Şimdi bir meyhane buldum mezarlığın tam karşısında...
Beni ararsan,
Ya meyhanedeyim ya da...
Tam karşısında...
Printable View
Şimdi bir meyhane buldum mezarlığın tam karşısında...
Beni ararsan,
Ya meyhanedeyim ya da...
Tam karşısında...
Gelen bir mailden:
Her yıl RAKI ya katılan su miktarı ''600 ton''
Gelin SEK içelim kuraklığı önleyelim hemde kafamız daha cabuk guzel olsun..! !
Tekel ve Tema ile beraber yürüttüğümüz bu kampanya kapsamında hepinizin SEK RAKI iÇMEK konusunda yardımını bekliyoruz....
Kampanya sloganımız :Sek rakı içiyorum,hem kafam güzel,hem kürem...
Gelecek nesillere bir şans da siz verin...
Rakı gibi...
ege kıyılarında
bir sahil kasabası..
ve bir sirtaki...
karşı sahilden
meltemin getirdiği...
kadehte de rakı hani...
işini bilen yosma gibi...
ve sen..
düşüvermesen apansız...
düşüncelerime
yudum yudum...
kadehteki rakı gibi...
Hasan Esat Heptunalı
Atatürk Neyzen'in ününü duymuş olacak ki, çağırtmış köşküne sohbet etmişler, uzun uzun aşkla üflemiş neyzen.. ardından sormuş Atatürk..
- senin çok fazla içki içtiğini söylüyorlar, benim kadar içer misin ?
Neyzen düşünüyor, içkinin hududu olmaz.
- ne kadar içersiniz ?
- iki tane kiloluk rakı içerim.
Ata kelimelere basa basa şu sözleri söylemiştir, Neyzen'in gözünü korkutmak istemiştir.
- nasıl içersiniz ?
- canım ne isterse; susuz, mezesiz.
neyzen:
- ben de iki kiloluk içerim ama, öyle içmem.
Neyzen'in arzusu ile ortaya kocaman bir emaye kase geliyor, iki kiloluk rakıyı Neyzen kaseye boşaltıyor. başını sokup lıkır lıkır içecek zannediyorlar. fakat Neyzen'in isteği daha bitmemiştir, bir somun ekmek ve irice bir kaşık geliyor. Neyzen ekmeği lokma lokma koparıp kasedeki rakının içine bastırıyo. lokmalar rakıyı iyice çektikten sonra çalakaşık yanaşıyor.
yine anlatılanlara göre, ata:
- pes, pes, diye bağırarak ayağa fırlamış ve elleriyle yüzünü kapamış, ayrılırken de saygılarını sunmuştur
--------------------------------------------------------------------------
rivayete gore yine cok sarhos oldugu bir gece rastladigi gece bekcisine sorar:
-evladim Neyzen Tevfik'in barakasini ariyodum?
+ama..ama...Neyzen Tevfik sizsiniz?!?!
-sana Neyzen Tevfik'i soran kim bre deyyus, evini sordum evini
--------------------------------------------------------------------------
bir arkadaşı Neyzeni meyhaneden cıkarken görmüş sitem ederek üzüldügunu belirterek demiş;
vallahi Tevfik efendi seni meyhaneden cıkarken görmek beni son derece üzdü.
Neyzen Tevfik hemen cevap verir:
hemen geri döneyim öyleyse.
--------------------------------------------------------------------------
askerdeyken en büyük sikintisi içki yasagidir. bir gün tuvalette gizli gizli içki içerken komutan bunu yakalar ve :
-buldun mezeyi içersin tabii. der.
Neyzen Tevfik hayatinda cevap veremedigi tek lafin bu oldugunu söyler.
-------------------------------------------------------------------------
Mazhar Osman, Neyzen Tevfik’e içki içmeyi yasaklamış.. içmeye devam ettigi takdirde hayati tehlike doğacagını söylemiş.. ileri derecedeki samimiyetlerine dayanarak içki içmeyecegine dair bir de and içirmiş.. aradan zaman geçmiş, Mazhar Osman, Neyzen Tevfik’e bir yerde içki içerken rastlamış.. hemen hatırlatmış:
- "hani sen içki içmemek üzere and içmi$tin?"
