Evet yeni bir sol partiye ihtiyaç var ama gerçekten "sol" bir partiye...
Printable View
Evet yeni bir sol partiye ihtiyaç var ama gerçekten "sol" bir partiye...
Sayın Harun Gür,
Sizi anlamış olduğumu biliyorum. Verdiğim örnekler akademisyenlik vurgunuzdan dolayı idi. Kısa ve fazla açıklama olmayan yazılarımdan dolayı beni anlamadığınızı düşünüyorum.
Söylemek istediklerim özetle şudur;
A- Türkiye'de kendilerine sol diyenler gerçekte sol değildir. Aynı şekilde kendilerine sağcı diyenlerde sağ değildir. Başlık altındaki yazılardan da anlaşılacağı üzere sol daha çok fakir kesimi temsil ettiği iddiasındadır. Oysa seçim sonuçları solun zengin yerleşim yerlerinde daha güçlü olduğunu göstermektedir. Buna mukabil varoşlarda ise sağ tavan yapmaktadır. İşte bu çelişkiden dolayı sol sol olamamış ve sağ da sağ olamamış. Commodater1tr ise bu konuda benimle aynı düşüncede gibi geldi. Ancak o ülkedeki sağ boşluğa vurgu vapıyor. Benimde özünde söylemek istediğim Türkiye'de sağ, sol, sağcı, solcu boşluğu olduğudur.
B- Solun ilerici olduğu önermesini kabul edemiyorum.
Bundan sonraki yazdıklarımda sol ve sağ; ülkedeki halihazır durumu ile dikkate alınmıştır. Dediğim gibi solun gerçek anlamda temsil ettiği insanlar ilericilik derdinde değildir. Solu temsil edenler de aslında ilericilik değil modernlik derdindedir. Solun laiklik anlayışına bu kadar sıkı sarılmasının gerisinde de ilericilik değil, modernlik vardır. Zira ilericilik hem sosyal hayatta hem de bilimsel gelişmelerde söz konusudur. Enerjisini de düşünceden alır.
Şimdi gerçek anlamda (modenlik + bilim) ilerici kimdir? sorusuna yanıt arayalım. Toplumun hayat anlayışını sürekli değiştirmeyi amaç edinen kimdir. Kılık kıyafetinden, beslenme alışkanlığına, kullandığı elektronik malzemeden, evinin boyasına kadar her alanda kim değişiklik ister. Basit bir kaç örnek;
1- Son zamanlarda herşeyin diyeti çıktı. Diyet cola, diyet büskivi vs vs. İşte bu diyet tüketime insanlar bir yılda milyarlaca dolar veriyor. Bunun gibi daha ne çok tüketim alışkanlığına ilişkin yeni ürün piyasaya çıkıyor. İşte beslenme alışkanlığındaki bu değişiklik bir ilerici hamledir (ya da bize öyle yutturuyorlar). Faydayı kim görüyor.
2- Gıda gibi, moda ve kozmetikte dönen paralar akıllara zarar. Her kıyafet, her kozmetik ürün yenilenen içeriği ve ambalajı ile piyasada tutunuyor. Yeni içerik ve yeni ambalaj ise bilim adamlarının fikir hamallığı ile gerçekleşiyor. Fakat faydayı kim görüyor.
3- Elektronik eşyalardan bahsetmiyorum bile. Nerede ise her yıl bilgisayarımızı ve cep telefonlarını yeniliyoruz. Faydayı kim görüyor.
4- Nano boyalar çıktı. Siliyorsun, kendi kendini yeniliyor. Bunları elbetteki bilim adamları gerçekleştiriyor. Ama kimin için ve faydayı kim görüyor.
İşte bunun gibi binlerce örnek ve aynı soru "Faydayı kim görüyor". Elbette bunlardan ben de faydalanıyorum. Ama asıl faydayı gören Sermaye sınıfı (Burjuva, Kapital). İşte asıl faydanın büyüğünü dünya ölçeğinde 1.000 bilemedin 5.000 kişinin gördüğü sistem anlı şanlı EMPERYALİZM. Bizler teknolojiden, modernlikten beslenerek yaşadığımızı düşünürken kimler malı götürüyor.
