-
Re: Dağdaki çobanla Aysun Kayacı eşit olur mu hiç?
Sayın deniz02;
Bu gidişle siz de kendinizi siyasetin içinde bulacaksınız galiba.. Ayrıca siyaset sandığınız kadar kötü bir şey de değil. Bizdeki laçka siyaset ne yazık ki insanları siyasetten soğutuyor. Ama sorumluluk sahibi insanların da ucundan kenarından siyasete bulaşmalarında yarar var.
Ayıca siyaset size yakışıyor. Selam.
-
Re: Dağdaki çobanla Aysun Kayacı eşit olur mu hiç?
Teşekkür ederim Sayın Bilgili,
Muhakkaki kötü bir şey değildir ancak işi erbabına bırakmak en doğrusu sanırım, yine de aklımıza takılanları siz değerli hukukçulardan ve site sakinlerinden sormaya/öğrenmeye, oylarımızla da kıyısından köşesinden tutmaya devam edeceğiz.
Mevlam sonumuzu hayreyleye...
-
Re: Dağdaki çobanla Aysun Kayacı eşit olur mu hiç?
Aysun Kayacı ve Müjde Ar'a yerel sanatçıdan dava
Adıyamanlı mahalli sanatçı Mehmet Aslan, manken Aysun Kayacı ve sinema sanatçısı Müjde Ar hakkında, bir televizyon programındaki konuşmaları nedeniyle 1'er YTL'lik tazminat davası açtı. Aslan, verdiği dava dilekçesi sonrasında yaptığı açıklamada Kayacı'nın çobanlara, Müjde Ar'ın ise Adıyamanlılara hakaret ettiğini ileri sürerek "Manevi olarak çöktüm Bu nedenle tazminat davası açtım" dedi.
HaberTürk
-
Re: Dağdaki çobanla Aysun Kayacı eşit olur mu hiç?
Sevgili deniz02, sevgili Abbas Bilgili,
Bu konuda yazdıklarım çok açık olmasına rağmen nedense ya anlaşılmıyor, ya da anlaşılmak istenmiyor.
Mesele , Aysun Kayacı'ya kimin dava açtığı değil... Aysun Kayacı'nın sözleri de değil. Belli bir kasıtla söylenmemiş olsa da, bu sözlerin içeriğini değil, geri planını tartışmaya açmak istedim bu forumlarda. Bu fikirlere söyleyecek sözü olmayanlar, ya sözü söyleyenin kişiliğine saldırdılar, ya dava açmaya kalktılar veya açtılar, ya da konuyu hamaset veya polemik dolu başka mecralara kaydırmaya çalıştılar.
Tekrar etmekte fayda var. Dağdaki çoban ile Aysun Kayacı veya ben veya herbiriniz elbette temel hak ve hürriyetler anlamında eşitiz. Buna kim itiraz edebilir ki? Ancak gerçekten olması gerektiği gibi eşit miyiz? İşte asıl soru bu...
Hukukinet Köşe yazıları forumunda "Demokrasisini seven kovboylar" başlığında "kimi 30.000 oy ile vekil seçer, kiminin 60.000 oyu olmasına rağmen bir vekil seçemez" derken konuyu biraz da karikatürize ederek gerçekte eşit olmadığımızı, daha doğrusu kanun yapıcı bizim ne kadar eşit olmamızı isterse ancak o kadar eşit olabileceğimizi vurgulamak istedim. Anlayanlar anladı, anlamayanlar veya anlamak istemeyenler anlamamakta israr etti. O zaman benim için bu konuyu deşmek farz oldu, çünkü Aysun Kayacı'nın farkında olduğu veya olmadan parmak bastığı sorun gerçekten bizim ülkemizin çok çok önemli bir sorunu. Bir diğer sorun ise matematiksel değil sosyolojik...?!!! Aşiret, tarikat-cemaat ortamında şu liberallerin çok sevdiği bireyin özgür iradesi mevcut mudur meselesi. Ancak o ayrı bir tartışmanın konusu.Bugün demokrasiyi dilinden düşürmeyenlerde bu sorunu işaret eden bir Allahın kulunu göremezsiniz. E, zaten bizim demokrasimiz de bu kadar, demokrasi işimize geldiği sürece makbul...
Şimdi sizin için, bence bu konuda yazılmış en teknik makaleyi aşağıya alıyorum. Sizlerden ricam lütfen sindire sindire okuyun ve yazılanlarda en ufak bir hata varsa bu foruma yazmaya devam edin.
Makale Gazeteport'ta Ali İhsan Karacan imzası ile yayınlandı. Hep birlikte okuyalım.
Bir kişi, bir oy
http://www.gazeteport.com.tr/stellen...isc/spacer.gif
09.04.2008
Şirketler Hukuku yazınında kullanılan “bir pay bir oy” deyiminin siyaset bilimi ve Anayasa Hukukundaki karşılığı “bir kişi bir oy” deyimidir.
Biraz yakından bakılınca halka açık bir anonim şirketin ana sözleşmesi, sermayesi, payları, hissedarları, azınlık hakları, imtiyazlı paylar, genel kurul toplantıları, yetkili organların seçimi, oy ağırlıkları ile bir ülkenin anayasal sistemi, vatandaşları, seçmenleri, seçim sistemleri ve seçimleri, seçim barajları, seçimlerde oy kullanma ve seçim kuralları arasında şaşırtıcı benzerlikler görürsünüz.
Televizyonda program yapan bir mankenimizin kullandığı ifadeler bir hayli tartışma yarattı ve gerek medyadan gerekse politikacılardan bu açıklamaya karşı yöneltilen tepkiler (açıklamayı yapanın kişiliğine yönelik olanlar bizi ilgilendirmiyor) , bu tepkilerin içeriği ve yapılış biçimi mankenimizin yaptığı açıklamalardan daha az bilgisizce değildi. Manken hanım bu açıklamayı bilgi dağarcığına (!) dayanmak yerine belki içgüdüsel bir tepki ile ve belki de gündemde yer almak anacıyla yaptı (ve başarılı da oldu). Politikacıların tepkisi de bence genelde manken bayanınki ile örtüşüyor
Oy hakkı ve oyların ağırlığı ülkemizde pek tartışılan bir konu olmasa da bu gelişmiş ülkelerde de tartışılmıyor, incelenmiyor ve eleştirilmiyor anlamını taşımıyor.
Aslında iki konuyu yani herkesin bir oy hakkına sahip olması ile bu oyların seçimlerde sonuca yönelik olarak ağırlıklarını birbirinden ayrı düşünmeli ve birbirine karıştırmamalıyız.
Demokrasilerde oy hakkının temel bir hak haline gelmesi hem kolay olmamış hem de göreli konumunu da hala sürdürmektedir. Belirli bir yaşın (neden 21, neden 18? ayrı bir konu) üzerindeki herkesin din, ırk, cinsiyet ve sosyal statü ayırımına tabi tutulmadan yapılacak yerel ve genel seçimlerde oy kullanma hakkına sahip olması uzun bir mücadeleden sonra ulaşılabilen bir hak olmuştur ve bu hakkın bugünkü durumu ve kapsamı demokrasi tarihi kadar eski değildir. Örneğin kadınların oy hakkına sahip olması oldukça yenidir. ABD de Afrikalı kökene sahiplerin oy hakkını kullanabilmeleri eskilere gitmez.
Ancak günümüzde herkese bir oy hakkı verilmesi Hayden’in deyimiyle demokrasinin olmazsa olmaz kuralı ve temeli (sine qua non of democracy) olmuştur (Grant M.Hayden, The False Promise of One Person, One Vote, Michigan Law Review, Vol.102, 2003). Bir kişi bir oy standardı öylesine yaygın bir şekilde kabul edilmiştir ki ünlü sosyal bilimci Jon Elster demokrasiyi “ bir kişiye bir oy ilkesine dayanan basit çoğunluk kuralı “ olarak tanımlamaktadır (J.Elster & R.Slagstad , Constitutionalism and Democracy, Giriş, 1998).
Herkese bir oy ilkesinin yaygın ve popüler olmasının nedenleri bir sır değildir. Eşitlik, ortalama vatandaşın hakları gibi duyguları yakalamanın bir aracıdır. Sistem iyi-dizayn edilmiş bir slogan olarak karşı çıkmanın absürt olarak görüleceği bir şekilde bir temsil yapısı oluşturmaktadır ; “Bir kişi, bir oy ilkesine” kim karşı çıkabilir ki ? (Hayden agm). Ayrıca sistem nötr, kolay yönetilebilir bir standart sağlar.
Herkesin bir oy hakkına sahip olması pratikte bu oyların mutlaka seçim sürecinde aynı ağırlıkta olması ya da aynı ağırlıkta etkiye sahip olması anlamına gelmemektedir. Tek bir oy seçim sürecine aynı ağırlıkta değil de, farklı ağırlıkta etkide bulunabilir; genelde bu daha yaygın bir sonuçtur. Oyların ağırlığını ülkedeki seçim sisteminden farklı düşünemeyeceğiniz gibi seçim bölgeleri, parlamentonun seçim bölgeleri arasında dağılımı, seçim barajları herkes bir oya sahip olsa bile oyların son tahlilde farklı ağırlıkta olmasına neden olur.
Hayden oy hakkının kavramsal olarak üç ayrı hak tipini içerdiğini söylüyor. Birincisi bir oyu kullanabilme hakkıdır; seçim sandığına gidebilmek herhangi bir oy hakkının zorunlu unsurudur. Seçmen olabilmek ve oyunu kullanabilmek tek başlarına alındığında anlamlı bir politik katılım sağlamaz. Çünkü seçim bölgeleri sınırları oyun gücünü etkin bir biçimde sulandıracak şekilde çizilmiş olabilir. Böylesi oy sulandırılması (vote dillution) iki biçimde; sayısal (quantitative dilution) ve niteliksel (qualitative dilution) olarak sulandırılmış olabilir (bu terim şirketler hukukunda da kullanılıyor). Sayısal oy sulanması, oylar eşit olmayan ağırlıklar aldığında ortaya çıkar ve böylece oylar rakamsal olarak sulanmış olur. Niteliksel oy sulanması ise bir seçmenin tercih ettiği seçmede daha az fırsatının olması durumunda ortaya çıkar; bunun nedeni de daha ziyade seçim bölgesi sınırlarıdır.
Bunlardan en az tartışmalı olanı sayısal sulanmadır. Ve bu en çok bir bölgenin sınırlarının standart bölge büyüklüğünden sapacak şekilde çizilmesi şeklinde ortaya çıkar.
Chicago Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyelerinden Adam Cox şunları yazıyor: “Modern oy hakları araştırmacıları bir konu üzerinde mutabıktırlar: Oy hakları toplanan, bir araya getirilen (aggregate rights) haklardır. Birçok bireysel nedenle oy hakkı önemlidir. Bu nedenle, oy hakkını etkileyen bir hukuk kuralının adilliği (fairness) sadece bireysel, münferit seçmen ve onun oy hakkı üzerinde yoğunlaşarak belirlenemez. Oy hakları toplanan haklardır; uygun toplamanın sınırlarını belirlemeksizin de bir seçim sisteminin adilliği veya oy haklarının kullanımını değerlendirilemez.” (Adam B. Cox The Temporal Dimension of Voting Rights , John M. Olin Law & Economics Working Paper NO. 300 June 2007)
Toplama işlemi esas itibariyle mekansaldır ve farklı mekanlarda yerleşik insanların oylarının toplanış biçimi bir oy kuralının adilliğini değerlendirmek amacıyla incelenir. Bir kişi bir oy ilkesinin dayandığı eşitlik ilkesinin sınırları vardır. Klasik bir örnek ABD den verilebilir. ABD Senatosunda her eyaletin iki senatörü vardır. Wyoming eyaletinin ili senatörü 495 bin kişiyi temsil ederlerken Kaliforniyalı iki senatör 34 milyon kişiyi temsil etmektedir.
