamakta, fakat bu kapsam içerisinde, özellikle bir takım öğelerin bizim daha çok maddi ögeler dediğimiz teknolojik ögelerin daha hızlı ve daha çabuk değiştiğini görürüz. Ama bunun dışında kalan ögeler, örneğin, eğitim gibi, siyaset gibi, din ve hukuk gibi, örf, adet ve gelenekler gibi unsurların ise daha ağır ve daha yavaş değiştiği gözlenir. Kitle iletişimi ya da iletişim, bu alandaki toplumun üst yapı kurumları ya da manevi kültürün manevi ögeleri olarak tanımlanan ögelerdeki değişikliğin hızlanmasını artıran ya da onu yönlendiren, onu et-kileyen bir olgu olarak, bir araç olarak da önem kazanır.
Toplumsal değişimin, doğal olarak kaynaklarından biri de, tabii değişme, yalnızca toplumun iç kaynaklarından, iç dinamiklerinden gerçekleşerek oluşmuyor. Toplumu çevreleyen ya da toplumsal yapıyı çevreleyen farklı kültürler arasındaki ilişki ve etkileşimden de kaynaklanmakta. İşte bu noktada iletişim, bilgi akışı açısından farklı örneklerin, farklı düşüncelerin, farklı araç ve gereçlerin, farklı teknolojilerin topluma girmesinde ya da sızmasında bir araç olarak önemli bir işlev üstlenerek karşımıza çıkıyor. Tabii değişme, her toplumda aynı şekilde gerçekleşmiyor. Doğal olarak kitle iletişim araçları da, her toplumda değişimi aynı yönde, aynı hızla ve aynı biçimde etkilemiyorlar. Değişim süreci içerisindeki toplumlara baktığımızda, çok yakın tarihimizde bile, kimi toplumsal yapılarda, kimi siyasal yapılarda kitle iletişim araçlarının bazen egemen ideolojinin yansıması ya da iletilmesi işlevini üstlendiklerini, buna karşın, diğer toplumlarda ise egemen ideolojiye karşı belki daha farklı, özellikle özgürlük gibi, demokrasi gibi, insan hakları gibi temel değerler üzerinde, bunların taşıyıcısı ve bunların yayıcısı olarak oluştuğunu, ortaya çıktığını ve önem kazandığını görüyoruz.
Toplumların farklı özellikleri ve farklı yapılara sahip olmaları doğal olarak, toplumsal değişme sürecinin de farklı biçimlerde gerçekleşmesine yol açıyor. Bu konuda değişik değerlendirmeler var. İster istemez karşı karşıya geldiğiniz kültür ve özellikleri, sizin toplumsal yapınızın değişimini ya da onun alacağı biçim üzerinde önemli etkilerde bulunuyor. Bu şekilde karşı karşıya gelinen durumu ya da karşı karşıya gelinmiş iki kültürü; alıcı kültür ya da verici kültür şeklinde bir tanımlama ile açıklamaya çalışıyoruz. Yani diyelim Türk Kültürü, eğer kendisini çevreleyen ya da benzemeye çalıştığı Batı Kültürü ile karşı karşıya gelmiş bir durumda ise, Türk toplumu, alıcı kültür konumunda olmakta, buna karşılık Batı Kültürü, benzemek istediğimiz ya da dönüşmek istediğimiz kültür ise, verici kültür konumunda kalmakta. Ama hiç bir zaman bu kültürün karşısında olan Türk Kültürü ya da yalnızca bu Türk Kültürü, Batı Kültürünün karşısında değil. Diğer farklı kültürler de, Batı Kültürünün karşısında. Aynı şekilde, Batı Kültürü de çok homajen bir kültürdür. Kendi içerisinde çok farklı özellikleri, çok farklı değerleri, çok farklı teknolojik düzeyleri taşıyan bir kültür. O nedenle diyelim ki, İngiliz toplumunun içinde girdiğiniz ilişkiler veya Japon Kültürü ile karşı karşıya geldiğinizde içine gireceğiniz ilişkiler ya da Amerikan Kültürü ile karşıya karşıya geldiğimizde, bizim kültürümüzün alacağı etkilenmeler çok farklı şekillerde ortaya çıkacaktır. Çünkü o kültür, Batı Kültürü olarak değerlendirdiğimiz, tanımladığımız o kültür de, kendi içerisinde, örneğin; özümleyici kültür ya da toplayıcı kültür gibi farklı özellikler taşır. Bu özellikle, aslında o kültürün belki hiyerarşik yapılara önem vermesi, daha