İşte sol bunları düşünmeli ve asıl faydayı gören kesimin genişlemesi (halka yayılması) için çaba sarfetmelidir.
Mecliste bu kadına haddini bildirin diyerek 100 küsür vekili gaza getirip dışarı dışarı diye tempo tutturmak mıdır sol?
Çarşaflılara rozet takarak politika üretmek midir? Ki bu bile yaklaşık 1 aydır gündem olmuşsa ve tartışılıyorsa durup düşünmek lazım. Demek ki sol bunları yıllarca dışlamış, alınan ufak bir makas bile gündem oluşturuyor. Ben de Baykalın uzaydan geldiğini düşünüp; "Merhaba, ben genelde dünyalı, özelde Türkiyeli, Bu da yurdumun çarşaflısı, biz dostuz" gibi saçmalarım. Kaldı ki çarşaflının veya türbanlının derdi CHP'ye üye olmak değil. Sorarsanız, "türbanımla okumak, türbanımla işyerinde çalışmaktır, derdim" diyeceklerdir.
O zamanlar söylemiştim. CHP 367 krizi çıkarana kadar, Abdllah GÜL'ün karşısına Hayrünisa GÜL adayımızdır (hatta kendisini mağdur ettik, Avrupa Mahkemelerinde süründürdük, gelin kendisine bir de üniversite diploması verip adaylığının önünü açalım) diye teklif verseydi, AKP'nin Abdullah Gül ısrarı gibi bir saçmalığına karşı tarihin en büyük siyasi manevrasını yapmış olurdu. Kanımca da AKP o gün iflas ederdi.
Eleştirilerimin ağır ve abartılı olduğunu biliyorum. Sol ne Ecevit'tir, ne de Baykal. Solun içinde gerçekten çok değerli insanlar vardır. Sağın içinde de bir baltaya sap olamamışından tutun değerli nice insanlar vardır.
Benim derdim insanların sağcı solcu olması değil; milli olması, yani mili değerlerimize sonuna kadar sahip çıkacak insanlar olmasıdır.
Bir de Bay Bilgili...
Siz
"Mustafa Kemal yolsuzluklara göz yumdu, gerekli tepkiyi göstermedi ve hatta çanak tuttu!"
mu demek istiyorsunuz?
Veya
"Hani o kadar büyük ve ulu bir adamdı... Hani seçtikleri, milletvekilleri her dediğini yapıyordu... Peki neden toprak reformunu yapamadı, neden feodallere gücünü göstermedi?"
diye sitem mi ediyorsunuz?
Veya
"Ulen benim elimde o fırsatlar olacak da kodum mu oturtmayacağım haaa!"
mı demek istiyorsunuz?
SAHİ SİZ NE DEMEK İSTEMEYE ÇALIŞIP ÇABALIYOR ANCAK BİR TÜRLÜ BECEREMİYORSUNUZ ÜSTELİK BİR AVUKAT OLARAK?
Sayın horasan;
CHP'nin Kürt politikasını eleştiren Derya Sazak'a "Ne yapmış CHP kürtlere bir anlatsan da anlasak..." diye veryansın etmişsiniz.
Sadece CHP'nin değil, tüm iktidarların Kürt politikası yanlıştır. Kürt sorununu sadece askeri önlemler ve sürgünlerle çözeceğini zannedenler bu sorunun bugünkü boyuta ulaşmasına neden olmuşlardır.
Daha bir sene önce Fikret Bila bir kitap yayınladı "Komutanlar cephesi" diye.. Ordudan emekli olan paşalarla yapılan söyleşilerden oluşan bu kitapta paşanın biri şöyle diyordu; "biz sosyal talepleri dahi terör zannetik." "Bu sözler CHP'nin değil, bir emekli generalin sözleri, CHP'yi bağlamaz" diyeceksiniz, ama CHP'nin ve diğer partilerin görüşleri farklı mı sanki..