Biz ülkemize dönelim. Örneğin son yapılan 22 Temmuz 2007 genel seçimleri ele alalım. Tesadüfen seçtiğim iki bölge. Hakkari’de 87.839 geçerli oy 3 milletvekilini TBMM ye göndermiş. Yani her bir milletvekili ortalama 29.279 oyla seçilmiş. İstanbul 1. Bölgede 2.117.010 geçerli oy ile 24 milletvekili seçilmiş olup her bir milletvekili için kullanılan ortalama oy 88.208 olmuştur. Yani bir Hakkarili seçmenin İstanbul 1. bölgedeki seçmene kıyasla oy ağırlığı 3,01’dir. Yani 1 Hakkarili 3 İstanbulluya bedeldir; ya da üç İstanbullu ancak bir Hakkarili etmektedir. Teknik terimleri kullanırsak İstanbul’da oy kullanan seçmenlerin oyları sayısal olarak sulandırılmış oylardır.
Ne oldu hani herkesin bir oyu vardı? Doğru bir oy var, ama Orwelvari deyişle “oylar eşittir ama bazıları daha eşittir.”
Son yapılan yasa değişikliği ile ilk yapılacak yerel seçimlerde bazı belediyelerin kaldırılması ve bazıların birleştirilmesi aslında oyların sayısal ve niteliksel olarak sulandırılmasına neden olacaktır. Kaldı ki seçimin sonuçlarını manipülasyon amacı ile seçim bölgeleri değişiklikleri sıklıkla başvurulan bir yöntem. Ve ülkemize de has değil.
Demek ki, ülkenin seçim bölgelerine ayrılması ve her seçim bölgesinde kaç seçmenin yaşadığı ve kaç temsilci seçeceği herkes bir oya sahip olsa bile oyların hangi ağırlığa sahip olacağını belirleyen önemli bir etken. Genel seçimlerde bütün ülkenin tek seçim bölgesi olarak belirlendiği ve partilerin bütün ülkedeki oylarına göre ağırlıklı olarak parlamentoya gönderecekleri temsilci sayısının belirlendiği seçim sistemlerinde (Hollanda ve İsrail gibi) oylar arasındaki ağırlık farkı minimize edilmektedir. Tersi uygulama ise (İngiltere gibi) dar bölgeye dayanan sistemdir ve burada da 1 temsilciden oluşan bölgeler ile oyların ağırlığı olabildiğince birbirine yaklaşmaktadır. Ülkemizde bölge büyüklüğü 2 ile 24 temsilci arasında değişmektedir. Bu da oylar arasındaki ağırlık farkını artırmaktadır.
Bu nedenle bir kişiye bir oy hakkı sadece uygulamada seçmenleri oylarına eşit ağırlık vermede eksikleri olan bir sistem değildir, aynı zamanda eşit temsil amacını da gerçekleştirmede başarısız olmaktadır (Hayden, agm)
Oy ağırlığını yakından etkileyen ve sayısal olarak sulandıran önemli bir uygulama da genel seçimlerde uygulanan barajlardır. Bu barajı ne kadar çok yükseltirseniz oyların ağırlığını o ölçüde etkiler ve niteliksel olarak sulandırırsınız. Bu nedenle ülke barajının % 3 mü, % 5 mi yoksa % 10 mu olduğu son derece önemli.
Elbette siyaset bilimi tarihinde herkese bir oy hakkı vererek belirli kriterleri karşılayan seçmenlerin daha fazla oy hakkına sahip olmalarını söyleyen düşünceler olmuştur. Hayal gücünüzü çalıştırarak herkese en az bir oy ilkesini ihlal etmeden sizde kendinizce modeller geliştirebilirsiniz. Örneğin eğitim yükseldikçe ilave oy hakkı; ödenen vergi arttıkça ek oy hakkı gibi. Bu size kalmış düşünmek serbest.
“Benim oyumun değeri ve ağırlığı dağdaki çoban kadar bile değil” dense idi İstanbul’da oturan birisinin oy ağırlığının düşüklüğüne değinileceğinden somut ve matematiksel bir gerçek dile getirilmiş olurdu.
Konu aslında sanıldığı kadar basit ve tartışmasız bir konu değil.
-
Re: Dağdaki çobanla Aysun Kayacı eşit olur mu hiç?
'seçmen' halimizle ilgili tespitler.., (mesleki değil psikolojik açıdan)
***Seçim anketlerinin değişmez başaktörleri kararsızlar,
son seçim dönemeçlerinde neredeyse yüzde 30'lara varan sayıları ile ağırlıklarını koydular; bundan haberleri yok, o başka...
Kendi fikir ve isteklerini kimin gerçekleştireceğini belirleme amacıyla sandıklara gideceklerin bir kısmını kesin kararlılar ('kemik' seçmen) oluşturuyorsa, bir o kadarını da, 'kararsız'lar oluşturuyor.
Kararsızlık, psikolojik açıdan bakıldığında, en az iki durumda ortaya çıkar.
Birinci durum; 'al birini, vur ötekine'. Seçenekler birbirinden 'kötü'yse, iki seçeneği de istemiyorsak, karar veremeyiz. Örneğin, etyemeyen birisi için pirzola ile bonfile arasında seçim yapmak gibi...
İkinci durum; 'ne yardan, ne serden' (ser: kelle ya da can anlamına). Seçeneklerin hepsi birbirinden 'iyi'yse; seçeneklerin hiçbirisinden vazgeçemiyorsak. Aklımız hep öbür seçenekte kalıyorsa...
İki karşıt durum, aynı sonucu doğurur. Ne yapacağına karar veremeyen, verdiği karardan her durumda memnun olmayacağına inanan seçmenler. Verdiğiniz kararın bir etkisi olmayacaksa, zaten, karar vermeye ne gerek var?
Kararsız seçmen, acelecidir, sabırsız ve telaşçıdır. Bir sonraki adımı pek hesap etmez, geleceğe dönük hareket etmekten kaçınır, anlık ihtiyaçlara göre karar verir. Toplumsal kurallara ayak uydurmakta zorlanır, gözükara ya da aklı havada gibi sıfatlarla anılabilir.
Kararsızımız, seçim zamanlarında, değişiklik sever; sırf değişiklik olsun diye, bazen de otoriteyi sinir etmek ya da otoritenin gücünü test etmek için beklenenin tersi yönde hareket edebilir; kararını o anda, ne düne, ne yarına bakarak, tam 'o anda' (yani, oy verme anında) verir. Son dakikaya kadar beklese de, aslında, beklemeye tahammülü yoktur. Kararının belirleyicisi 'o andaki', yani son dakikadaki, koşullardır.
İçimizden gelen. O sebeple, şu anda kararlarını vermiş gibi gözükenler arasında bile, son dakikada duydukları ya da gördüklerine göre karar değiştirenler olacağından, 'özünde kararsız' sayılması gerekenler çokçadır. Üstelik son dakikada içinden geldiği gibi ya da canının çektiği gibi karar verdiğini düşünen (zanneden) kitlenin içinden geleni, hemen o anda olan bitenler belirler.
Seçim sandık kurulundaki hemşerinin partisinin ne olduğu,
ya da seçimden önce verilen besin yardımı paketindeki malzemeden yapılmış, az önce yenmiş yemeğin karnının içinde yarattığı kuvvetli gaz hissi.
Belirsizlik 'kararsızlık'ı artırır.
İnsanlar, içinde oldukları ortamın koşulları belirsizleştikçe, 'kararsızlaşabilirler'.
Seçimdeki belirsizlik seçeneklerin birbirinden farksızlaşmasıdır.
Kararsız seçmen kararsızlığını aşmak için genellikle, o anda 'ilk akla gelene' meyleder.
Son dakikada ve ilk akla gelen ise, devamlı akılda olabilendir; hiç akıldan çıkmayandır.
Seçmenin 'gönlündeki'dir. Gönül alanların seçim kazandığı ülke Türkiye...
Gönül her zaman akıldan üstün değildir. Bir karar verirken ilk akla gelen, aslında, seçmenin dilinde, 'aklından' ziyade, 'kalbine yakın' olandır. Bu bir bakıma, önyargılarını ya da kalıplaşmış fikirlerini pekiştirici nitelikteki 'radikal' grupların seçim şansını arttıran bir durum gibi gözükebilir. Neden? Akıl, bir süre için duruma bir cevap bulamadığında, otomatik olarak ortaya çıkacak davranış, genellikle içgüdüsel, kısa dönemli çıkarlara yönelik, olası bir 'tehlike'yi savuşturmaya yönelik olacaktır.
Hele tartışılması güç 'manevi' ya da 'milli' değerlere yönelik tehlikeler olduğuna herkesi inandırıcı bir söylemi olanlar, kararsızların 'tepki oyları'nı (tam da, kararsızlar düşünmeksizin, ölçüp biçmeksizin karar verdikleri için) toparlayıp gider. Tepki dediğiniz, düşünmeden, içinizden geldiği gibi, beyninizde yıllar içinde otomatikleşmiş ne varsa, onu yapmaktan başka bir şey değildir.
Gönül çelinebilir.
Ancak, aynı kararsız seçmene 'yakın' gelebilecek bir başka yaklaşım, seçmene kendisini önemli hissettiren, adam yerine konduğu duygusunu alabildiği, bu sebeple de kendisini yakın (ve kendisinden yetkin) hissettiği bir kişi/grup da kararsızların 'gönlünü çelebilir'. Bir şeylerin elden gittiğini söylemekten başka sözü olmayan, tehlike umacısı 'hamasi' kanatların 'kararsızlar' nezdindeki garantili etkisini dengeleyebilecek tek seçenek gönülçelen partisi olmalı.
Prof.Dr. Yankı Yazgan
__________________________________________________ ______________
Bence;
çoban ve profesör rey'inin kıymetini tartışmak out
**Hiç kararlarını akılcı olarak alma kabiliyetine haiz seçmenin oyu ile; 'kararsızlığı' kaderi bellemiş seçmenin oyu bir olur mu????
-
Re: Dağdaki çobanla Aysun Kayacı eşit olur mu hiç?
ilaveten;
bence adamakıllı bir tez konusu olarak araştırılıp hem Aziz Nesin'den esinlenilmiş Aysun Kayacı fikirlerine* hem de demokratım diye bas bas bağıran kesimin bu fikirlere fikren değil de tecavüzen tepkilerine de bir miktar atıf yapılmalı.., nihayetinde bu memleketin seçim/seçmen paradoksu 1982 anayasası vakası temel alınarak incelenmeli irdelenmeli...
7.kasım.1982 referandumu....Katılım; %90.32 KABUL;%91,37
(ACABA;Böylesi halk desteği almış bir anayasa'nın demokratik olmadığı savını üretmek kimin haddine??? % 47 ile % 91 arasında epeey uçurum yok mu?
% 91 lik bir kabul erkine sahip anayasanın % 47 lik bir temsil kabiliyetine 4 yıllığına sahip hükümetin sonradan mızıkılan bir ortaklıkla değiştirilebilmesi demokrasinin herhalde cilvesi....