Neyzen şöyle cevap vermi$:
- "üstat, biz fakir adamız.. bulunca içki içeriz, bulmayınca and içeriz!..."
-----------------------------------------------------------------------
Neyzenin alkol tedavisi aldığı zamanlar..mazhar osman neyzene daha fazla içmemesini söylüyor..sonralarda bir gün
Mazhar Osman Neyzeni elinde büyük bir rakı şişesiyle görür ..der ki :
-Neyzen ben sana rakı içme demedim mi artık dök çabuk onu..
Neyzen :
-olmaz üstad bu şişedeki rakının yarısı Bekri nin der..
Mazhar osman : o zaman senin payını dök çabuk..
Neyzen yine olmaz der ve şunu söyler..
-şişenin altındaki yarısı benim payım...
....ALINTIDIR......
Sayın Onur Tunga Teşekkürler Tam da hafta sonuna denk geldi. iyi geldi.
Sitenin bu bölümünü bu kadar geç ziyaret ettiğim için özür. Herkese afiyet olsun.
İçmezsem tehlikeli olurum Uğur Selim (Bulutlu) 14 Aralık 2005, Çarşamba 10:08
http://www.buyukkeyif.com/uploads/im...0000002695.gifMusa Ağacık, Aydın Boysan'a kısa kısa soruyor, Aydın Boysan öz öz yanıtlıyor.
...
* 65 yıldır rakı içmekteki zorunuz?
- Ben arada bir bu mendeburu içmediğim zaman, bazı politikacıları dünya üzerinden kaldırma teşebbüsünde bulunurum.
* Çetin Altan, zaman zaman ‘şarap içemeyen toplumların düşünemediğinden’ şikayet eder. Sizin rakıyı şaraba, ve biraya tercih etmenizin nedeni var mı?
- Yok, bu yalandır. Alkol her türlü içkide aynı etkiyi yapar. Rakı benim nikahlı karımdır, ötekilerle de kaçamak yapıyorum..
* Rakıyla ilgili anılarınız var mı?
- Şimdi Avrupa’da çok sevgili sofra dostlarım vardı. Onlara 2 şişe rakı götürdüm. Hiç içmemişlerdi. Bi daldılar susuz rakıya. ‘Yapmayın, bu öyle içilmez’ dedim. Dinlemediler. Sonra hepsini ambulanslar götürdü..
* Siz hiç hastanelik oldunuz mu?
- Hayır. Hastanelik olmadım ama karımın hışmına uğradım.
* Eşiniz içmiyor mu?
- Ömründe bir kere içti, 40 sene önce. Ertesi sabah perişandı. Bana dedi ki, ‘Senin ne çektiğini şimdi anladım.’
* Peki sonra bi daha söylenmedi mi?
- Ayılır ayılmaz hemen ertesi gün söylenmeye başladı.. Hálá da söyleniyor..
* Bu arada rakıyı, şarabı büyük bir aşkla içen Bektaşilerle bir akrabalığınız var mı?
- Efendim Bektaşiler benim çok saydığım, sevdiğim insanlardır.
* Neden?
- Açık insanlardır, dürüst insanlardır..
* Bir büyük rakı devirebiliyor musunuz?
- O senin dediğin 50, 55 sene önceydi.. Artık doktorların izin verdiği kadar içiyorum O da bir küçük rakının yarısı.
* Aydınlarımız iyi ‘içemediklerinden’ gereğince özgürleşememiş olabilir mi?
- Olabilir, taassup yani kelleden içeriye yeni düşünce sokmamak veya yeni düşünceleri öğretmemek, insanlarda kafasızlığa yol açar. Ve bu nedenle de bu kafasızlık her türlü taassuba, dolayısıyla da bazı düşmanlıklara yolaçabilir. Düşman olmadan herşeyi önce sakin biçimde düşünmek gerekir..