Tek parti döneminin ünlü Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt'un bir sözü var..
Bakın ne diyor o ünlü bakan; "Türk soyundan olmayanların bu memlekette bir tek hakları vardır, Türklere hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı! Dost ve düşman ve hatta dağlar bu hakikatı böyle bilsinler.”
Böyle ırkçı düşünen birinin Kürtlere hangi gözle baktığını izaha gerek var mı?
Tek parti döneminde 33 Kürt'ü Van'ın Özalp ilçesinde sorgususz sualsiz kurşuna dizen Mustafa Muğlalı isimli generala dokunulmadığını kitaplar yazıyor. Bu adamı yargılayabilmek için DP iktidarının gelmesi beklenmiştir ve general cezaevindeyken aklını kaybetmiş ve ölmüştür. Şair Ahmet Arif'in "33 Kurşun" isimli şiirini bir okusanız diyorum. (Yolsuzluk konusuna geleceğim, unuttuğumu zannetmeyin).
Bay Bilgili,
İşte bizi üzen nokta burası:
Anlaşılamamak ve yaftalanmak...
Hem şimdi anlaşılamamak hem de tarihte anlaşılamamak...
Hem şimdi yaftalanmak hem de tarihte yaftalanmak...
Ve siz henüz bir MAHMUT ESAT BOZKURT bile olamamışken onu anlayamamış 'premature' bir meslektaş olarak onun hakkında böyle bir yargıya ulaşıyorsunuz...
Ne olr üzmeyin kendinizi, bu sizin değil cumhuriyetin başarısızlığıdır...
Eğer ben bir hukukçu olsaydım MAHMUT ESAT olmak isterdim...
Eğer ben bir doktor olsaydım REŞİT GALİP olmak isterdim...
Sahi siz ne olmak için hukukçu oldunuz? Sizin bir soran büyüğünüz olmadı mı bu dünyada?
Yazııııkkk!
Kürt meselesini CHP üzerinden tüm diğer yöneticilere sıvamanız takdire şayanbir gelişme Bay Bilgili...
İyi gidiyorsunuz...
Ha gayret...
Bence ne bir yeni sola nede yeni bir sağa nede bir başka ad yada ideoloji tabanlı partiye ihtiyaç yoktur. Çünkü dünyada hızla gelişen evrensel doğrular ve insan hakları ekseninde hangi parti olursa olsun kendi milleti ve dünya milletleri için "hak" olan doğruları savunmak ve buna uygun politika ve reformaları uygulamakla mükelleftir. Dünyada hızla ideolojik akımların önemini yitirdiği ortamda aslolan mevcut partilerin kendini hızla ilerleyen ve değişen insan sosyolojisi ve ihtiyaçlarına ayak uydurmasıdır.
Sayın horasan;
Mahmut Esat Bozkurt'a dokunmam anlaşılan size de dokunmuş.
Oysa ben tek parti döneminden iki somut örnek vererek, bu dönemin ve bu bağlamda da CHP'nin Kürt politikasının çok da savunulacak tarafı olmadığını anlatmaya çalışmıştım.
Sizin gibi soyut laflardan ziyade somut örnek vermiştim. Siz bu somut örnekleri görmezden gelerek, bir takım laflarla konuyu geçiştirmişsiniz.
M. Esat Bozkurt'un Cumhuriyet tarihindeki önemini yadsımıyorum.
Hukuk devrimindeki işlevini ve Fransa ile Türkiye arasındaki Bozkurt - Lotus Davası" olarak bilinen uluslararası davadaki becerisi takdire şayandır. Yanlış hatırlamıyorsam Atatürk bu davadaki başarısından dolayı kendisine "Bozkurt" soyadını layık görmüştü.
Ancak bütün bu olumlu yanlarının yanında ağır bir ırkçılık kokan söyleminin de eleştirilmesi gerekir.