ACABA;1982 de %91 lik bir onay ile Anayasa'm bu'dur diye demokratik! tercihini yapmış halk'a birkaç ay, birkaç yıl sonra aynı Anayasa için fikri sorulsa idi aynı sonuca üç aşşağı beş yukarı ulaşılabilme ihtimali ne idi? "demokrasi bugün tamam dediğine yarın yok ya ben bunu hiç tutmadım diyebilme özgürlüğü herhal??? Tamam herşey demokratik olsun da; bu demokratik git-gel'lerin maliyetini bi hesap etmek gerekir. Zannımca bu memlekette demokrasi hayli masraflı, maliyetli bir biçimde uygulanıyor. En kısasından demokrasi 'halk için' değil miydi? Galiba bunu halka farkettirmek de iş bitiyor?
A partisi için, şu için, bu için değil de,
hem kendisinin hem ülkesinin; hem bugünün hem GELECEĞİNİN tercihi için 'rey' verdiğinin farkındalığında 'seçmen' beklentisi biraz fazla ütopik mi?)
-
Re: Dağdaki çobanla Aysun Kayacı eşit olur mu hiç?
Sayın Gür,
Sizi anlıyorum , anlaşılamayak bir durum da yok ortada, ancak konuya farklı açılardan baktığımız için, siz anlaşılmadığınızı düşünüyorsunuz fakat ikinci iletimde neyi anlatmaya çalıştığımı bir nebze de olsa dile getirmeye çalışmıştım, belki de yeterli değildi ya da sizler başka noktaya odaklandığınız için bunu fark edemediniz.
Ayrıca son iletinizde belirttiğiniz üzere, şu cümlenizle sizi anlamadığımı düşündüğünüz hususunu açığa çıkarmış oldunuz:
"Kayacı'nın farkında olduğu veya olmadan parmak bastığı sorun gerçekten bizim ülkemizin çok çok önemli bir sorunu."
İşte şimdi oldu, çünkü Kayacı, hiç de dediğiniz konuya parmak basmış olmak için değil, onunkisi amacına yönelik öylesine sıradan alelade bir söylemdi.
Ancak, ta en baştan "en saçma bir sözden bile çok güzel fikirler ortaya çıkabilir, bizler bunu şu şekilde ele alıp, bir gündem konusu oluşturabiliriz" diye , yaklaşımda bulunmuş olsaydınız; üzücü şeyler de yaşanmazdı bu forumda, üzülerek belirtmek isterim ki, son iletinizi geçen akşam okuma fırsatı buldum ne yazık ki... Hırsla kalkan zararla oturur diye bir söz vardır, ayrıca düzelmiş olduğunu görmek de bir o kadar sevindirdi; bilerek isteyerek hiç kimseyi zerre kadar incitmek istemediğim gibi , bunca zamandır sevgi ve saygı duyduğum sizlere karşı da asla bir saygısızlık söz konusu olmadı , olamazda..
Konuya farklı açılardan baktığımızı farkettiğim için, ayrıca üzücü durumlar da yaşanmasın diye, yorum yapmamayı yeğlemiştim, "ilgili haberleri eklemeye devam edeceğim" dememdeki sebep ise, tıpkı diğer konularda olduğu gibi, (örneğin "Aselsan" konusu) bu konuyu da baştan sona kadar hukuki boyutuyla takip edip buraya not düşmüş olmak içindi, yoksa işte "şu da dava açtı , bakın bakın bu da dava açmış" demiş olmak için değildir.
Bir de bu konuda yanlış anlaşılmamak adına, Prof. Dr. İnan ÖZER'in “MEDYANIN TOPLUMSAL DEĞİŞİME ETKİLERİ” üzerine bir seminer söyleşisini eklemek istiyorum. Siyasi yönüyle değil fakat konuya ilişkin ve "Toplum Bilimi" üzerine çok güzel bir söyleşi diyebilirim.
-
Re: Dağdaki çobanla Aysun Kayacı eşit olur mu hiç?
“MEDYANIN TOPLUMSAL DEĞİŞİME ETKİLERİ”
Prof. Dr. İnan ÖZER
Pamukkale Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dekanı
Sayın Genel Müdür, Sayın Rektörüm, Sayın Başkan, Değerli Konuklar, Değerli Basın Mensupları....
Hepinizi saygıyla selamlıyor ve hoşgeldiniz diyorum.
Konuşmama başlamadan önce “3 Mayıs Dünya Basın Özgürlüğü” gününüzü kutlamak istiyorum ve dördüncüsü düzenlenen yerel medya eğitim semineri toplantısında ben, temel kavramlar üzerinde durmak isti-yorum. Aslında kitle iletişimi, kitle kültürü, popüler kültür günümüzde çok sıklıkla ele alınan, tartışılan, üzerinde farklı açıklamalar, farklı değerlendirmeler yapılan kavramlar. Bu kavramları mesleğiniz gereği sizler tabii çok daha geniş, çok daha derinlemesine tartışıyor, izliyor, farklı yeni görüşler oluşturuyorsunuz. Ben daha çok bu kavramları, toplumsal değişim ile ilişkileri bağlamında ele almak istiyorum.
Kitle iletişimi, çağımızın yeni olgusudur. Günümüzde giderek sosyopolitik bir güç haline gelmiştir. Belirtilmesi gereken nokta; iletişimle, kitle iletişimi kavramları arasındaki farklılık. İletişim, insanlık tarihi kadar eski olan bir kavram. Buna karşın kitle iletişimi, ancak teknolojik gelişmeler ile çağımızın özellikle geliştirdiği, ortaya çıkardığı teknik araçlarla gerçekleştirilen bir olgu. Kitle iletişim olgusunu, yazılı basının gelişmesi ve okumanın bireyselleştirilmesi ile de başlatmak mümkün. Kitle iletişiminin ortaya çıkışının iki nedene bağlanarak açıklandığını görüyoruz literatürde. Bunlardan birincisi; toplumun genel olarak belirli bir teknolojik düzeye ulaşması, ikincisi ise; bu üretilen ürünü alabilecek geniş bir kitlenin varlığı. Doğal olarak hem teknolojik ürünlerin oluşması ya da teknolojinin gelişmesi ve de kitlenin, yani insanların daha kalabalık şekilde bir arada yaşar hale gelmeleri, toplumsal gelişmenin insanlık tarihi boyunca ileriye doğru gelişiminin, ancak belli bir evresinde, belli bir döneminde oluşmuştur. Şu şekilde de izah edebiliriz durumu. Kitle iletişimi, toplumsal değişim süreci içerisinde toplumsal yapının diğer kurumları ile birlikte etkileşen, onlarla birlikte karşılıklı bir süreç içerisinde etkileşerek, değişerek, hem onlar üzerinde etkilerde bulunan hem de onlardan etkilenen bir süreç içerisinde biçimlenmiştir. Biz sosyolojik olarak kitle iletişimini, toplumsal yapının üç temel niteliği ile ilişkilendirerek değerlendirebiliriz. Toplumsal yapının ya da yapı dediğimizde biz, birlikte yaşayan insanların aralarında kurdukları ilişkileri anlıyoruz. Toplumsal yapıyı, düzenlenmiş insan ilişkileri olarak tanımlıyoruz. Bu ilişkiler çerçevesinde, insanlar arasındaki ilişkileri düzenleyen kurumlar oluşuyor ve ortaya çıkıyor. Yani, mal ve hizmetlerin üretilmesinde ve bölüşülmesindeki ilişkileri düzenleyen kurumlar olarak ekonomik kurumlar oluşuyor. İnsanlar arasındaki ilişkilerin; yöneten ve yönetilenler arasındaki ilişkilerin düzenlenmesi sürecinde ya da bu gereksinmelerin karşılanması sürecinde, siyasal kurumlar oluşuyor, ortaya çıkıyor. Çocuğun yetiştirilmesi ve eğitilmesi, bireyin toplumsallaştırılması sürecinde aile kurumu oluşuyor ve ortaya çıkıyor. Keza, din kurumu ve eğitim kurumu. İşte iletişim, aslında bütün bu kurumların oluşmasında başlangıçtan beri insanlık tarihi kadar eski olan bir kavram olarak, bir olgu olarak çok ilkel bir toplulukta bile bireylerin birbirleriyle zorunlu olarak, belki kendi varlıklarını kendi sürekliliklerini sağlayabilmek için bir etkileşim ya da bir iletişim kurma çabalarının bir arayışı olarak ortaya çıkmıştır.
Toplumsal yapının niteliklerini üç düzeyde değerlendirebileceğimizi söylemiştim. Bunlardan birincisi, toplumsal etkileşim. Yani toplumsal yapıda yer alan, biraz önce belirttiğimiz her kurum; siyasal kurumlar, eğitim kurumu, aile ve din, birbirleriyle ilişki içerisinde olmak durumunda. Aralarında karşılıklı bir etkileşim olmak zorunda. İşte iletişimi biz, aslında bu kurumlar arasındaki ilişkinin kurulmasında ve güçlenmesinde iletişimin önemli bir işlevi olarak, toplumsal bir işlevi olarak görüyor ve değerlendiriyoruz. Ögeler arasındaki bu ilişki ve etkileşim, ister istemez ögelerin herhangi birinde meydana gelen bir değişmenin, diğer öğeye de erişmesi, etkilemesi, onu değiştirmesi ile sonuçlanmakta. Yine bu etkileşim içerisinde, iletişim kurumlarına ya da iletişim süreçlerine ya da araçlarına çok önemli bir takım işlevler yüklenilmekte.
Yine diğer bir niteliği olarak tanımladığımız toplumsal bütünlüğün gerçekleştirilmesinde de, iletişimin son derece önemli bir işlevi vardır. Çünkü toplumda yer alan kurumlar, yani ekonomik kurumlar ya da siyasal kurumlar ya da inanç ya da dinler ya da örf adet ve gelenekler. Bu alanlardaki kurumlar aynı zamanda değişmezler ya da aynı hızla değişimleri gerçekleşmez. Farklı hızla ve farklı zamanda gerçekleşen bu kurumlar arasında, bir bütünlüğün kurulması gerçekleşir. Eğer bütünlük kaybolursa, toplumsal yapıda çözülme denilen ya da gecikme denilen bir takım gerginlikler, bir takım sıkıntılar söz konusu olabilir. İşte iletişim, aynı zamanda bu ögeler arasındaki bütünlüğü de sağlayan, gerçekleştiren ve yapısal bütünlüğü koruyan bir süreç olarak ortaya çıkmakta. Biraz sonra, “kitle iletişiminin işlevleri nedir?” sorusuna yanıt ararken, bu bütünlüğü sağlama işlevinin tekrar üzerinde duracağız. Tabii doğal olarak gerek toplumsal etkileşim ya da toplumsal bütünlük başlangıçta olduğu gibi ya da verili olarak alınsa bile, bir toplum içerisinde sabit kalmıyor. Değişik nedenlerle zaman içerisinde sürekli bir değişimden geçiyor, farklı nedenlerle, farklı faktörlerden kaynaklanarak. İster istemez toplumsal değişme, bir önceki durumla, bir sonraki durum arasındaki farklılık olarak da tanımlansa, burada bu olguya değişme denilmesindeki temel neden, gelişme ya da ilerleme gibi kavramların öznellik ya da subjektiflik taşıması ve kişiden kişiye değişmesinden ötürüdür. Ama değişme; daha nesnel, daha tarafsız ve daha objektif bir kavram olarak bu farklılığı açıklayan bir olgu. Toplumsal değişim, toplumun bütün kurumlarını kapsamakta, fakat bu kapsam içerisinde, özellikle bir takım öğelerin bizim daha çok maddi ögeler dediğimiz teknolojik ögelerin daha hızlı ve daha çabuk değiştiğini görürüz. Ama bunun dışında kalan ögeler, örneğin, eğitim gibi, siyaset gibi, din ve hukuk gibi, örf, adet ve gelenekler gibi unsurların ise daha ağır ve daha yavaş değiştiği gözlenir. Kitle iletişimi ya da iletişim, bu alandaki toplumun üst yapı kurumları ya da manevi kültürün manevi ögeleri olarak tanımlanan ögelerdeki değişikliğin hızlanmasını artıran ya da onu yönlendiren, onu et-kileyen bir olgu olarak, bir araç olarak da önem kazanır.