özgür ya da daha egaliter bir yapıya sahip olması şeklinde farklılaşır. Eğer siz daha eşitlikçi, daha özgürlükçü bir yapı ile karşı karşıya kalmışsanız, bundan alacağınız etkilenmeler sonucunda kendi yapınız da, kendi değişik kültürünüzdeki değişmeler de özgürlüğe, demokrasiye, insan haklarına dönük olacaktır. Ama karşı karşıya geldiğiniz kültürün nitelikleri, eğer baskıcıysa, eğer otoriterse, eğer hiyerarşik kurumlara ağırlık veriyorsa, eğer yapı bunlarla biçimlenmişse, ister istemez değişme durumunda kalan alıcı kültür de kendi yapısını bu noktalara bağlı kalarak değiştirmektedir. İşte bu farklılıklardan ötürü, zaman zaman hep sorduğumuz bir takım soruları sürekli olarak tekrar etmek durumunda kalıyoruz. Eğer bu kültürler arasındaki farklılıkları gözardı edersek, şu soruları sürekli olarak soruyoruz. Neden, bir takım toplumlar değişme süreçlerinde gerginliklere, çatışmalara, bölünmelere, iç savaşlara tanık oluyorlar da bir takım toplumlarda değişme daha sağlıklı, daha stabil, daha düzenli ve daha istikrarlı bir şekilde gerçekleşiyor. Neden, bir takım toplumlarda değişme sürecinde toplumsal katılım, siyasal katılım çok üst düzeyde gerçekleşiyor da, neden, bir takım toplumlarda toplumsal değişme yalnızca küçük bir azınlığın baskısı ile, denetimi ve kontrolü ile gerçekleşiyor. Neden, bir takım toplumlarda yine siyasal iktidarın meşruluğu hiç bir zaman tartışma konusu yapılmazken, bir kısım toplumlarda da siyasal iktidarın meşruluk sorunu sürekli olarak bir tartışma halinde kalmaktadır? Halk kitlelerinin katılımı ya da katılmaması, uzak durması, değişime tepki göstermesi ya da direnmesi; karşı karşıya gelinen kültürlerin hem alıcı kültür düzeyinde, hem verici kültür düzeyinde sahip oldukları farklılıklardan kaynaklanmaktadır. Tabii bir de toplumsal değişmenin nasıl gerçekleştiği konusundaki, toplumsal değişimi etkileyen faktörler de önemlidir. Bir toplumsal değişmenin değişkenlerini genelde, faktörler, zamanlama, sıralama, hız gibi değişik olgularla ilişkilendiriyoruz, ama, bunlar konumuzla çok doğrudan ilişkili olmadığı için üzerinde fazla durmak istemiyorum.
Konumuzla ilişkili olan bir başka kavram, kitle kültürü kavramı. Kitle kültürü kavramını aslında polüler kültür ve folk kültürü ile de ilişkilendirerek tanımlamak zorundayız. Biz, ortak yaşamın sonucunda oluşan ve ortaya çıkan gerek anlam değer ve kuralları, gerekse maddi ögelerin bir bütünü olarak tanımladığımız kültürün içerisinde bir takım alt kültür kavramları ile ya da olgularıyla ya da süreçleriyle karşılaşırız. İşte bunlardan bir farklı tanımlama da kitle kültürü olarak karşımıza çıkar. Kitle kültürü, sanayii üretiminin, kitlesel kurallara göre üretilen, kitlesel dağıtım teknikleriyle dağıtılan ve kitleye seslenen kültür olarak ortaya çıkmaktadır. Belki kitle kültürüne yöneltilen eleştirilere baktığımızda, biz, kitle kültürünün ne olduğunu, nasıl anlaşılması gerektiği konusunu daha net olarak görebileceğiz. Örneğin, kitle kültürü, seri üretimi ve standartlaşmayı gerektirir. Yani standartlaşma, doğal olarak bireyler arasındaki farklılıkları törpüleyen, onları daha homojen, daha birbirine benzer bir nitelik kazandırmaya dönük bir özellik olarak ortaya çıkar. Kitle kültürünün bir başka özelliği de, seri üretimden dolayı, ürettiği malı, ticari bir meta haline dönüştürmesidir. Burada tabii ister istemez, özgür girişimin boyutlarının sınırlandığını görürüz. Sanatçının, örneğin; “özgünlükten çok, var olanı tekrarlamak” gibi bir konumda kaldığını, ürünlerinde ortaya koyduğu çalışmalarında gözleriz.