Nitekim daha önceki cevabımda örnek verdiğim konuşmasını 1931 seçimleri öncesinde Ödemiş'te yapmış ve CHF (Cumhuriyet Halk Fırkası) üyesi olmasının gerekçesini izah ederken söylemiştir. Bu konuşmada;
"Çünkü bu fırka bugüne kadar yaptıkları ile esasen efendi olan Türk milletine mevkiini iade etti. Benim fikrim, kanaatim şudur ki, bu memleketin efendisi Türktür. Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmaktır, köle olmaktır" demektedir. (Kaynak; 19 Eylül 1930 tarihli Hakimiyet-i Milliye Gazetesi'den aktaran; Ahmet Yıldız; Ne Mutlu Türküm Diyebilene - Türk Ulusal Kimliğinin Etno-Seküler Sınırları 1919-1938, Sh.210, İletişim Yayınları) (Ara not: Bu kitap bir doktora tezidir).
Bu sözün, Amerika'daki veya Güney Afrika'daki zencilere yapılan ayrılıkçı ırkçı uygulamalardan ne farkı var?
Hitler'in (ve Nazilerin) yahudilere söylediklerinden ne farkı var?
Hatta bu sözün, bugünkü demokratik hukuk devletinde söylenmesi halinde suç teşkil edeceği açıktır.
Şimdi bir düşünün bakalım; bu düşüncede olan birinin Kürtler hakkındaki görüşü ne olabilir. Bunu okuyan, duyan bir Kürt bu adam hakkında ve bu adamın temsil ettiği yönetim hakkında ne düşünür. Böyle bir söylem Kürt sorununu çözer mi azdırır mı? Kürt sorununun bugünkü azgın duruma gelmesinde bunun payı yok mu? Bir çok Kürt yazar çizerinin bu konuşmayı örnek gössterdiğini ve kendilerine malzeme yaptıklarını araştırırsanız bulursunuz.
Anlatmak istediğiniz veya gelmek istediğiniz yer itibarıyla
"Ne mutlu Türk'üm diyene!"
sözlerinin Mahmut Esat BOZKURT'un sözlerinden pek bir farkı yok bay Bilgili...
Burada görünüşte de olsa şeytanın avukatlığını, size avukatlığa yeğlerdim doğrusu...
Ama gelin görün ki ben ne sizin ne de şeytanın avukatlığını yapıyorum...
Burada sizlerin anlayamadığı bir gerçeğin peşinde koşuyorum...
Anlayamadığınız bu sözleri bugünkü ve bu şartlardaki anlamları ile anlamakta ısrarınızdır...
Sahi ben size tam olarak soruyu sormadım bile...
NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE sözlerinde ırkçılık VAR mı YOK mu bay Bilgili?
Abbas üstadın dikkatini çekemedim yukarıdaki iletimle demek ki... Rica yerine bizzat yapmak farz oldu.
Tek parti dönemi (I)
BİZİM de ara sıra kullandığımız "anakronik" sözcüğü eski Yunancadan türetilmiştir.
Sondan başa; yukarıdan aşağıya; ileriden geriye dönmek durumunu çağrıştıran "ana" takısıyla, takvim, tarih, dizin anlamına gelen "kronos" kelimesinin bileşiminden oluşmuştur.
Ve, felsefede, siyasette, iláhiyatta vs. "anakronik" deyimini veya onun yöntemsel kavramını adlandıran "anakronizm" terimini kullandığımızda, şu yanlışı kastetmiş oluruz:
*
GEÇMİŞTE mevcut olmayan veya henüz genel kabul görmeyen ve ancak bugün geçerlilik taşıyan değerleri ve ölçekleri kıstas alarak, o geçmiş hakkında hüküm vermek.
Örneğin, şimdiki "insani ahlakçılık"ımızdan yola çıkar ve dönemin mutlakiyet kavramını ve sultanlar arası iç savaşlarını görmezden gelerek, Osmanlı padişahlarının kardeş öldürtmesini "vahşet" diye tanımlarsak, işte bu türden bir yanlışa sürüklenmiş oluruz.
Yahut, çağın köleci toplum gerçeğini unutup, esirlerin Atina forumundan dışlanmasını "sahte demokrasi" diye eleştirmeye kalkarsak, yine "anakronizm"e düşmüş sayılırız.