(Musa Ağacık, Star, 29 Mayıs 2004)
Rakı masasında zürafa olsam Hayri Kırcalı (Haydari) 14 Aralık 2005, Çarşamba 14:56
http://www.buyukkeyif.com/uploads/im...0000002687.gifRakı dendiğinde akla gelen en güzel abilerden Aydın Boysan’ın rakıdan bahsetmeden bir muhabbeti bitirdiği hayal edilemez ama bana kalırsa rakı literatürüne kattığı güzel şeylerin başında bu rakı içen zürafa imgesi gelir. Üstad bir sohbetinde rakının boğazdan aşağı nasıl yuvarlanması gerektiğini anlattıktan sonra “Zürafa içse nasıl da içer ama” diye zürafayı kıskandığını ifade etmiştir. Yazdığı kitapların hepsinde de bu kıvamda hoşluklar vardır. Her rakıseverin kitaplığında “İstanbul Esintileri”, “Yaşama Sevinci”, “Yüzler ve Yürekler”, “Felekten Bir Gün”, “İstanbul’un Kuytu Köşeleri”, “Neşeye Şarkı”, “Nereye Gitti İstanbul?” gibi en az 3-5 tane Aydın Boysan kitabı bulunmalıdır.
Hesabıma göre Aydın Boysan 66 yıldır rakı içmektedir.
Aydın Boysan 17 Haziran 1921 doğumludur ve bugün 84 yaşındadır. Doğum gününü tüm rakıcılar kutlasın diye gün ve ay olarak da veriyoruz. Güzel Sanatlar Akademisi’nin mimarlık bölümünü bitirmiş, Mimarlar Odası’nın kuruluşunda bulunmuş, ilk genel sekreterliğini ve İstanbul Şube Başkanlığı’nı yürütmüştür. İTÜ’de dersler vermiş, birçok ödül kazanmış ve 1999’da mimarlıktan emekli olmuştur. 10 yıl Hürriyet’te 4 yıl da Akşam’da yazarlık yapmıştır. Emeklilikten sonra tüm vaktini muhabbete (yazmaya) ve rakıya ayırmıştır. Çiçek Pasajı’nın yeni tamamlanan restorasyonundan sonra pasaja resmi asılan büyüklerimizdendir.
Aydın Boysan rakıya genç yaşında başlamıştır ama diğer işlerinde acele etmemiştir. İlk kitabını 61 yaşında çıkarmış, yabancı dili ise 30 yaşında öğrenmiştir. Demlenmeyi bildiği için de ne yaptıysa güzel yapmıştır.
Yazarlığa başlaması da rakıyla ilgilidir. Erol Simavi, Hasan Pulur’dan Haldun Taner’i Hürriyet’te yazması için ikna etmesini istemiy. O aralar da Haldun Taner yurt dışındaymış. Hasan Pulur, “Eğer masada konuştuğu gibi yazarsa iyi yazar olur Aydın'dan” diye Aydın Boysan’ı önermiş. Böylece yazarlığa başlamış. Aydın Boysan ve Hasan Pulur meyhane arkadaşıdır.
Neden mizah yazdığını ise şöyle anlatıyor Aydın Boysan:
“Benim yazmaya mizahla başlamam tümüyle rastlantı sonucudur. Çünkü yazmaya başlattıkları sıra ben bazı derneklerde sürekli olarak mizah konuşmaları yapıyor ve bunları kağıda geçiriyordum. Öte yandan Aziz Nesin'in Çatalca Vakfı'ndaki ikinci binasını ben planladım; birinciyi de, haklısın, kendisi yapmıştı. O sıralarda birisi bana sormuştu, sen bu ileri yaşında mizah yazmaktan çekinmedin mi, rezil olmaktan korkmadın mı? diye... Aziz Nesin de o sofradaydı ve ben de, ‘Aziz Nesin mimariye bulaştıktan sonra ben mizahta ne bok yesem olur!’ dedim. Buna en çok Aziz Nesin gülmüştü...”
(Bedirhan Toprak ve Turhan Günay, 28 Ekim 1999, Cumhuriyet Kitap Eki)
Çok yaşa Aydın Boysan!
www.buyukkeyif.com sitesinden alıntıdır.
Rakı nikáhlı karım diğerleriyle kaçamak yaparım
http://webarsiv.hurriyet.com.tr/vimages/images/trs.gifhttp://webarsiv.hurriyet.com.tr/2005...,196428,00.jpgErsin KALKAN
Nevizade’ye girdiğimizde yağmur başladı. Beş dakika sonra güneş gösterdi yüzünü. Güneş ışınlarının arasından yağmur zerrecikleri uçuşurken, minik minik gökkuşakları peydahlandı İstanbul ikindisine. Saat 16.00’da Saki Restaurant’ta buluşmak üzere sözleşmiştik. İlk gelen Fıstık Ahmet oldu.