Kitle kültürünün bir başka özelliği de ya da eleştirilen bir başka noktası da, düzeyinin düşüklüğünden söz edilmektedir. Aslında burada, kitle kültürünü üreten, yayan konumunda kalan, özellikle ulusal medya, sihirli bir sözcüğün arkasına saklanmaktadır. “Halkın beğenisi, halk bunu istiyor”, “Halkın beklentisi bu” şeklinde. Aslında burada kendi beğenisi ya da kendi yapmak istediklerini belki hiç bir araştırmaya, hiç bir toplumsal çalışmaya gerek duymadan, “halk istiyor, halk yapıyormuş” gibi vermeye, iletmeye, belki iletilmesini istedikleri ya da ortaya çıkmasını düşündükleri değerleri yaygınlaştırmaya, bunu sürekli kılmaya çalışır kitle kültürü. Bu bir anlamda, tabii, kültürel canlılığın, kültürel farklılıkların ortadan kalkmasına, kaybolmasına da yol açar. Kitle kültürü, doğal olarak uyutucu bir özelliğe sahiptir. İnsanlar, günlerinin önemli bir kısmını, görsel medyanın karşısında, televizyonun karşısında geçirerek, kendi yaratıcılıklarını, kendi zekalarını, kendi farklılıklarını açmak, geliştirmek için zaman ayırmazlar, yani bir anlamda zaman çalan, zaman öldüren bir etkisi vardır kitle kültürünün. Çalınan bir zaman sözkonusudur. Kitle kültürünün doğal olarak psikolojik olumsuz etkilerinden de söz edilmektedir. Örneğin, sürekli olarak, özellikle kimlik kazanma, yeni kimlik kazanma ya da özdeşim kurma sürecinde olan gençler, çocuklar, şiddetle ya da bir takım ahlaksızlıklarla karşı karşıya kalmakta ve bunlardan, kimliklerinin oluşması ve biçimlenmesi döneminde son derece olumsuz şekilde etkilenmektedirler. Tabii burada çıkış noktası, yalnızca, “efendim, işte anahtar sizin elinizde, onu değiştirirsiniz, onu izlemezsiniz, siz başka kanala geçin, bunu izleme durumunda değilsiniz” gibi bir başka kavramın ya da bir başka yanılsamanın arkasına saklanılmakta. Böylece iletişim teknolojilerinin gelişmesi, zevklerin çeşitlenmesine, farklı kültürel kimliklerin ortaya çıkmasına ve toplumda mozaik bir kültürün yaşanmasına, dolayısıyla, insanların seçme özgürlüğünün artmasına olanak tanıması gerekirken, belki bazen, bunların tam tersi işlevler de üstlenebilmekte. Kitle kültürü ile ilişkili bir diğer kavram da popüler kültürdür. Popüler kültür, başlangıçta bir azınlığa ait olan kültürün yaygınlaşarak, çoğunluğun kültürü haline dönüşmesidir. Buna örnek olarak da, özellikle matbaanın icadı ile yazılı kültürün önlenemez yükselişi göste-rilebilir. Popüler kültür aslında, kitle kültüründen daha kapsayıcıdır. Belki, daha özgürlükçüdür. Aslında yerel kültürlerin de önünü açan bir olgudur. Çünkü, kitle kültüründe daha baskıcı, daha tek yönlü bir belirleyicilik, bir hegomanik bir etkileme söz konusudur. Tabii, ama, folk kültürü de popüler kültürden farklı bir olgu. Kuşkusuz tam anlamıyla, popüler kültür olarak tanımlanamaz. Ancak, ondan etkilenmiştir, fakat aralarında belirli bir bağ vardır.
Değerli Konuklar...