Çünkü, mutlak anlamda "normatif" bir tarih yoktur. Olmamıştır ve de olmayacaktır.
Her "normal" belirli bir mekánda; bilhassa da belirli bir zamanda; yani Yunani sözcüğün içindeki "kronos"tan oluşmuş olan kronolojide geçerlidir. Göreceli ve değişkendir.
Dolayısıyla da, "ana" türü geri sayımla "son"dan "baş"a dönüp, bizim o táa "baş"tan itibaren edindiğimiz birikimle aynı "baş"ı "yargılamaya" kalkışmamız, abesle iştigal eder
Tıpkı, "tek parti dönemi"ne ilişkin hem methiye, hem de eleştirilerde olduğu gibi.
*
ÖYLE, zira her şeyden önce, ben de dahil, yukarıdaki dönemin demokrasi eksikliğini; "Ebedi Şef" ve "Milli Şef" otoritarizmini; Jakoben dayatmacılığını; Türkleştirme aşırılığını; müdahil laikçiliğini vs. saptarken, bütün bir tarihi birikimi arkamıza almış durumdayız.
Başka bir deyişle, "kronos" kronoloji önümüzde durduğundan, bizim işimiz kolay.
Oysa, "Mütareke"den sonra bizzat o tarihi yapmış olanların böyle bir "lüks"ü yoktu.
Başta Büyük Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı'nın, Cumhuriyet'in ve Türk Devrimi'nin kadroları söz konusu tarihte el yordamıyla ilerlediler. Káh yenildiler, káh yendiler.
Üstelik de çok milletli ve çok dinli bir imparatorluğun tasfiyesi ertesi İslam Álemi'ndeki ilk modern ulus-devleti inşa ederken, tek bir örnekten ve tek bir deneyden yoksundular.
O halde, yanılgıya düşmeleri, aşırıya yönelmeleri, zigzaglar çizmeleri sonsuz doğaldır.
Artı, bugün bunları saptıyor ve inkarcılığa kaçmadan eleştiriyor olmamız da doğaldır.
Doğal olmayan ve tamamen "anakronik" çerçeveye giren iki vahim şey ise şudur:
*
BİR; kendilerine "ulusalcı" veya "Kemalist" diyenlerin yaptığı gibi, o yanılgıların ve aşırılıkların varlığını yok sayarak ve tarihin birikimden süzülen şimdiki durumu ve kıstasları reddederek, "tek parti dönemi"ni ve dayatmacı ideolojisini bugün de uygulamak istemek!
Burada hem köhne ve kokuşmuş bir "nostaljiya" mevcuttur, hem de dünden kopamadığı için bugünü de anlayamayan, ters yönlü bir "anakronizm" söz konusudur.
Laiklerine "liberal", din hassasiyetlilerine de "İslami intelligentsia" denilen ve zıt kutupta yer alan öteki "anakronik" yanılgı sahipleri ise, o "dün"ü o "bugün"ün terazisinde tartarak, geçmişi tu kaka etmektirler. Veya eleştirelliği inkárcılık raddesine vardırmaktırlar.
Dolayısıyla da, bunların birincisi "duragan" ve "arkaik"; diğeri ise "idealist" ve "mükemmeliyetçi" bir "anakronizm"e tekabül eden tarih anlayışını benimsemektedirler.
Oysa her iki de aynı ölçüde yanlıştır ve her ikisi de aynı ölçüde gerçekçilikten uzaktır.
Ne "normal"i ebedi, ne de bugünkü "normal"i dün de geçerli olan bir tarih vardır.
Ve şimdi tabii ki "anormal" olan ve öyle olması gereken "tek parti dönemi" ve onun ideolojisi aslında dün sonsuz n-o-r-m-a-l'di ki, bunun nedenlerini yarına bırakıyorum.
Tek parti dönemi (II)
BURUN duyarlılığına hitab edeceğim aşağıdaki benzetme belki biraz soyut kalacak.