Toplumsal değişimin, doğal olarak kaynaklarından biri de, tabii değişme, yalnızca toplumun iç kaynaklarından, iç dinamiklerinden gerçekleşerek oluşmuyor. Toplumu çevreleyen ya da toplumsal yapıyı çevreleyen farklı kültürler arasındaki ilişki ve etkileşimden de kaynaklanmakta. İşte bu noktada iletişim, bilgi akışı açısından farklı örneklerin, farklı düşüncelerin, farklı araç ve gereçlerin, farklı teknolojilerin topluma girmesinde ya da sızmasında bir araç olarak önemli bir işlev üstlenerek karşımıza çıkıyor. Tabii değişme, her toplumda aynı şekilde gerçekleşmiyor. Doğal olarak kitle iletişim araçları da, her toplumda değişimi aynı yönde, aynı hızla ve aynı biçimde etkilemiyorlar. Değişim süreci içerisindeki toplumlara baktığımızda, çok yakın tarihimizde bile, kimi toplumsal yapılarda, kimi siyasal yapılarda kitle iletişim araçlarının bazen egemen ideolojinin yansıması ya da iletilmesi işlevini üstlendiklerini, buna karşın, diğer toplumlarda ise egemen ideolojiye karşı belki daha farklı, özellikle özgürlük gibi, demokrasi gibi, insan hakları gibi temel değerler üzerinde, bunların taşıyıcısı ve bunların yayıcısı olarak oluştuğunu, ortaya çıktığını ve önem kazandığını görüyoruz.
Toplumların farklı özellikleri ve farklı yapılara sahip olmaları doğal olarak, toplumsal değişme sürecinin de farklı biçimlerde gerçekleşmesine yol açıyor. Bu konuda değişik değerlendirmeler var. İster istemez karşı karşıya geldiğiniz kültür ve özellikleri, sizin toplumsal yapınızın değişimini ya da onun alacağı biçim üzerinde önemli etkilerde bulunuyor. Bu şekilde karşı karşıya gelinen durumu ya da karşı karşıya gelinmiş iki kültürü; alıcı kültür ya da verici kültür şeklinde bir tanımlama ile açıklamaya çalışıyoruz. Yani diyelim Türk Kültürü, eğer kendisini çevreleyen ya da benzemeye çalıştığı Batı Kültürü ile karşı karşıya gelmiş bir durumda ise, Türk toplumu, alıcı kültür konumunda olmakta, buna karşılık Batı Kültürü, benzemek istediğimiz ya da dönüşmek istediğimiz kültür ise, verici kültür konumunda kalmakta. Ama hiç bir zaman bu kültürün karşısında olan Türk Kültürü ya da yalnızca bu Türk Kültürü, Batı Kültürünün karşısında değil. Diğer farklı kültürler de, Batı Kültürünün karşısında. Aynı şekilde, Batı Kültürü de çok homajen bir kültürdür. Kendi içerisinde çok farklı özellikleri, çok farklı değerleri, çok farklı teknolojik düzeyleri taşıyan bir kültür. O nedenle diyelim ki, İngiliz toplumunun içinde girdiğiniz ilişkiler veya Japon Kültürü ile karşı karşıya geldiğinizde içine gireceğiniz ilişkiler ya da Amerikan Kültürü ile karşıya karşıya geldiğimizde, bizim kültürümüzün alacağı etkilenmeler çok farklı şekillerde ortaya çıkacaktır. Çünkü o kültür, Batı Kültürü olarak değerlendirdiğimiz, tanımladığımız o kültür de, kendi içerisinde, örneğin; özümleyici kültür ya da toplayıcı kültür gibi farklı özellikler taşır. Bu özellikle, aslında o kültürün belki hiyerarşik yapılara önem vermesi, daha özgür ya da daha egaliter bir yapıya sahip olması şeklinde farklılaşır. Eğer siz daha eşitlikçi, daha özgürlükçü bir yapı ile karşı karşıya kalmışsanız, bundan alacağınız etkilenmeler sonucunda kendi yapınız da, kendi değişik kültürünüzdeki değişmeler de özgürlüğe, demokrasiye, insan haklarına dönük olacaktır. Ama karşı karşıya geldiğiniz kültürün nitelikleri, eğer baskıcıysa, eğer otoriterse, eğer hiyerarşik kurumlara ağırlık veriyorsa, eğer yapı bunlarla biçimlenmişse, ister istemez değişme durumunda kalan alıcı kültür de kendi yapısını bu noktalara bağlı kalarak değiştirmektedir. İşte bu farklılıklardan ötürü, zaman zaman hep sorduğumuz bir takım soruları sürekli olarak tekrar etmek durumunda kalıyoruz. Eğer bu kültürler arasındaki farklılıkları gözardı edersek, şu soruları sürekli olarak soruyoruz. Neden, bir takım toplumlar değişme süreçlerinde gerginliklere, çatışmalara, bölünmelere, iç savaşlara tanık oluyorlar da bir takım toplumlarda değişme daha sağlıklı, daha stabil, daha düzenli ve daha istikrarlı bir şekilde gerçekleşiyor. Neden, bir takım toplumlarda değişme sürecinde toplumsal katılım, siyasal katılım çok üst düzeyde gerçekleşiyor da, neden, bir takım toplumlarda toplumsal değişme yalnızca küçük bir azınlığın baskısı ile, denetimi ve kontrolü ile gerçekleşiyor. Neden, bir takım toplumlarda yine siyasal iktidarın meşruluğu hiç bir zaman tartışma konusu yapılmazken, bir kısım toplumlarda da siyasal iktidarın meşruluk sorunu sürekli olarak bir tartışma halinde kalmaktadır? Halk kitlelerinin katılımı ya da katılmaması, uzak durması, değişime tepki göstermesi ya da direnmesi; karşı karşıya gelinen kültürlerin hem alıcı kültür düzeyinde, hem verici kültür düzeyinde sahip oldukları farklılıklardan kaynaklanmaktadır. Tabii bir de toplumsal değişmenin nasıl gerçekleştiği konusundaki, toplumsal değişimi etkileyen faktörler de önemlidir. Bir toplumsal değişmenin değişkenlerini genelde, faktörler, zamanlama, sıralama, hız gibi değişik olgularla ilişkilendiriyoruz, ama, bunlar konumuzla çok doğrudan ilişkili olmadığı için üzerinde fazla durmak istemiyorum.
Konumuzla ilişkili olan bir başka kavram, kitle kültürü kavramı. Kitle kültürü kavramını aslında polüler kültür ve folk kültürü ile de ilişkilendirerek tanımlamak zorundayız. Biz, ortak yaşamın sonucunda oluşan ve ortaya çıkan gerek anlam değer ve kuralları, gerekse maddi ögelerin bir bütünü olarak tanımladığımız kültürün içerisinde bir takım alt kültür kavramları ile ya da olgularıyla ya da süreçleriyle karşılaşırız. İşte bunlardan bir farklı tanımlama da kitle kültürü olarak karşımıza çıkar. Kitle kültürü, sanayii üretiminin, kitlesel kurallara göre üretilen, kitlesel dağıtım teknikleriyle dağıtılan ve kitleye seslenen kültür olarak ortaya çıkmaktadır. Belki kitle kültürüne yöneltilen eleştirilere baktığımızda, biz, kitle kültürünün ne olduğunu, nasıl anlaşılması gerektiği konusunu daha net olarak görebileceğiz. Örneğin, kitle kültürü, seri üretimi ve standartlaşmayı gerektirir. Yani standartlaşma, doğal olarak bireyler arasındaki farklılıkları törpüleyen, onları daha homojen, daha birbirine benzer bir nitelik kazandırmaya dönük bir özellik olarak ortaya çıkar. Kitle kültürünün bir başka özelliği de, seri üretimden dolayı, ürettiği malı, ticari bir meta haline dönüştürmesidir. Burada tabii ister istemez, özgür girişimin boyutlarının sınırlandığını görürüz. Sanatçının, örneğin; “özgünlükten çok, var olanı tekrarlamak” gibi bir konumda kaldığını, ürünlerinde ortaya koyduğu çalışmalarında gözleriz.
Kitle kültürünün bir başka özelliği de ya da eleştirilen bir başka noktası da, düzeyinin düşüklüğünden söz edilmektedir. Aslında burada, kitle kültürünü üreten, yayan konumunda kalan, özellikle ulusal medya, sihirli bir sözcüğün arkasına saklanmaktadır. “Halkın beğenisi, halk bunu istiyor”, “Halkın beklentisi bu” şeklinde. Aslında burada kendi beğenisi ya da kendi yapmak istediklerini belki hiç bir araştırmaya, hiç bir toplumsal çalışmaya gerek duymadan, “halk istiyor, halk yapıyormuş” gibi vermeye, iletmeye, belki iletilmesini istedikleri ya da ortaya çıkmasını düşündükleri değerleri yaygınlaştırmaya, bunu sürekli kılmaya çalışır kitle kültürü. Bu bir anlamda, tabii, kültürel canlılığın, kültürel farklılıkların ortadan kalkmasına, kaybolmasına da yol açar. Kitle kültürü, doğal olarak uyutucu bir özelliğe sahiptir. İnsanlar, günlerinin önemli bir kısmını, görsel medyanın karşısında, televizyonun karşısında geçirerek, kendi yaratıcılıklarını, kendi zekalarını, kendi farklılıklarını açmak, geliştirmek için zaman ayırmazlar, yani bir anlamda zaman çalan, zaman öldüren bir etkisi vardır kitle kültürünün. Çalınan bir zaman sözkonusudur. Kitle kültürünün doğal olarak psikolojik olumsuz etkilerinden de söz edilmektedir. Örneğin, sürekli olarak, özellikle kimlik kazanma, yeni kimlik kazanma ya da özdeşim kurma sürecinde olan gençler, çocuklar, şiddetle ya da bir takım ahlaksızlıklarla karşı karşıya kalmakta ve bunlardan, kimliklerinin oluşması ve biçimlenmesi döneminde son derece olumsuz şekilde etkilenmektedirler. Tabii burada çıkış noktası, yalnızca, “efendim, işte anahtar sizin elinizde, onu değiştirirsiniz, onu izlemezsiniz, siz başka kanala geçin, bunu izleme durumunda değilsiniz” gibi bir başka kavramın ya da bir başka yanılsamanın arkasına saklanılmakta. Böylece iletişim teknolojilerinin gelişmesi, zevklerin çeşitlenmesine, farklı kültürel kimliklerin ortaya çıkmasına ve toplumda mozaik bir kültürün yaşanmasına, dolayısıyla, insanların seçme özgürlüğünün artmasına olanak tanıması gerekirken, belki bazen, bunların tam tersi işlevler de üstlenebilmekte. Kitle kültürü ile ilişkili bir diğer kavram da popüler kültürdür. Popüler kültür, başlangıçta bir azınlığa ait olan kültürün yaygınlaşarak, çoğunluğun kültürü haline dönüşmesidir. Buna örnek olarak da, özellikle matbaanın icadı ile yazılı kültürün önlenemez yükselişi göste-rilebilir. Popüler kültür aslında, kitle kültüründen daha kapsayıcıdır. Belki, daha özgürlükçüdür. Aslında yerel kültürlerin de önünü açan bir olgudur. Çünkü, kitle kültüründe daha baskıcı, daha tek yönlü bir belirleyicilik, bir hegomanik bir etkileme söz konusudur. Tabii, ama, folk kültürü de popüler kültürden farklı bir olgu. Kuşkusuz tam anlamıyla, popüler kültür olarak tanımlanamaz. Ancak, ondan etkilenmiştir, fakat aralarında belirli bir bağ vardır.