10 dakika kadar sonra Aydın Boysan (84) gözüktü Kameriye Sokak’ın başından. Henüz sandalyeleri ısıtmamıştık ki Çiçek Arif çıkageldi. Masayı dörtlemiştik. Tamamdık. Arif Keskiner (67), nam-ı diğer Çiçek Arif lakabını 21 yıldır işlettiği Çiçek Bar’dan almıştı. Ahmet Tanrıverdi (61) ise yeşil göz renginden dolayı Fıstık’tı. Aydın Bey’le ben lakapsız da yaşayıp gidiyorduk bu dünyada. Masadaki üç adam da kitaplıydı. Ama ennnn kitaplı olan Aydın Boysan, tam tamına 29 kitap yazmış. En son kitabı ‘Ne Güzel Günlermiş’ daha yeni çıkmış. Bize de birer tane getirmiş yanında, imzalayıp hediye etti. Diğer ikisinin ikişer kitabı var. Arif Keskiner, Çiçek Gibi ile Yine mi Çiçek’i yazdı. Üçüncü kitabı yolda. Fıstık Ahmet Tanrıverdi’nin Zaman Satan Dükkan ile Hoşçakal Prinkipo kitapları yayınlandı. Devamı gelecekmiş. Ahmet Bey de yanında getirmiş kitaplarını, imzalayıp dağıttı masadakilere. Eh benim de şimdilik iki kitabım olduğuna göre aramızda kitapsız yoktu. İstanbul doğumlu Aydın Boysan mimarlığı 1999’da bıraktığında meslekte tam 54’üncü yılını tamamlamıştı. Ünlü ve çok ödüllü bir mimar. On yıl Hürriyet’te, üç yıl da Akşam’da yazılar yazdı. Arif Keskiner, Osmaniye’de doğmuş. 16 yaşında İstanbul’a gelmiş. Yayınevi müdürlüğü, kitapçılık, spor yazarlığı ve İsveç’te gazetecilik ve bulaşıkçılık yapmış. Türkiye’ye dönünce de fotoroman senaristliği ve yazarlığı. Otobüs, Kapıcılar Kralı, Selvi Boylum Al Yazmalım gibi önemli filmlerin prodüktörlüğünü de üstlenmiş. Daha sonra Sıraselviler’deki yazıhanesinde, herkesin Çiçek Bar ya da Arif’in Yeri dediği, tüm sinemacıların ve sanatçıların uğrak yeri olan Sinema Sevenler Derneği Lokali’ni açmış. Fıstık Ahmet, Büyükadalı. Tam 30 sene matbaacılık yapmış. Aynı zamanda da 27 yıldır meyhaneci. Garden 74, Nişantaşı, Arnavutköy ve Bostancı’da Barba meyhanesini çalıştırmış. Artık tanıştığımıza göre dolduralım kadehleri bu güzel akşam üstünü parlatmaya başlayalım.
Yazla henüz buluşamamış bir İstanbul akşamında, yine de sokak üzerindeki beyaz örtülü meyhane masasına henüz yerleşmiştik ki, Ahmet Tanrıverdi çantasından beyaz bir kutu içinde üç tane eski zaman kadehi çıkardı.
Şu anda kullandığımız limonata bardaklarından çok farklı bu kadehler. Boyu bugünkülerin üçte biri kadar, ağız kısmı zarif bir biçimde dışa doğru meyilli. Yarı beline kadar da dantel bir zarf içinde.
‘Nasıl oldu da limonata bardağı eski kadehlerin yerini aldı?’ diye sordum. Ahmet Tanrıverdi, ‘Ben rakıya başladığımda kadehler size getirdiklerimin aynısındandı. Limonata bardağı ise yeni yeni piyasaya çıkmıştı. Bu bardakların nereden çıktığını, eski kadehlerin yerini nasıl aldığını pek anlamış değilim’ dedi.