Şimdi özellikle kitle iletişiminin üzerinde durmak istiyorum. Yani kitle iletişimini, önce tanımlamaya çalışalım. Kitle kültürü ve popüler kültür ya da toplumsal yapı ile değişimi olan ilişkilerini, çok genel olarak gözden geçirdikten sonra, her şeyden önce kitle ileşitimi; bilginin, düşüncenin ve tutumların daha geniş bir kitleye, daha teknik araç ve teknolojiler kullanılarak iletilmesi sürecidir. Tabii burada doğal olarak, iki önemli kavramla karşı karşıya kalıyoruz. Bunlardan birisi; bir araç, yani teknoloji, diğeri de kitle. Farklı açıdan, farklı bir tanımdan kitle iletişimi; iletilerin, yani mesajların, dolaylı, tek yönlü teknik bir araç sayesinde, dağınık bir izleyici seyirci kitlesine iletildiği bir süreç şeklinde tanımlanmakta. Yine bu tanımda da, kitlesel ve tek yönlülük kavramlarına dikkat çekmek istiyorum. Fakat her zaman için bir tek yönlülükten söz etmek mümkün değil. Çünkü ister sözlü basında, yani, radyo ile olsun; dinleyicisiyle, yayın kuruluşu arasında bir ilişki ya da gazete ile okuyucusu arasında bir ilişki, doğal olarak televizyonla da izleyicisi arasında bir ilişki ve bir etkileşim kurulabilir. Ama, burada vurgulanması gereken, bu etkileşimin aslında karşılıklı tek yönlü oluşunun sınırlarının biraz daha, özellikle, haberi ya da mesajı alan unsur, yani, insan tarafından genişletilmesi, çeşitlenmesi ve belki bir geri beslenme olarak tanımlayacağımız bir süreçte, medya kurum ve kuruluşlarında gerek haber iletme ya da haber hazırlama noktalarında bir takım ilkelere dikkat etmelerine önem vermektir.
“İletişimin toplumsal işlevleri nedir?” sorusuna yanıt arayarak, devam etmek istiyorum. Önemli bir iletişim bilimci Mc Brayten’in, “bir çok ses, tek bir dünya” isimli çalışmasında, iletişimin işlevlerini sekiz başlık altında topladığını görüyoruz. Tabii, bunlardan en önemlisi, habercilik işlevidir. Bu işlev, kitle iletişim araçlarının temel ve en bilinen işlevini oluşturmaktadır. Bireysel, toplumsal, ulusal ve uluslararası boyutta haber, veri, mesaj ve görüntü ve yorumların aktarılması, toplanması, depolanması, işlenmesi ve dağıtılması işlevi olarak ortaya çıkmaktadır. Habercilik işlevine, biz kendi medyamız açısından baktığımızda, aslında üzülerek söylemek gerekir ki, çok fazla önemsenmediğini ya da genel olarak programların oranlarını değerlendirdiğimizde, haberciliğin ne yazık ki, çok salt düzeyde kaldığını, üstelik haber programları adı altında belki magazinlerin artık haberleştirildiğini, haber saatlerinin magazin programları ile doldurulduğunu görüyoruz.
Kitle iteşiminin bir diğer işlevi, toplumsallaştırma işlevidir. Kitle iletişim araçlarının gelişmesi, aslında toplumsallaştırma işlevini aileden, okuldan, yakın arkadaş gruplarından ve çevreden alarak, kitle iletişim araçlarını bu konuda son derece önemli bir noktaya getirmiştir. Bu yüzden de, kitle iletişim araçlarının özellikle, kendi denetimlerini mutlak bir şekilde gerçekleştirmesi, bu önemli işlevi yerine getirirken, kendi kurdukları örgütleri aracılığı ile, (yukarıdan devlet tarafından kurulmuş örgütler aracılığı ile değil) kendi oluşturdukları dernekler ve örgütler aracılığı ile bu denetimi yapmaları gerekmekte.
Kitle iletişiminin bir başka işlevi de, motivasyon işlevi olarak tanımlanmakta. Toplumun amaçlarını ve ulaşacağı hedefleri izleyerek, kişisel tercih ve özlemleri canlı tutmak ve yüceltmek olarak ortaya çıkmaktadır.
Yine bir başka işlevi, tartışma ve diyalog kurma işlevidir. Toplumdaki farklı görüşler, farklı düşünceler, farklı ideolojiler arasında tartışmaların, etkileşimin kurulması, yine, medya aracılığı ile sağlanabilir. Bunun örneklerini, gerçekleştirilen programlarda sık sık görüyoruz. Fakat aslında bu noktada, belki medyanın dördüncü bir güç olarak oluşması ve ortaya çıkması da işlevle ilişkili. O nedenle, bunu da, son derece sorumlu ve dikkatli bir şekilde gerçekleştirmesi gerekiyor.