Değerli Konuklar...
Şimdi özellikle kitle iletişiminin üzerinde durmak istiyorum. Yani kitle iletişimini, önce tanımlamaya çalışalım. Kitle kültürü ve popüler kültür ya da toplumsal yapı ile değişimi olan ilişkilerini, çok genel olarak gözden geçirdikten sonra, her şeyden önce kitle ileşitimi; bilginin, düşüncenin ve tutumların daha geniş bir kitleye, daha teknik araç ve teknolojiler kullanılarak iletilmesi sürecidir. Tabii burada doğal olarak, iki önemli kavramla karşı karşıya kalıyoruz. Bunlardan birisi; bir araç, yani teknoloji, diğeri de kitle. Farklı açıdan, farklı bir tanımdan kitle iletişimi; iletilerin, yani mesajların, dolaylı, tek yönlü teknik bir araç sayesinde, dağınık bir izleyici seyirci kitlesine iletildiği bir süreç şeklinde tanımlanmakta. Yine bu tanımda da, kitlesel ve tek yönlülük kavramlarına dikkat çekmek istiyorum. Fakat her zaman için bir tek yönlülükten söz etmek mümkün değil. Çünkü ister sözlü basında, yani, radyo ile olsun; dinleyicisiyle, yayın kuruluşu arasında bir ilişki ya da gazete ile okuyucusu arasında bir ilişki, doğal olarak televizyonla da izleyicisi arasında bir ilişki ve bir etkileşim kurulabilir. Ama, burada vurgulanması gereken, bu etkileşimin aslında karşılıklı tek yönlü oluşunun sınırlarının biraz daha, özellikle, haberi ya da mesajı alan unsur, yani, insan tarafından genişletilmesi, çeşitlenmesi ve belki bir geri beslenme olarak tanımlayacağımız bir süreçte, medya kurum ve kuruluşlarında gerek haber iletme ya da haber hazırlama noktalarında bir takım ilkelere dikkat etmelerine önem vermektir.
“İletişimin toplumsal işlevleri nedir?” sorusuna yanıt arayarak, devam etmek istiyorum. Önemli bir iletişim bilimci Mc Brayten’in, “bir çok ses, tek bir dünya” isimli çalışmasında, iletişimin işlevlerini sekiz başlık altında topladığını görüyoruz. Tabii, bunlardan en önemlisi, habercilik işlevidir. Bu işlev, kitle iletişim araçlarının temel ve en bilinen işlevini oluşturmaktadır. Bireysel, toplumsal, ulusal ve uluslararası boyutta haber, veri, mesaj ve görüntü ve yorumların aktarılması, toplanması, depolanması, işlenmesi ve dağıtılması işlevi olarak ortaya çıkmaktadır. Habercilik işlevine, biz kendi medyamız açısından baktığımızda, aslında üzülerek söylemek gerekir ki, çok fazla önemsenmediğini ya da genel olarak programların oranlarını değerlendirdiğimizde, haberciliğin ne yazık ki, çok salt düzeyde kaldığını, üstelik haber programları adı altında belki magazinlerin artık haberleştirildiğini, haber saatlerinin magazin programları ile doldurulduğunu görüyoruz.
Kitle iteşiminin bir diğer işlevi, toplumsallaştırma işlevidir. Kitle iletişim araçlarının gelişmesi, aslında toplumsallaştırma işlevini aileden, okuldan, yakın arkadaş gruplarından ve çevreden alarak, kitle iletişim araçlarını bu konuda son derece önemli bir noktaya getirmiştir. Bu yüzden de, kitle iletişim araçlarının özellikle, kendi denetimlerini mutlak bir şekilde gerçekleştirmesi, bu önemli işlevi yerine getirirken, kendi kurdukları örgütleri aracılığı ile, (yukarıdan devlet tarafından kurulmuş örgütler aracılığı ile değil) kendi oluşturdukları dernekler ve örgütler aracılığı ile bu denetimi yapmaları gerekmekte.
Kitle iletişiminin bir başka işlevi de, motivasyon işlevi olarak tanımlanmakta. Toplumun amaçlarını ve ulaşacağı hedefleri izleyerek, kişisel tercih ve özlemleri canlı tutmak ve yüceltmek olarak ortaya çıkmaktadır.
Yine bir başka işlevi, tartışma ve diyalog kurma işlevidir. Toplumdaki farklı görüşler, farklı düşünceler, farklı ideolojiler arasında tartışmaların, etkileşimin kurulması, yine, medya aracılığı ile sağlanabilir. Bunun örneklerini, gerçekleştirilen programlarda sık sık görüyoruz. Fakat aslında bu noktada, belki medyanın dördüncü bir güç olarak oluşması ve ortaya çıkması da işlevle ilişkili. O nedenle, bunu da, son derece sorumlu ve dikkatli bir şekilde gerçekleştirmesi gerekiyor.
Bir başka işlevi iletişimin, eğitimdir. Aslında, eğitim görevini beklemek, belki, haksızlık olabilir, ama en azından resmi eğitim kurumlarına farklı alternatifler geliştirmesi bakımından önemli bir işlev olarak ortaya çıkar. Yine, bir toplumun sanatsal ve kültürel değerlerinin oluşmasında, güçlenmesinde, yaygınlaşmasında ve zenginleştirilmesinde çok önemli katkılar sağlayabilecek bir konumdadır medya. Fakat, kendi toplumumuzdaki uygulamalarına baktığımızda ne yazık ki, nitelikli sanat programlarının hep geç saatlere ayrıldığını ya da gazetelerin spor sayfalarından bile daha az düzeyde yer verildiğini gözlüyoruz.
Bir başka işlevi, bizim medyamız tarafından hiç yerine getirilmeyen bir işlev. Eğlence işlevi. Bu da belki, insanları, bir anlamda bireyi rahatlatma işlevi görmekte. Ben, medyamızın bu işlevi yeterince yerine getirmediğini düşünüyorum. Çünkü, yeteri kadar haberler ya da kültür ya da sanat, herşey eğlenceye dönüştürülmüş durumda.
Aslında değinilen bütün bu işlevlerin birbirleriyle bağlantıları vardır. Bunlardan biri ya da diğeri çok fazla ön plana çıkarsa, belki, bu işlevler arasında bir dağınıklık, bir bozulma, bir aksaklık söz konusu olabilir. Birbirleri üzerindeki etkilerini düşünerek, birlerleriyle, her birine ayrı ayrı önem vererek, bu işlevlerinin medya tarafından gerçekleştirilmesi, grup ve toplumlar için yaşamsal öneme sahip bir ihtiyaçtır. İletişimin işlevleri arasında, ekonomik işlevine de değinmek gerekir. Günümüzde oldukça önemli bir işlev. Özellikle, mal ve hizmetlerin tanıtımı, reklamının yapılması boyutunda, ekonomik boyut önem kazanmakta. Tabii, ekonomik boyutun etkisi, giderek sermayenin, büyük sermayenin bu alanda tekelleşmeye başlaması gibi bir tehlikeyi de ortaya çıkartıyor. Bunun da çok olumsuz sonuçlarını kısa sürede yaşayabiliriz ya da bir takım olumsuzlukları da gözlüyoruz.
İletişim işlevleri dikkate alındığında, aslında iyi ya da kötü gibi yargılara varmak yanıltıcı olabilir. Yapılan araştırmalar, özellikle, Amerika’da, kitle iletişiminin toplum üzerindeki etkileri, değişik düzeylerde araştırılmakta. Kimi araştırmalar çok belirleyici, çok net, açık bir etkisi olmadığını ortaya koymakta. Bir takım araştırmalar da yalnızca bazı alanlarda, belirli alanlarda, bu etkilenmelerin olduğunu göstermekte. Bizde, kitlenin topluma etkileri, ne yazık ki, çok küçük araştırmalar olarak kalmakta ve belki üniversitelerde, lisans tezi ya da doktora tezi düzeyinde ya da araştırmacı gazetecilik çerçevesi içerisinde yapılmakta ya da bir takım araştırmalar, sanki etki yaratıyormuş gibi ortaya sunulmak istenmekte. İşte en fazla izlenen program ya da en çok dinlenen haber programı ya da en çok izlenen haber spikeri gibi... Bunların, etkilenmeyle, toplumda yarattığı etkilerle doğrudan bir ilişkisi olmadığını belirtmek gerekir. İletişimin, kitle iletişiminin toplumda bir güç oluşturması, bu gücün sınırsız olarak kullanımını haklı çıkarmaz. İletişim alanındaki tehlikeleri ve bozulmaları düzeltmek, en azından daha önce belirttiğim gibi, medyanın, kitle iletişim kurumlarının kendi aralarındaki örgütlenmeleri ile olanaklı. Endüstri toplumunun geçmişteki aşamalarından farklı olarak, biz, medya alanındaki yeni teknolojileri çok çabuk ve çok hızla benimsiyoruz. Yani farklı alanlardaki teknolojilere ulaşmamız bu kadar hızlı ve bu kadar çabuk olmadı. Yani, bu alanda nerdeyse gelişmiş ve sanayileşmiş toplumların içerisinde yer alabilecek bir kapasiteye ulaşmış durumdayız. Ama, burada gerçekten birinci sınıf bir toplum görünümündeyiz. Ama, bunların kullanımına baktığımızda, bu kullanımın ya da bundan çıkartılan sonuçların ya da etkilerin, üzülerek belirtmek gerekir ki, aynı düzeyde, aynı kalitede olmadığını saptıyoruz. Türkiye, oldukça kısa sayılabilecek aralıklarla, medya teknolojisi alanındaki gelişmelere sahip olmakta, kullanmakta. Fakat bunun kullanımında ki olumsuzluklar bugün ya da daha sonraki konuşmalarda tartışılacak, ele alınacak. Ben, onlar üzerinde herhangi bir değerlendirme de yapmak istemiyorum. Ama, Türkiye’nin bu alanda da, en azından medyanın toplumsal işlevinin artırılması ve sahip olduğu düzeye ulaşması bakımından, medya ve basın görevlilerine son derece önemli bir yük düşüyor. Aslında belki, bu yük onların omuzlarında değil, onlarla birlikte toplumun bütün kesimleri bu görevi, bu yükü paylaşmak durumunda.
Ben, konuşmamı burada noktalıyorum ve diğer toplantılarda, diğer konuşmalarda eminim benim çerçevesini çizdiğim konular, daha derinlemesine, daha geniş olarak ele alınacak ve tartışılacak.
Hepinize saygılar sunuyorum.
SEMİNER KONUŞMALARI' ından
-
Re: Dağdaki çobanla Aysun Kayacı eşit olur mu hiç?