Çünkü şöyle bir metafora başvurmak istiyorum ki, kesin bir kural değilse bile yine de genel olarak, tarihteki pek çok devrin, dönemin, dilimin belirli bir "koku"su vardır.
Buradaki "koku" kelimesiyle esas gidişatı, ana rotayı, hakim eğilimi kastediyorum.
Örneğin, Berlin Duvarı'nın yıkılması nasıl ki "demokratizm"i öne çıkardı, bundan iki buçuk asır önce de "aydınlanma çağı" dediğimiz mantıkçı devir hüküm sürmeye başlamıştı.
Zaten, Amerikan bağımsızlığı da, Fransız Devrimi de bunun doğal uzantısıdır.
***
İŞTE, bizim Cumhuriyet'imiz ve "Türk İnkilábı"mız; dolayısıyla bunların ikisinin de pekişmesinde iktidar aracı oluşturan "tek parti dönemi", böyle bir "koku" devrine raslar.
Ancak bu yeni "koku", yukarıdaki "demokratizm"in gerilemesine ve zıddındaki otoritarizmlerin ve totalitarizmlerin yükselmesine denk gelen bir döneme tekábül eder.
Şöyle ki, felsefi kökenleri 1. Harb öncesine uzanan yukarıdaki gelişme, modernitenin ve hümanizmanın reddiyle "havaya girmişti". Esas itibariyle de Nietzche'de hayat buldu.
Sonra, Almanya'daki "muhafazakár devrimcilik"; Fransa'daki "Action Française" ve İtalya'daki "arditizm - fütürizm" akımlarıyla, iyiden iyiye siyasi bir boyut kazandı.
Ve, Avrupa tarihinde yaşanmış en büyük kábusu oluşturan o 1. Harp bittiğinde, ABD Başkanı Wilson'un adını taşıyan "naif" prensipler,korkunç arbedeyle birlikte bir varoluş krizine gömülmüş olan Yaşlı Kıta'nın derdine devá sunamayınca, teorik çerçevesi zaten aşağı yukarı çizilmiş olan otoriter ve totaliter rejimlerin pratiğe uygulanma devri başladı.
Dolayısıyla, bizim "tek parti dönemi"miz de, tüm dünya sathında burun deliği kırmış olan bu "koku"dan soyutlayanamaz. Dış dinamiklerden ayrıştırılarak değerlendirilemez.
Yok eğer bunu yapar ve "demokrasi yoktu" diye eleştirirsek de, dün belirttiğim gibi, tarihi bugünkü kıstaslarımızla yargılamaya kalkışan o "anakronik" yanılgıya düşmüş oluruz.
***
ÖYLE, çünkü genç Cumhuriyet'te "tek parti dönemi"ni iktidara "mıhlayan" 3 Mart 1925 tarihli "Takrir-i Sukûn Kanunu"ndan itibaren, dünyaya şöyle bir göz atalım.
Komşu SSCB Bolşevik bir diktatörlüktür. İtalya'da zaten faşizm iktidardadır.
Almanya'daki Weimar Cumhuriyeti ise kurulduğundan beri buhranla boğuşmaktadır.
Bir yandan Nazilerin, bir yandan komünistlerin anti-parlemantarizmi yükselmektedir.
Fransa demokrasidir ama skandallar aynı anti-parlemantarist eğilime güç katmaktadır.
Polonya, Macaristan, Yunanistan, Bulgaristan, Romanya, Yugoslavya, Portekiz ve az sonra İspanya, bunların hepsi kah kraliyetçi, kah değil, diktatorya hümranlığı altındadırr.
Özetlersek, söz konusu totalitarist akımların hızla güç kazanmasına rağmen hálá çoğulculuğu koruyabilen İngiltere, İsviçre, Çekoslovakya, Benelüks ve İskandinavya ülkeleri hariç, Avrupa'daki bütün "esaslı" ve "ağır top" devletletler, Türkiye'deki "tek parti yönetimi"ni dahi mumla aratacak ceberrut rejimlerin sultasına girmiştir.