Bir başka işlevi iletişimin, eğitimdir. Aslında, eğitim görevini beklemek, belki, haksızlık olabilir, ama en azından resmi eğitim kurumlarına farklı alternatifler geliştirmesi bakımından önemli bir işlev olarak ortaya çıkar. Yine, bir toplumun sanatsal ve kültürel değerlerinin oluşmasında, güçlenmesinde, yaygınlaşmasında ve zenginleştirilmesinde çok önemli katkılar sağlayabilecek bir konumdadır medya. Fakat, kendi toplumumuzdaki uygulamalarına baktığımızda ne yazık ki, nitelikli sanat programlarının hep geç saatlere ayrıldığını ya da gazetelerin spor sayfalarından bile daha az düzeyde yer verildiğini gözlüyoruz.
Bir başka işlevi, bizim medyamız tarafından hiç yerine getirilmeyen bir işlev. Eğlence işlevi. Bu da belki, insanları, bir anlamda bireyi rahatlatma işlevi görmekte. Ben, medyamızın bu işlevi yeterince yerine getirmediğini düşünüyorum. Çünkü, yeteri kadar haberler ya da kültür ya da sanat, herşey eğlenceye dönüştürülmüş durumda.
Aslında değinilen bütün bu işlevlerin birbirleriyle bağlantıları vardır. Bunlardan biri ya da diğeri çok fazla ön plana çıkarsa, belki, bu işlevler arasında bir dağınıklık, bir bozulma, bir aksaklık söz konusu olabilir. Birbirleri üzerindeki etkilerini düşünerek, birlerleriyle, her birine ayrı ayrı önem vererek, bu işlevlerinin medya tarafından gerçekleştirilmesi, grup ve toplumlar için yaşamsal öneme sahip bir ihtiyaçtır. İletişimin işlevleri arasında, ekonomik işlevine de değinmek gerekir. Günümüzde oldukça önemli bir işlev. Özellikle, mal ve hizmetlerin tanıtımı, reklamının yapılması boyutunda, ekonomik boyut önem kazanmakta. Tabii, ekonomik boyutun etkisi, giderek sermayenin, büyük sermayenin bu alanda tekelleşmeye başlaması gibi bir tehlikeyi de ortaya çıkartıyor. Bunun da çok olumsuz sonuçlarını kısa sürede yaşayabiliriz ya da bir takım olumsuzlukları da gözlüyoruz.
İletişim işlevleri dikkate alındığında, aslında iyi ya da kötü gibi yargılara varmak yanıltıcı olabilir. Yapılan araştırmalar, özellikle, Amerika’da, kitle iletişiminin toplum üzerindeki etkileri, değişik düzeylerde araştırılmakta. Kimi araştırmalar çok belirleyici, çok net, açık bir etkisi olmadığını ortaya koymakta. Bir takım araştırmalar da yalnızca bazı alanlarda, belirli alanlarda, bu etkilenmelerin olduğunu göstermekte. Bizde, kitlenin topluma etkileri, ne yazık ki, çok küçük araştırmalar olarak kalmakta ve belki üniversitelerde, lisans tezi ya da doktora tezi düzeyinde ya da araştırmacı gazetecilik çerçevesi içerisinde yapılmakta ya da bir takım araştırmalar, sanki etki yaratıyormuş gibi ortaya sunulmak istenmekte. İşte en fazla izlenen program ya da en çok dinlenen haber programı ya da en çok izlenen haber spikeri gibi... Bunların, etkilenmeyle, toplumda yarattığı etkilerle doğrudan bir ilişkisi olmadığını belirtmek gerekir. İletişimin, kitle iletişiminin toplumda bir güç oluşturması, bu gücün sınırsız olarak kullanımını haklı çıkarmaz. İletişim alanındaki tehlikeleri ve bozulmaları düzeltmek, en azından daha önce belirttiğim gibi, medyanın, kitle iletişim kurumlarının kendi aralarındaki örgütlenmeleri ile olanaklı. Endüstri toplumunun geçmişteki aşamalarından farklı olarak, biz, medya alanındaki yeni teknolojileri çok çabuk ve çok hızla benimsiyoruz. Yani farklı alanlardaki teknolojilere ulaşmamız bu kadar hızlı ve bu kadar çabuk olmadı. Yani, bu alanda nerdeyse gelişmiş ve sanayileşmiş toplumların içerisinde yer alabilecek bir kapasiteye ulaşmış durumdayız. Ama, burada gerçekten birinci sınıf bir toplum görünümündeyiz. Ama, bunların kullanımına baktığımızda, bu kullanımın ya da bundan çıkartılan sonuçların ya da etkilerin, üzülerek belirtmek gerekir ki, aynı düzeyde, aynı kalitede olmadığını saptıyoruz. Türkiye, oldukça kısa sayılabilecek aralıklarla, medya teknolojisi alanındaki gelişmelere sahip olmakta, kullanmakta. Fakat bunun kullanımında ki olumsuzluklar bugün ya da daha sonraki konuşmalarda tartışılacak, ele alınacak. Ben, onlar üzerinde herhangi bir değerlendirme de yapmak istemiyorum. Ama, Türkiye’nin bu alanda da, en azından medyanın toplumsal işlevinin artırılması ve sahip olduğu düzeye ulaşması bakımından, medya ve basın görevlilerine son derece önemli bir yük düşüyor. Aslında belki, bu yük onların omuzlarında değil, onlarla birlikte toplumun bütün kesimleri bu görevi, bu yükü paylaşmak durumunda.