Bu konuya yorum yazan arkadaşların bir kısmı Aysun Kayacı'yı ben ve benim gibi yazanlara göre farklı açıdan değerlendirmiş. Bence Aysun Kayacı görmekte olduğu eğitimle düşünceleri gelişmekte olan bir genç ama düşüncelerini kelimelere dökme konusunda son derece başlarısız.
Bu konuşmada bence Aysun Kayacının kim olduğundan çok ne söylemeye çalıştığı önemli. Ben programı canlı izledim ve orada yapılan konuşma ve savunulan düşüncelere dayanarak, Aysun Kayacı: "Oyu, para ile satın alınabilen gelir ve eğitim seviyesi yetersiz vatandaşlarımızla, benim oyum aynı ve böyle bir farklılıktaki kitleden çıkan sonuçta demokratik kabul ediliyor. Hükümet meydanlarda demokrasi dersi verdik diyeceğine bu ülkenin insanlarını aynı seviyedeki imkanlara getirmeli ve -herkes yiyecek ekmeğinden ve canından emin bir şekilde- kendi görüş ve düşünceleri ile oy kullanmalı, ve o zaman hükümetimiz Türkiyede gerçek bir demokrasi ortamı oluşturduk demeli." anlamında bir cümle kurmak istedi diye algılıyorum. Ve demokrasi adına buda gerçekci ve doğru bir söylem.
-
Re: Dağdaki çobanla Aysun Kayacı eşit olur mu hiç?
Kayacı fikirleri (imişş) Aziz Nesin'leştirildi ya, bundan sonra kemikleri hiiçç sızlamayacak artık.
Haydi ona da yanıt niteliğinde bir haber ekleyelim bakalım:
Çoluk çocuk aç sefil, ‘Fethullah versin’ diyorlar!
Aziz Nesin’in büyük oğlu Prof. Ali Nesin, türbanın serbest bırakılması için bir bildiriye imza atınca Nesin Vakfı’na yapılan yardımlar bıçak gibi kesildi. Yakın dostlarına mektup yazıp çocuklar için yardım isteyen Ali Nesin, “Türban demecim yüzünden Ne i...’liğim kaldı ne alçaklığım” dedi
Türk edebiyatının ve fikir dünyasının en önemli isimlerinden Aziz Nesin’in oğlu Prof. Dr. Ali Nesin, geçtiğimiz aylarda hükümetin ve MHP’nin türbanın üniversitelerde serbest bırakılması girişimine destek veren bir bildiriye imza atınca şimşekleri üzerine çekti. Bildiride, “Üniversitelerin düşünce, ifade, din ve inanç ile eğitim ve öğretim gibi en temel insan hakları karşısında yasakçı değil, özgürlükçü bir tavır alması gereken kurumlar olduğunu düşünüyoruz” ifadesi yer alıyordu.
Çocukların suçu ne?
Ancak Ali Nesin’in türban serbestisinden yana olmasının faturası Aziz Nesin Vakfı çatısı altında yaşayan 46 çocuğa da kesilince Şubat ayında VATAN’a konuşan Prof. Dr. Nesin “Sanki ortada bir suç varmış gibi, varsa da çocuklarımızın bunda bir suçu varmış gibi Nesin Vakfı’na bağışlarını kesenler oldu. Aziz Nesin’i Sivas’ta yakanlarla ittifak kurduğumu, bu imzadan mutlaka bir çıkarımın olduğunu ileri sürenler bile oldu” demişti.
Aradan geçen 2 ayın sonunda Nesin’e tepki çığ gibi büyüdü. Bazı bağışçıların desteğini kesmesi üzerine Vakıf 12 bin YTL bağıştan oldu. Çocukların ihtiyaçlarının giderilebilmesi için yakın dostlarına mektup gönderip yardım isteyen Nesin şunları yazdı; “Türban demecim yüzünden son 2 aydır duymadığım hakaret kalmadı.”
’Başka kapıya’
“Geçenlerde Matematik Köyü için ‘dostlara’ bir mektup yollayıp destek vermelerini rica ettim, ‘Allah versin’, ‘başka kapıya’, ‘Fethullah’tan iste’ gibi yanıtlar aldım.”
Ülke çıldırmış
“Ne alçaklığım kaldı ne i...’liğim. Bir internet sitesinde ‘İ... Ali Nesin’ duyurusu yapılıyor! Vakfa bağışlar çok azalınca bir iki dosta taahhütname imzalatmaları için rica ettim, kimseye imzalatamamışlar. Ülke çıldırmış durumda. Çoluk çocuk aç sefil kalmış, kimsenin umrunda değil. Nesin Vakfı’nın bağış toplama politikasına esastan değişiklik yapmak lazım. Yoksa zor günler bizi bekliyor...”
Yaptıkları bağışları geri aldılar
Mektubun ardından aradığımız Ali Nesin, bu hakaretlerin yanı sıra yaptıkları yardımı geri isteyenlerin bile olduğunu söyledi: “Bazıları bağışlarını geri istedi. Verdim. Kendi hesabımdan verdim. Vakıf hesaplarından yollayamazdım, yasal olmazdı. Ama sanki pis bir şey yemişim gibi bir duygu kapladı içimi, iğrendim, ağzımı yıkamak, dişlerimi fırçalamak istedim. Bu kişilerin parasının Vakıf’a girmesini istemezdim. Bileydim... Babam, bir gün Vakıf çocuklarının savurganlığına kızıp, ’Bu vakfa bir kuruş haram para girmemiştir’diye bağırmıştı. Çok etkilenmiştim bu sözden. Hâlâ daha gözlerim yaşarır babamın bu sözleri aklıma geldikçe. Ben de aynı gururu yaşamak ve yaşatmak isterdim. Maalesef bu hakkım elimden alındı.”
Günde 600 mesaj geldi
“Türban demecimden hemen sonra günde 600 kadar mesaj geldi bir iki hafta boyunca. Bu mesajların yüzde 70’i aleyhimeydi. Bir çoğu hakaret içeriyordu. Bir iki istisna dışında hepsine son derece sakin, aklı başında, sanki hakaretlerini duymamış gibi mesajlar yazdım. Günler boyunca bilgisayar başından kalkmadım. Belime, boynuma ağrılar girdi... Gene bir ikisi dışında hemen hemen hepsinden makul mesajlar aldım. Konuşunca insanlar daha makul oluyorlar. Beni boğazlamaya hazır insanlara insan sıcaklığını hissettirmek önemli, değişiveriyorlar birden. Sadece ” başka kapıya“ yazana ağır bir cevap verdim dayanamayıp.”
46 ÇOCUK KALIYOR
1973’te Aziz Nesin tarafından kurulan Nesin Vakfı’nda 46 çocuk ve genç barınıyor ve eğitimlerini sürdürüyor. Vakıfta resim ve heykel atölyeleri, havuz, spor sahaları, ziraat etkinliklerinin yanı sıra çocuklara yaz tatilleri, hatta yurtdışı seyahat imkanları da sunuluyor.
Vatan
-
Re: Dağdaki çobanla Aysun Kayacı eşit olur mu hiç?
Eşitlik anlayışına hayran kalmamak elde değil.Gerçi televizyon kültürümüzün ne derecede olduğunu gösteren bir olay olduğunu düşünüyorum.Sayın Kayacı'nın kullandığı cümlelere benzerlerini de görmüş olduğum için şaşırmadım.:)
-
Re: Dağdaki çobanla Aysun Kayacı eşit olur mu hiç?
dağdaki çoban, podyumdaki kayacı ;) ;) der iken kürsüdeki profesör de akla gelmiş iken ;)
memleketin birinden bir masal ekleyeyim, üstelik la fontaine'nin yazamadığı masalı....
bir varmış bir yokmuş,
Hayvanlar, kendi aralarında, en zeki hayvan yarışması düzenlemişlerdi. Her hayvan, kendini hayvanların en zekisi sandığından, bu yarışmayı kazanacağını sanıyordu. Ama hepsi de yarışmanın birinciliğine iki güçlü aday olduğunu bilmekteydi; bu adaylardan biri tilki, biri de sansardı. Kurnazlıkta, zekada, bu ikisine üstün başka hiçbir hayvan yoktu. Bu yarışmayı ya biri, ya öbürü kazanacaktı.
En zeki hayvan yarışmasının yapılacağı gün yaklaştıkça, yarışma birinciliğine iki güçlü aday olan sansarla tilki arasında korkunç bir rekabet başlamıştı. Bu iki zeki hayvan birbirlerine düşman olmuşlardı. Sansar tilkinin, tilki de sansarın kazanmaması için, elinden geleni yapıyordu.
Sansar,
- Tek tilki kazanmasın da, zarar yok, ben de kazanmamaya razıyım... diyordu.
Tilki de,
- Tek sansar kazanmasın da, kim kazanırsa kazansın... diyordu.
Durum bu denli düşmanlığa varınca, sansarla tilki, en zeki hayvan yarışmasının birinciliği için başka bir aday aramaya başladılar. Öyle bir hayvan bulmalıydılar ki, zeka konusunda kendileriyle yarışa çıkamasın, onlara bir zararı olmasın, yani hayvanların en aptalı olsun. Araya araya buldular bu hayvanı: Öküz...
Bir sabah sansar, yemyeşil bir çayırlıkta otlamakta olan öküzün yanına gidip,
- Merhaba öküz kardeş, diye söze başladıktan sonra, öküzün zekasını övmeye başladı.
Öküz büyük bir alçakgönüllülükle gülümseyerek,
- Benimle alay mı ediyorsun sansar kardeş? dedi.
Sansar,
- Ne diye alay edecekmişim, dedi, hayvanların en zekisiyle alay etmek haddime mi kalmış...
Sansar, öküzü hayvanların en zekisi olduğuna inandırmak için diller döktü. Bununla da yetinmeyip öbür hayvanları da, öküzün en zeki hayvan olduğuna inandırmaya çalıştı. Sansardan sonra çayırda otlayan öküzün yanına tilki gitti. Kendisine bön bön bakan öküze,
- Ah öküz kardeş, dedi, gözlerinden zeka kıvılcımları çıkıyor. Öküz,
- Ben her ne kadar öküzsem de sandığın kadar da öküz değilim, kendimi bilirim, dedi.
Tilki,
- İnan olsun öküz kardeş, dedi, senin o zeka kıvılcımları çakan pırıl pırıl gözlerine bakarken, ipnotize olup kendimden geçiyorum. En zeki hayvan yarışmasının rakipsiz tek adayı sensin.
Tilki, öküzün zekasını tanıtmak için, can düşmanı sansardan daha büyük bir reklam kampanyasına girişti.
Hayvanlar, öküzün zeki olmadığını, yarışmayı kesinlikle kazanamayacağını elbet biliyorlardı. Ama sansarla tilkinin, kendilerinden baskın çıkıp en zeki hayvan seçilmemesi için, öküzün zeki olduğu yalanına inanmadıkları halde inanmış göründüler. Birbirlerine öküzün ne büyük zekası olduğunu ballandıra ballandıra anlatmaya başladılar.
- Aman zürafa kardeş, bizim öküz yok mu, ben onun kadar zeki hayvan görmedim...
- Hiç bilmez olur muyum, devekuşu kardeş, öküz benden bile zekidir. Sen ne dersin leylek kardeş?
- En zeki hayvan yarışmasında ben oyumu, gözümü kırpmadan öküze vereceğim. Dağlar, taşlar, ormanlar, çöller, kayalar, dereler, hayvanların öküz övgüleriyle yankılanıyordu:
- Hayvanların en zekisi öküzdüüüür!
- Öküzden daha zeki hayvan yoktuuuur!
- Bizim en zekimiz öküüüüz!