Arif Keskiner ‘Ben 1964’ün bir kırılma noktası olduğuna inanıyorum. Rumlar gittikten sonra her şey sanki ansızın değişti’ diye araya girdi. Ahmet Bey ona katıldı: ‘1964’te Yunan tebaalı İstanbullu Rumlar’a 72 saat içinde İstanbul’u terk etmeleri söylendi. Bu insanların arasında İstanbul’da lokantacılık, mezecilik, gıda ticareti, cam işçiliği, çeşitli el sanatları işinde çalışan ustalar vardı. 12 bin kişiydiler. Her şeylerini bırakıp terk ettiler ülkeyi. Birkaç gün içinde meyhaneler, çarşılar, konaklar boşaldı. Köklü rakı kültürünü de yanlarında götürdüler. Evet, tamam hatırlıyorum; 1964’ten sonra limonata bardaklarının saltanatı başladı, mezeler farklılaştı, İstanbul yavanlaştı...’
KAVUN MASADAN SÜRGÜNE GÖNDERİLMEK İSTENİYOR...
Garsonlardan biri masaya kavun servisi yapacakken Aydın Boysan, elini kaldırıp onu durduruyor: ‘Kavun rakının mezesi değildir!’ Ben, içimden ‘limonata bardağıyla rakı içmenin görgüsüzlük olduğunu öğrendik, şimdi de masadan kavunu sürgüne göndereceğiz herhalde’ diye geçiriyor ve cesaretimi toplayıp, ‘Ama ben kavun ve peynir olmadan rakı içemem’ diyorum, ürkekçe.
Aydın Bey, ‘Zıkkımlan o zaman ama bu işin de bir ilmi ve kimyası var’ diye azarlıyor beni. Sonra da anlatmaya koyuluyor: ‘Bir kere, tatlıyla içkiye başlamak yanlıştır. Tatlı hızla kana karışır. Yanında alkolü de beraber götürdüğünden kısa zamanda kelle olursun. Sofradaki kavuna mal bulmuş Mağribi gibi saldıranların diğerlerine oranla nasıl yaya kaldıklarını gördüm. Bakın size bir olay anlatayım. 1984’te Leningrad’a gittim. Henüz Sovyetler dağılmamıştı ve Petersburg’a Leningrad diyorlardı. Arkadaşlarla şöyle 1500 kişiyi alabilen büyük bir lokantaya gittik. Yanımızdaki masada da yaklaşık 20 kişilik bir aile oturuyor. Baş köşeye ailenin babası yerleşmiş. Babanın hemen yanında da bir semaver, mis gibi çay kokuları geliyor. Adamlar iki yudum votka içip ardından çayı dehliyorlar. Ben adama halli halli bakınca, bir işaret çakıp beni masasına davet etti. Yanındakilerden birini kaldırıp yer verdi. İkinci Dünya Savaşı’nda Almanlara esir düştüğünde Almanca’yı iyi öğrenmiş. Sohbete başladık. Votka ve semaver ilişkisini sordum. ‘İyi gider ama çayın şekersiz olmasına dikkat edeceksin’ dedi. Denedim, fena değildi. Ayrılıp arkadaşlarımın yanına döndüm. Aradan beş altı saat geçti. Yine bir işaret çakıp, çağırdı beni. Artık tatlı faslı başlamıştı. Ayağım masanın altında yumuşak bir şeye dokundu. Baktım bir adam yatıyor. ‘Bu ne?’ dedim. Ailenin babası, ‘Orada sızan eşşek, çayı şekerli içmiş’ dedi.’ Ama biz kadim dostumuz kavunun masadan sürgün edilmesine karşı çıktık ve afiyetle gövdeye indirdik.
MEZEYLE RAKI AYNI KERVANDA YOLCULUK YAPAR
Arif Keskiner, ‘İçkiden önce biraz alt yapı gereklidir, diye iddia edilir’ diye girdi lafa. ‘Bu konuda farklı görüşler var’ dedi Aydın Boysan, ‘Bir Alman bana, başlamadan önce bin kalorilik bir şeyler yiyip 20 dakika sonra içkiye başlamak lazım demişti.’
Arif Keskiner, ‘Zaten bizim mezelerimiz bu iş için değil midir?’ diye itiraz etti: ‘Bizim rakı adabımızda öyle oturur oturmaz fondip yapmak yoktur. Rakılar koyulur kadehe, buharı üstündeyken şöyle bir hoşgeldin yudumu alınır ve meze faslına geçilir. Altyapı birlikte kurulur. Yani kervan yolda düzülür. Aç karnına içki içilmez bizim soframızda.’