Ben, konuşmamı burada noktalıyorum ve diğer toplantılarda, diğer konuşmalarda eminim benim çerçevesini çizdiğim konular, daha derinlemesine, daha geniş olarak ele alınacak ve tartışılacak.
Hepinize saygılar sunuyorum.
SEMİNER KONUŞMALARI' ından
Re: Dağdaki çobanla Aysun Kayacı eşit olur mu hiç?
Bu konuya yorum yazan arkadaşların bir kısmı Aysun Kayacı'yı ben ve benim gibi yazanlara göre farklı açıdan değerlendirmiş. Bence Aysun Kayacı görmekte olduğu eğitimle düşünceleri gelişmekte olan bir genç ama düşüncelerini kelimelere dökme konusunda son derece başlarısız.
Bu konuşmada bence Aysun Kayacının kim olduğundan çok ne söylemeye çalıştığı önemli. Ben programı canlı izledim ve orada yapılan konuşma ve savunulan düşüncelere dayanarak, Aysun Kayacı: "Oyu, para ile satın alınabilen gelir ve eğitim seviyesi yetersiz vatandaşlarımızla, benim oyum aynı ve böyle bir farklılıktaki kitleden çıkan sonuçta demokratik kabul ediliyor. Hükümet meydanlarda demokrasi dersi verdik diyeceğine bu ülkenin insanlarını aynı seviyedeki imkanlara getirmeli ve -herkes yiyecek ekmeğinden ve canından emin bir şekilde- kendi görüş ve düşünceleri ile oy kullanmalı, ve o zaman hükümetimiz Türkiyede gerçek bir demokrasi ortamı oluşturduk demeli." anlamında bir cümle kurmak istedi diye algılıyorum. Ve demokrasi adına buda gerçekci ve doğru bir söylem.
Re: Dağdaki çobanla Aysun Kayacı eşit olur mu hiç?
Kayacı fikirleri (imişş) Aziz Nesin'leştirildi ya, bundan sonra kemikleri hiiçç sızlamayacak artık.
Haydi ona da yanıt niteliğinde bir haber ekleyelim bakalım:
Çoluk çocuk aç sefil, ‘Fethullah versin’ diyorlar!
Aziz Nesin’in büyük oğlu Prof. Ali Nesin, türbanın serbest bırakılması için bir bildiriye imza atınca Nesin Vakfı’na yapılan yardımlar bıçak gibi kesildi. Yakın dostlarına mektup yazıp çocuklar için yardım isteyen Ali Nesin, “Türban demecim yüzünden Ne i...’liğim kaldı ne alçaklığım” dedi
Türk edebiyatının ve fikir dünyasının en önemli isimlerinden Aziz Nesin’in oğlu Prof. Dr. Ali Nesin, geçtiğimiz aylarda hükümetin ve MHP’nin türbanın üniversitelerde serbest bırakılması girişimine destek veren bir bildiriye imza atınca şimşekleri üzerine çekti. Bildiride, “Üniversitelerin düşünce, ifade, din ve inanç ile eğitim ve öğretim gibi en temel insan hakları karşısında yasakçı değil, özgürlükçü bir tavır alması gereken kurumlar olduğunu düşünüyoruz” ifadesi yer alıyordu.