Ve çok daha önemlisi, en başta geniş halk kitleleri, filozof Heidegger'inden yazar Celine'sine, "miadı dolduğuna" hükmedilen demokrasinin geleceğine kapik yatıran yoktur !
***
O halde şunu hemen saptayalım ki, böylesine bir "koku" ortamındaCumhuriyet'ten ve "Türk İnkilábı"dan "demokratik yol" beklemek ve ummak abestir. Hayal bile edilemez.
Kaldı ki, burada bir devrim; üstelik de çok milletli bir imparatorluktan ulus-devlete ve moderniteye geçişin devrimi söz konusudur. Daha üstelik, İslami bünyede gerçekleşmektedir.
Ve, devrimlerin zaten demokratik olamayacağı vakıası bir yana, aslına bakarsanız "tek parti yönetimi" pek çok devrimle karşılaştırılamayacak oranda da "müláyim" davranmıştır.
Bunu ve "tek parti yönetimi"nin iç dinamiklerini Cumartesi günü işleyeceğim.
Tek parti dönemi (son)
BATI düşmanlığı ve demokrasi karşıtlığıyla parsa toplamaya çalışan "ulusalcı-Kemalist" cihet istediği kadar tarihi nalıncı keseriyle yontsun, güneş balçıkla sıvanmaz.
Çünkü, tabusu arkasına sığındıkları Atatürk'ün de, ismini tekele almaya yeltendikleri Cumhuriyet'in de "esas proje"sini ve "ideal hedef"ini demokrasi oluşturuyordu.
Üstelik, "muassır medeniyet" derken de soyut bir Batı kavramı çağrıştırmıyorlardı.
O Batı'nın o demokrasiyi somut biçimde uygulayan ülke ve rejimlerini kastediyorlardı
***
EVET öyle ve de nitekim, Anglo-Sakson ve Fransız basınında çıkan ve genç cumhuriyeti "ışıltılı despotluk" olarak tanımlayan yorumlardan Gazi'nin büyük rahatsızlık duyması bir yana, birazdan Serbest Cumhuriyetçi Fırka'yı kur-dur-ta-ca-ğı Fethi Bey (Okyar) Paris sefirliğinden izne geldiğinde, 1930 Temmuzunda kendisine şöyle der:
"Manzaramız aşağı yukarı bir 'dictature' (diktatörlük) manzarasıdır. Halbuki cumhuriyeti şahsi menfaatim için yapmadım. Ben öldükten sonra arkamda kalacak şey bir istibdat müessesesidir. Bunu miras bırakmak ve tarihe öyle geçmek istemiyorum".
***
FAKAT hiç şüphesiz ki, kasten vurguladığım "kurdurtmak" fiilinden de anlaşılacağı gibi, zaten çok kısa bir süre sonra kendi kendini feshetmek zorunda kalacak olan aynı Serbest Cumhuriyetçi Fırka için "majestelerinin muhalefeti" dersek, büyük yanlışa düşmeyiz.
Bu açıdan da, ilk TBMM'deki "2. Grup"un devamı olarak doğan ve Kasım 1924'de kurulduktan sonra, dini veçheli bir Kürt milli hareketi olan Şeyh Sait isyanı ve Takrir-i Sukûn yasasıyla birlikte yedi ay sonra yasaklanan Terakkiperver Cumhuriyetçi Fırka'dan farklıdır.
Birincisi gerçek, ikincisi yapay muhalefettir. İlki özde, diğeri "vitrin"de bir girişimdir.
Ama "vitrin" deyip es geçmeyelim. Zira, totaliter ve otoriter rejimlerin dünya sathında yükselişe geçtiği bir dönemde; üstelik Gazi'nin arkasında hiçbir yumurta küfesi yokken, eksik-topal da olsa böyle bir deneye ihtiyaç duyulmuş olması bile, başlıbaşına bir göstergedir.
Aktardığım "istibdat müessesesi bırakmak ve tarihe öyle geçmek istemiyorum" temennisinin; artı, "demokratik Batı" hedef ve projesinin, heyhat ákim kalmış bir devamıdır.