Fıstık Ahmet aldı sözü: ‘İnsanın bir öğünde yiyebileceği miktar aslında avucunun içine sığacak kadardır. Ben bazı günler 60 çeşit meze yaparım. Küçük tabaklarda servis ederim. Porsiyon şeklinde sunmayı görgüsüzlük ve açgözlülük olarak düşünürüm. Az olacak, öz olacak, çok çeşit bulunacak, bir lezzet dalından diğerine konulacak.’
SALÇA GÖLÜNDE FASULYE TANELERİ YÜZMEZDİ
Aydın Boysan, ‘Ahmet doğru söylüyor’ dedi ve eski zaman Kumkapı’sına uzanarak meze-rakı ilişkisi üzerine şiirsel bir fasıl geçti: ‘Kumkapı eskiden çok değişikti. Bu güzel mekán henüz turistik olmamıştı. Saz heyetleri filan dolaşmazdı. Fasulye pilakisi çatalla yenince, tabak temizlenirdi. Şimdiki gibi salça gölünde fasulye taneleri yüzmezdi. Tabaktan bir kaşık pilaki alınca, başta beyaz peynir bütün mezeler al kanlara boyanmazdı. Cacık diye hıyar doğranmış ayran getirmezlerdi. Cacık da çatalla yenince tabak temizlenirdi. Kumkapı meyhanesi tabelalarına Anadolu akarsularının adları yazılmadan önce, Kumkapı’da balık tek tek pişirilip sunulur, dilimli balığın bile ne olduğu anlaşılırdı. Meze çeşidini meydandaki lakerdacının lezzetiyle, gezgin topikçinin tadıyla zenginleştirirdik. Lakerda has torikten, çiroz uskumrudandı. Rakı da su da sabah erkenden buzluğa konmuş olurdu. İkisine de buz atılmazdı. Ağıza gelen içki lezzetinin, her kadehin başında sonunda, buzların su salgılaması yüzünden değişmesine katlanmazdık.’
BÜYÜKADA’DA BÜYÜK RANDEVU
Anılar, rakı üzerine çeşitlemeler, atışmalar gırla giderken ‘En çok hangi içkiyi seversiniz?’ diye sordum. Çiçek Arif, ‘Ben hepsini severim. Ama şarapla rakı favorimdir. Son zamanlarda şaraba takılıyorum’ dedi. Fıstık Ahmet, ‘Rakı’ diye kestirip attı. Aydın Boysan, ‘Ben bütün içkileri severim ama rakı nikahlı karımdır, diğerleriyle kaçamak yaparım’ diyerek noktayı koydu.
Ama rakı masasında sohbete nokta konulacak gibi değildi. Tam üç hafta sonra bu kez Büyükada’da Prinkipo’da buluşmak için sözleştik.. Hem de ucu açık bir rakı masasında... Eh artık, orada da geceleriz.
Bildiklerimin yarısını kitaplardan, kalanıını meyhaneden topladım
Çiçek Arif, Fıstık Ahmet’e ‘Senin Prinkipo’yu ne zaman açıyorsun?’ diye sordu. ‘Benim meyhane Milli Eğitim’e bağlı’ dedi Ahmet Bey, ‘Okullar kapanınca açılır, okullar açılınca kapanır.’ ‘Milli Eğitim’e bağlıymış ama müfredatı ve tedrisatı farklıymış’ diyerek ben devreye girdim. Çiçek Arif, ‘Evet, bence de meyhanenin tedrisatı çok farklıdır. Ben, bildiklerimin yarısını kitaplardan öğrendiysem kalanını meyhaneden topladım’ diye bitirdi sözü.
BEYLER İZNİNİZLE MEYHANE CEKETİMİ GİYECEĞİM
‘66 yıllık rakıcılık hayatında bir gün olsun tek başıma içmedim’ diyen Aydın Boysan, masaya yerleştikten bir süre sonra çantasına elini attı ve ‘Beyler izninizle meyhane ceketimi giyeceğim’ dedi. Giydiği montla safari ceketi arasında bir farklı ceket: ‘Safari ceketine benziyor’ dedim. ‘Eh, meyhaneye gelmek, rakı sofrasına oturmak da safariye çıkmak kadar maceralarla dolu bir yolculuktur’ dedi.