Çocukların suçu ne?
Ancak Ali Nesin’in türban serbestisinden yana olmasının faturası Aziz Nesin Vakfı çatısı altında yaşayan 46 çocuğa da kesilince Şubat ayında VATAN’a konuşan Prof. Dr. Nesin “Sanki ortada bir suç varmış gibi, varsa da çocuklarımızın bunda bir suçu varmış gibi Nesin Vakfı’na bağışlarını kesenler oldu. Aziz Nesin’i Sivas’ta yakanlarla ittifak kurduğumu, bu imzadan mutlaka bir çıkarımın olduğunu ileri sürenler bile oldu” demişti.
Aradan geçen 2 ayın sonunda Nesin’e tepki çığ gibi büyüdü. Bazı bağışçıların desteğini kesmesi üzerine Vakıf 12 bin YTL bağıştan oldu. Çocukların ihtiyaçlarının giderilebilmesi için yakın dostlarına mektup gönderip yardım isteyen Nesin şunları yazdı; “Türban demecim yüzünden son 2 aydır duymadığım hakaret kalmadı.”
’Başka kapıya’
“Geçenlerde Matematik Köyü için ‘dostlara’ bir mektup yollayıp destek vermelerini rica ettim, ‘Allah versin’, ‘başka kapıya’, ‘Fethullah’tan iste’ gibi yanıtlar aldım.”
Ülke çıldırmış
“Ne alçaklığım kaldı ne i...’liğim. Bir internet sitesinde ‘İ... Ali Nesin’ duyurusu yapılıyor! Vakfa bağışlar çok azalınca bir iki dosta taahhütname imzalatmaları için rica ettim, kimseye imzalatamamışlar. Ülke çıldırmış durumda. Çoluk çocuk aç sefil kalmış, kimsenin umrunda değil. Nesin Vakfı’nın bağış toplama politikasına esastan değişiklik yapmak lazım. Yoksa zor günler bizi bekliyor...”
Yaptıkları bağışları geri aldılar
Mektubun ardından aradığımız Ali Nesin, bu hakaretlerin yanı sıra yaptıkları yardımı geri isteyenlerin bile olduğunu söyledi: “Bazıları bağışlarını geri istedi. Verdim. Kendi hesabımdan verdim. Vakıf hesaplarından yollayamazdım, yasal olmazdı. Ama sanki pis bir şey yemişim gibi bir duygu kapladı içimi, iğrendim, ağzımı yıkamak, dişlerimi fırçalamak istedim. Bu kişilerin parasının Vakıf’a girmesini istemezdim. Bileydim... Babam, bir gün Vakıf çocuklarının savurganlığına kızıp, ’Bu vakfa bir kuruş haram para girmemiştir’diye bağırmıştı. Çok etkilenmiştim bu sözden. Hâlâ daha gözlerim yaşarır babamın bu sözleri aklıma geldikçe. Ben de aynı gururu yaşamak ve yaşatmak isterdim. Maalesef bu hakkım elimden alındı.”
Günde 600 mesaj geldi
“Türban demecimden hemen sonra günde 600 kadar mesaj geldi bir iki hafta boyunca. Bu mesajların yüzde 70’i aleyhimeydi. Bir çoğu hakaret içeriyordu. Bir iki istisna dışında hepsine son derece sakin, aklı başında, sanki hakaretlerini duymamış gibi mesajlar yazdım. Günler boyunca bilgisayar başından kalkmadım. Belime, boynuma ağrılar girdi... Gene bir ikisi dışında hemen hemen hepsinden makul mesajlar aldım. Konuşunca insanlar daha makul oluyorlar. Beni boğazlamaya hazır insanlara insan sıcaklığını hissettirmek önemli, değişiveriyorlar birden. Sadece ” başka kapıya“ yazana ağır bir cevap verdim dayanamayıp.”
46 ÇOCUK KALIYOR
1973’te Aziz Nesin tarafından kurulan Nesin Vakfı’nda 46 çocuk ve genç barınıyor ve eğitimlerini sürdürüyor. Vakıfta resim ve heykel atölyeleri, havuz, spor sahaları, ziraat etkinliklerinin yanı sıra çocuklara yaz tatilleri, hatta yurtdışı seyahat imkanları da sunuluyor.
Vatan