Bütün hayvanların bu yoğun propagandası karşısında öküz de yavaş yavaş, gerçekten hayvanların en zekisi olduğuna inanmaya başlamıştı. Kendi kendine şöyle diyordu:
- Çakal, sansar, tilki, bütün hayvanlar söylüyor, hayvanların en zekisi benmişim. Hepsi de aldanmıyor ya, öyleyse dedikleri doğru...
Yarışma günü geldi. Bütün hayvanlar, öküzün hayvanların en zekisi olduğunda anlaştılar. Böylece öküzün hayvanlar toplumundaki yeri, işi, görevi, düzeyi, yükselmiş oldu. Öküz artık kasıla kasıla yürüyor, şişine şişine böğürüyor, yayıla yayıla kuyruk altından mayıs bırakıyordu.
Gel zaman, git zaman... Hayvanlar arasında, çiftesi en pek hayvan yarışması yapılacaktı. Hiç kuşkusuz, çiftesi en pek hayvan, ya at yada katırdı.
Eşek de,
- Benim de çiftem güçlüdür! diye araya giriyorduysa da, katırla atın çiftesi yanında eşeğin çiftesinin adı bile geçmezdi.
Katır atın, at da katırın çiftesi en güçlü hayvan diye seçileceğinden korkuyordu. Bu iki hayvan arasında tarih boyunca süren kanlı bir çifte atma rekabeti vardı. Bu iki can düşmanı, yarışma günü yaklaştıkça birbirlerine atıp tutmaya başladılar. At şöyle diyordu:
- Hıh, katırın çiftesi de çifte mi sanki... Öküz bile ondan daha sert çifte atar. Babası eşek olan bir hayvanın çiftesinden ne çıkar..
Katır da şöyle demekteydi:
- Atın çiftesiyle sinek bile ezilmez. Öküzün çiftesi bile atınkinden daha güçlüdür.
At derede su içmekte olan öküzün yanına gidip ona şöyle dedi:
- Ey sayın öküz, sen dünyanın yalnız en zeki değil,hem de çiftesi en güçlü hayvanısın!
Art sol ayağıyla bastıgı taze fışkıdan fos diye bir ses çıkaran öküz,
- Aman at kardeş, dedi, sen varken benim çiftemin lafı mı olur.
At üsteledi:
- Yoo, sayın öküz, sen bir çifteyle katırı devirirsin. Boşuna alçakgönüllülük gösterme.
At gitti, arkasından katır, öküzün yanına geldi,
- Dünyanın çiftesi en güçlü hayvanı sayın öküze saygılarımı sunarım, dedi.
Öküz, bu sözlere önce inanmak istemedi, ama katır,
- Benim çifte de, atın çiftesi de seninkinin yanında hiç kalır.. deyince,
- Ben onlardan daha iyi bilecek değilim ya... diyerek,
çiftesinin pekliğine inanmaya başladı.
Her hayvan kendini çiftesi en güçlü hayvan sanıyordu. Horoz bile, mahmuzuyla çifte atabileceğini sanmaktaydı. İşte bu yüzden bütün hayvanlar, çiftesi zayıf bir hayvanın çiftesi en pek hayvan olarak seçilmesini istemekteydi.
Yarışma günü geldi. Bütün hayvanlar, öküzün çiftesi en güçlü olduğunda birlik gösterdiler.. Böylece en zeki hayvan olan öküzün çiftesi en güçlü hayvan olarak da hayvanlar toplumundaki yeri, işi, görevi, düzeyi daha da yükseldi.
Gel zaman, git zaman... Hayvanlar arasında hızlı koşma yarışı yapılacaktı. Her hayvan, hatta kaplumbağa bile, kendisini en hızlı koşan hayvan sanmaktaydı. Ama yine her hayvan içinden, en hızlı koşan hayvanın ya tavşan yada tazı olduğunu biliyordu. Hepsinin içinde de, her zaman, her yerde olduğu gibi, en güçlüye, en başarılıya düşmanlık, kıskançlık, çekemezlik duyguları vardı. Onun için, en hızlı koştuklarını bildikleri halde, tavşanla tazının yarışmayı kazanmasını istemiyorlardı.
Hızlı koşmada en amansız rakip olan tavşanla tazı, yarışma günü yaklaştıkça birbirlerine can düşmanı olmuşlardı. Tazı,
- Ben birinci olmayacaksam, öküz olsun daha iyi... diyordu.
Tavşan da aynı düşüncede olduğundan öküze gidip,
- Sen yalnız en zekimiz, en çiftesi güçlümüz değil, hem de bizim en hızlı koşanımızsın sayın öküz, dedi. Öküz, tavşana,
- Tazı da senin gibi düşünüyor... dedi.
Yarışma günü gelip çattı. Bütün hayvanlar koşmaya başladılar. Hızlı koşabilenler, rakipleri birinci olmasın diye birbirlerini çelmelediklerinden, önleyip engellediklerinden düşüp devriliyorlardı. Hepsi de, içlerinde en yavaş koşan öküzün birinci gelmesini istiyorlardı, ona yol veriyorlardı. Bunun sonunda öküz birinci oldu.
En zeki, en çiftesi pek, en hızlı koşan hayvan seçildiğinden, öküzün hayvanlar toplumundaki yeri, düzeyi, işi, görevi daha da yükselmişti. Öküzün burnu büyümüştü, yanına varılmıyordu artık.
Gel zaman, git zaman... En yakışıklı hayvan seçimi yapılacaktı. Bütün hayvanlar kendilerini en yakışıklı sanmaktaydı. Ama hepsi de en güzel hayvanın dağ keçisiyle geyik olduğunu da biliyorlar, bu iki güzel hayvanı kıskanıyorlardı. Tek onlar birinci seçilmesin de, isterse öküz en yakışıklı, en güzel hayvan seçilsin...
Geyikle, dağ keçisine gelince, bu iki rakip birbirlerinin aleyhine propagandaya girmişlerdi. İkisi de birbirlerinin çok çirkin olduğunu yayıp duruyordu. Dağ keçisi geyik, geyik de dağ keçisi için,
- Öküz bile ondan yakışıklıdır... diyordu.
Öbür hayvanlar da, yalan olduğunu bildikleri halde öküzün en yakışıklıları olduğuna inanmış görünmeye başlamışlardı. Seçim günü geldi. Bütün hayvanlar oylarını öküze verdiler. Böylece öküz en yakışıklı, en güzel hayvan seçildi. Bu seçimden hayvanların en güzeli, en yakışıklısı olan geyikle dağ keçisi bile memnundu.
Gel zaman, git zaman... Hayvanlar arasında en yırtıcı olanı seçilecekti. İki aday vardı, biri kurt, biri de kuş... Kuş deyince serçe kuşu değil, kartal. Kurtla kartaldan daha yırtıcı hayvan yoktu. Ama yine.de bütün hayvanlar, bu gerçeği bildikleri halde, kendilerinin en yırtıcı olduğunu sanıyorlardı.
Kartal, yatıp geviş getirmekte olan öküzün yanına gitti:
- Sayın öküz, dedi, akılsız kurt, kendisini senden daha yırtıcı sanıyor. Öküz,
- Ben hiç yırtıcı değilimdir, dedi, çünkü ot yerim.
- Yooo, hiç alçakgönüllülük göstermeyin boşuna... Siz kurda göre çok daha yırtıcısınız.
Az sonra da yanına gelen kurt, öküze,
- Dünyanın en yırtıcı hayvanını selamlarım... dedi.
Öküz,
- Yanılıyorsun kurt kardeş, dedi, evet ben en zeki hayvanım. Evet, en çiftesi pek hayvan benim. Evet, en hızlı koşan hayvan benim. En yakışıklı hayvan da benim. Ama en yırtıcı değilim. Sen benden çok daha yırtıcısın.
- Hayır, hayır... İstersen sen benden üstün olabilirsin yırtıcılıkta...
Seçim günü gelip çattı. Öküz, hayvanların oybirliğiyle en yırtıcı hayvan seçildi. Bu birincilikten sonra, hayvanlar toplumundaki yeri, işi, düzeyi daha da yükseldi.
Gel zaman, git zaman... Hayvanların en düşünür olanı seçilecekti. Elbette bu yarışmada en güçlü iki aday kazla hindiydi. Her zaman olduğu gibi, bu iki güçlü aday birbirlerine düşünce, yine öküz en düşünür hayvan seçildi.
Gel zaman, git zaman... En koruyucu hayvan seçimi yapılacaktı. Elbette hak, çoban köpeğiyle kurt köpeğinden birinindi. Ama en koruyucu hayvan seçiminde çoban köpeğiyle kurt köpeği bile oylarını öküze vermişlerdi. Öküzün,
- Ben kendimi bile koruyamam... demesi, seçilmesini önlemedi. Ama seçimden sonra, öküz de kendisinin en koruyucu hayvan olduğuna inanıp böğürerek, köpek taklidi yapıp havlamaya çalıştı.
Gel zaman, git zaman... En büyük hayvan seçimi yapılacaktı. Ya fil, ya deve kazanacaktı yarışmayı. Ama karınca bile kendini hayvanların en büyüğü sandığından, fille deveyi büyüklükte çekemiyor, başka bir hayvanın birinci olmasını istiyordu. Fille deveye gelince, onlar da birbirlerine düşmüşlerdi. Seçim yapıldı. Çok demokratik bir seçim olmuştu. Öküz, seçimi kazanmış, hayvanların en büyüğü seçilmişti.
Artık böbürlenmesinden, öküzün yanına varılamıyordu.
Gel zaman, git zaman... En sütlü hayvan yarışması yapılacaktı. Yarışmayı, ya ineğin ya mandanın kazanacağı biliniyordu Ama gelgelelim, memeleri olmayan, bütün yaşamında bir damla süt bile görmemiş olan tavuklar bile, kendilerini en sütlü hayvan sanıyorlar, bu yüzden de mandayla ineği kıskanıyorlardı. Aralarındaki rekabet yüzünden birbirlerine düşmüş olan mandayla inekse, tek rakibi birinci olmasın diye, öküzün en sütlü hayvan olduğunu söylüyorlardı. Manda, öküzün yanına gidip, ona en sütlü hayvan olduğunu söyleyince, öküz,
- Siz beni kızkardeşim inekle karıştırdınız galiba, dedi, ben hiç süt vermedim şimdiye dek... Memelerim de yok. Manda,
- Maşallah siz o kadar sütlü bir hayvansınız ki, dedi, süt vermek için memeye bile ihtiyaç yok.
Arkadan inek, öküzün yanına geldi. Ağabeyine en sütlü hayvan olduğunu söyledi. Öküz,
- Yahu, memem bile yok ki, süt vereyim... dedi. Öküz böyle söylerken, biyandan da işiyordu. Bunu gören inek,
- İşte, işte bak ne güzel de süt veriyorsun! diye bağırdı. Öküz,
- Ne sütü yahu, işiyorum... dedi. İnek de ona,
- Demek sen şimdiye dek hep süt işiyormuşsun da haberin bile yokmuş... dedi.
Bütün hayvanlar, başta en sütlü hayvan olan mandayla inek, öküzün en sütlü hayvan olduğunu yaymaya başladılar. Dağ-taş onların yaydıkları reklamla inledi.
- En yağlı süt, öküz sütü!
- Sütlerin en temizi öküzün sütüdür.
- Öküz öyle sütlüdür ki, süt işer!
Bu yoğun reklamlarla artık öküz de sidiğinin süt olduğuna, sanrı renkli süt işediğine inanmıştı.