***
HEYHAT dedim ama, aslına bakarsanız bu yakınma anlam taşımıyor. Abes kaçıyor.
Zira, istimi arkadan gelen böylesine yakınmalara tarihin zaten kulak asmadığı gerçeği bir yana, Atatürk'ün ve Cumhuriyet'in demokrasi iyiniyeti ne olursa olsun, "Türk İnkilábı", 1925-1946 arasındaki "tek parti dönemi"nden farklı bir ortamda gerçekleştirilemezdi.
Eh, yukarıdaki TCF ve SCF'nin kısacık sürelerde dahi "devrim muhalifleri" (!) için dev bir cazibe merkezi oluşturduğu düşünülürse, dobra dobra şu saptamayı yapmamız gerekir:
***
YA söz konusu "Devrim" bizzat Gazi'nin "dictature" olarak tanımladığı "ışıltılı despotluk" altında gerçekleşecekti, ya da hiç gerçekleşemeyecekti! Bunun orta yolu yoktu!
Çok "siyah-beyaz"mış gibi görünse bile kendimizi aldatmayalım, işin özü budur.
Fakat kabul, o "Devrim"in yanlış ve aşırılıklarını tabii ki eleştireceğiz. Ama bunlar ancak aynı yanlışve aşırılıkları bugün de empoze etmeye çalışanlar karşısında geçerlilik taşır.
Yoksa, benzerleriyle kıyaslandığında eli zaten çok "hafif" kalan "Türk İnkilábı"nı şimdiki kıstaslarımızla ve üstelik, deney sonuçlarını bilerek yargılamak hakkına sahip değiliz.
Tersi redd-i mirasa girer ki, yeni zengin müsrifliğiyle har vurup, harman savuramayız.
Dolayısıyla, tek parti döneminin anti-demokratizmini bugün de dayatmaya yeltenmek; zıddında ise, yumurtadan çıkıp kabuğu beğenmeyen civciv misali, demokrasi yoksunluğundan ötürü o dönemi "öcü" ilan etmek, aynı anakronik tarih gövdesinin ayrı başlı Siyam ikizliğidir.
Kaldı ki, her şeye rağmen "istibdat müessesesi mirası"nda yaşamadığımız ortadadır.
Eeee, Abbas üstad, Mahmut Esat Bozkurt konusunda hala aynı görüşte misin?
Sayın horasan;
"Ne mutlu Türküm diyene" sözü ile "bu memlekette Türkler efendidir, Türk olmayanların hakkı ise ancak hizmetçilik ve kölelikdir" sözlerinin aynı anlama geldiğini iddia ediyorsanız sizin anlayışınıza hayran (!) olmamak elde değil. Size göre bu sözler aynı anlamda olabilir, ama ben aynı anlamda olmadıklarını iddia ediyorum. zaten benim iddia etmeme de gerek yok. Arada çok büyük fark var. Bunu okuyanların takdirinie bırakıyorum.
"Ne mutlu Türküm diyen" sözü bir Türkü ve bu bağlamda beni rahatsız etmeyebilir, ama bu ülkede Türk olmayanlardan bu sözü söylemelerini ve bu sözü benimsemelerini beklemek ne kadar doğrudur. Zaten bu politikalarla memlekette Türk olmayanların çoğunun kökünü kuruttuk. Yunanistan'daki veya Bulgarsitan'daki Türklerden "ne mutlu Yunanım diyene" veya "ne mutlu Bulgarım diyene" demelerini beklemek ne kadar doğru olur.
Sayın Gür;
Hadi Uluengin'in yazısına katılıyorum. Benzer şeyleri daha önce bu sitede yazmıştım. Tabi ki, o dönemin koşullarının dikkate alınması gerektiğnin farkındayım ve bunu hiç inkar etmedim.
Ama o dönemi hiç eleştirilmez, dokunulmaz, kutsal bir asr-ı saadet devri olarak görenlere ve o dönemi bizlere örnek gösterip önerenlere hiç katılmıyorum. Mahmut Esat Bozkurt'un yukarıda değindiğim sözü o dönem için dahi çok ağır bir sözdür.