Seçim zamanı geldi. Bütün hayvanlar, en başta da inekle manda, oylarını öküze verdiler. Böylece öküz, en sütlü hayvan seçildi.
Gel zaman, git zaman... Hayvanlara yeni bir başkan seçilecekti. Oldum bittim hayvanların başkanı elbet aslandı. Yine bir aslanın başkan seçileceğine hiç kuşku yoktu. Ama ne var ki, kaplan da başkanlığa adaylığını koymuştu. Kaplan,
- Ya o, ya ben!... diyordu.
Kaplan böyle diyordu ama, aslanın yine başkan seçileceğinden korkuyordu. Bunun üzerine "Ya o, ya ben!" diyen kaplan,
- Ne o, ne ben! demeye başladı.
Aslan da, kaplanın başkanlığa adaylığından sonra başkan olmaktan umutsıızluğa kapılmaya başlamıştı. Ya kaplanı başkan seçerlerse... Tek kaplan seçilmesin diye, aslan da,
- Ne o, ne ben! demeye başladı.
Bütün hayvanlar, hak etmediklerini, layık olmadıklarını bile bile hayvanların başkanı olmak istiyorlardı. Her başarılı, her güçlü kıskanıldığından, onlar da aslanla kaplanı çekemiyor, kıskanıyorlardı. İşte böyle böyle hayvanların başkanlığına öküz aday gösterildi. Çünkü hayvanlar, inanmadan öküzü en zekileri seçmişler, ama sonra sonra inanmaya başlamışlardı. Öküzü, yalan olduğunu bile bile, en sütlü hayvan, en güzel hayvan seçmişler, sonradan bu seçim resmileşince kendi yalanlarına inanmaya başlamışlardı. E böyle olunca, en zeki, en çiftesi pek, en hızlı koşan, en yakışıklı, en yırtıcı, en düşünür, en iyi koruyan, en büyük, en çok süt veren hayvan olan öküz, neden hayvanların başkanı olmasındı? Bu denli çok üstünlük ne aslanda vardı, ne de kaplanda... Kaldı ki, rakibi kaplan seçilmesin diye, tarih boyunca hayvanların başkanı olan aslan bile, öküzün başkanlığa kendisinden daha layık olduğunu söylüyordu. Yeni başkan adayı kaplansa,
- Başkanlık öküzün hakkıdır! diyor da başka bişey demiyordu.
Öbür hayvanlara gelince, nasıl olsa kendileri başkan olamayacaklarına göre, onlara en az zararı olan, hiç de rakip saymadıkları öküzün başkan olmasını istiyorlardı. İşte böylece seçim zamanı gelince, bütün hayvanların oybirliğiyle öküz başkan seçildi. Başkan öküz, kendini gerçekten başkan sanarak başkan gibi davranmaya başlayınca, hayvanlar da bu davranışı karşısında onu gerçekten başkan sanmaya başladılar.
Hayvanların tarihini yazan gergedan, çağını yazdığı tarih kitabına bu olayı şöyle yazdı:
"Atla katır tepişir, olan eşeğe olur. Öyle zaman gelir, güçlüler birbirine girer, arada öküz bile başkan olur."
AZİZ NESİN
-
Re: Dağdaki çobanla Aysun Kayacı eşit olur mu hiç?
Star yazarı Hasan Kaçan: Benim oyum Özkök'le bir olur mu?
Plazadaki Ertuğrul Bey’le benim oyum eşit olamaz
Aysun Kayacı vallaha da haklı billaha da haklı... Hani ‘Dağdaki çobanla benim oyum eşit olamaz!’ demişti ya...
Düşündüm de, kızcağız doğru söylüyormuş canııım...
Mesela, ben bir mizahçıyım, bir karikatürcüyüm...
Patates burunlu adamlar falan çizerim, ‘makara’ yazılar yazarım...
Alt tarafı bir çizer parçasıyım...
Ne yani, şimdi benim oyum plazadaki Ertuğrul Bey’in oyuyla eşit mi olacak?..
Bi kere ben kimim o kim?..
Haddimi bilmem lazım...
Koskoca bir yayın yönetmeni’nin oyu dandik bi karikatürcüyle eşit olabilir mi?
Üstelik Ertuğrul Bey’in gazetesinde yazan çizen abiler bile Aysun Kayacı’ya hak verdiler...
Saygıyla eğiliyorum...
Bu konuda tez elden bir açıklama yapılmalı ve herkesin oyunun herkesin oyuyla eşit olmadığı açıklanmalı...
Gerçi böyle olunca bir takım karışıklıklar çıkacak...
Mesela, Ertuğrul Bey masasında deriin deriin düşüncelere dalmışken sekreteri arayacak...
‘Efendim kültür sayfaları editörü acilen sizinle görüşmek istiyor.’
‘Buyursun gelsin bakalım!’
Editör içeri girecek...
‘Efendim, olamaz... İtiraz ediyorum, haksızlık bu!’
‘Ne oldu evladım?’
‘Ertuğrul Bey, nasıl olur da benim oyum spor sayfası editörünün oyuyla eşit olabilir?’
‘Nasıl yani?’
‘Ömründe ‘klasik’ okumamış, futboldan başka bir nane bilmeyen biriyle benim oyum eşit olamaz!’
Ertuğrul Bey ‘hoppalaaa’ derken kapı açılacak, bu defa hışımla içeri gazetenin grafik servisi şefi girecek...
‘Efendim, olamaz, bu adalesizliktir!’
‘Ne var oğlum?’
‘Ben ki bu gazetenin baş sayfasını yıllarca dizayn etmiş, ‘fotoşop’u, ‘frihend’i, ‘kuark’ı yalayıp yutmuş bir adam olarak oyumun, yanımda çalışan alelade bir stajyerle eşit olmasına isyan ediyorum!..’
Ertuğrul Bey şaşkınlık içindeyken bu defa içeri nefes nefese, üzerinde yağlı tulumu ile makina dairesi şefi girecek...
‘Beyim bir hal çaresi bulun, yoksa delireceğim!’
‘Hayırdır usta?’
‘Efendim nasıl olur da, yıllarını bu mesleğe vermiş kıdemli bir makina şefinin oyu bir bobin taşıyıcısının oyuyla eşit olabilir?’
Ertuğrul Bey’i fenalık basacak... Boncuk boncuk terleyecek... Hemen telefona sarılıp sekreterini arayacak...
‘Kızım, şoförüme haber ver hemen arabamı hazırlasın!’
‘Maalesef veremem efendim...’
‘Nasıl veremezsin kızım?’
‘Efendim şoforünüz kapıdaki güvenlik görevlileriyle ‘Ben koskoca Ertuğrul Bey’in şoförüyüm, oyum sizin gibi ‘hırtlamba’ların oyuyla eşit olamaz’ diye kavga ediyor!’
‘Hay Allah kızım, sen pardesümü getiriver...’
Ertuğrul Bey’in sekreteri pardesüsünü getirecek...
‘Efendim bir şey söyleyebilir miyim?’
‘Söyle kızım, söyle evladım!’
‘Yani şimdi benim, koskoca yayın yönetmeni sekreterinin oyu, bir editör sekreterinin oyuyla eşit mi olacak, bir şeyler yapamaz mısınız?’
Ertuğrul Bey artık dayanamayacak...
‘Yeteeeer... Yeter artık... Yeteeerrr... Korkunç bir rüya olmalı bu, ben gidiyoruuuum!’
‘Nereye gidiyorsunuz efendim?’
‘Dağlara gidiyorum!’
‘Efendim ne yapacaksınız dağda?’
‘Sanane kızım... Çobanlık yapacam, çiftçilik yapacam!’
‘Ama o zaman sizin oyunuz bizimkiyle eşit olmaz kiiii?’
‘Hebere... Höbereee... Obaraaakkkk... Hoptirililayloooom... Laylayliyaylooommm!’
Sonunda gazetenin önüne bir ambulans gelecek, Ertuğrul Bey’i bağlayıp götürecekler...
Akabinde ve detayında, her karışık olayda olduğu gibi televizyona, bir zamanlar ‘Çoban Sülü’ denilen Demirel çıkacak ve konuşacak...
‘Ayıp olmuştur... Yazık olmuştur... Fevkalade günah olmuştur...’
NOT: Hürriyet’teki Aysun Kayacı destekçilerine soruyorum, bu mantıkla Ertuğrul Bey’in oyu, Aydın Bey’in oyuyla eşit olabilir mi?
Haberaktülel
-
Re: Dağdaki çobanla Aysun Kayacı eşit olur mu hiç?
Herkesin oyu aritmetik olarak eşittir değer olarak değil. Sonuçta bu ülkede milyonlarca kişi aldığı beleş bulgur ve nohuta göre oy kullanıyor. Bu adamların verdiği oyla bir profesörün oyunu nasıl aynı değerde görürsünüz. Şahsen, basit insanların siyasi tercihlerine fazla saygı duymuyorum.
-
Re: Dağdaki çobanla Aysun Kayacı eşit olur mu hiç?
Benim Annanem vardı Allah rahmet eylesin okuması yazması yoktu kulağıda pek duymazdı hayvanları'da pek severdi seçim zamanı geldimi gider oyunuda kullanırdı aleminde çicek böcek olan partilere oy verdiğini söylerdi hep.
-
Re: Dağdaki çobanla Aysun Kayacı eşit olur mu hiç?
Alıntı:
deniz02 rumuzlu üyeden alıntı
Hırsla kalkan zararla oturur diye bir söz vardır, ayrıca düzelmiş olduğunu görmek de bir o kadar sevindirdi; bilerek isteyerek hiç kimseyi zerre kadar incitmek istemediğim gibi , bunca zamandır sevgi ve saygı duyduğum sizlere karşı da asla bir saygısızlık söz konusu olmadı , olamazda..
Değerli kardeşim deniz02,
Bir önceki gece yazdıklarımı , sabah traşladı isem bu sana olan sevgimdendir, yoksa zararla oturmamak kaygımdan değil. Zarar ziyanı sizin şirkete sigortalatmıştım.:o
Gelelim konuya, hala ve hala yazılanların anlaşılmamış olmasından üzüntü duyuyorum.
Mesela Ali Nesin konusunu bu başlık altına almışsın. "Hukuki görüş yorum" forumunda biraz inceleme yaparsan Nesin Vakfı'nı haketmediği ve hukuki değeri olmayan ithamlara karşı nasıl savunduğumu görürsün. (Panterler gibi değildi, itiraf etmeliyim, bu arada o forum da gitmiş taşınma esnasında.:)) Bu konuda Habertürk'te Özay Şendir imzası ile güzel bir analiz-makale var, buraya almıyorum ama onu okumanı tavsiye ederim.
Dağdaki çobanın sorunu bizim ülkemizin belli bir bölgesine has bir sorun değildir. Bu sorun memleketimizin her yerinde aynıdır ve hatta senin algıladığın bölgenin aksine batıda çok daha ağır şartlar o çobanlara dayatılmaktadır. Kırşehir, Kastamonu vb. köylerine git ne dediğimi anlarsın.
Aysun Kayacı'dan çok önce Cem Yılmaz aynı mealde laflar ettiğinde gıkı bile çıkmayanların bugün demokrasi havarisi kesilmesini de ibretle izliyorum. Ne de olsa biri komik, öbürü manken...
Durmak yok, demokrasiye devam...
-
Re: Dağdaki çobanla Aysun Kayacı eşit olur mu hiç?
-
Re: Dağdaki çobanla Aysun Kayacı eşit olur mu hiç?
Bayılıyorum bu "tüm insanlarım eşit, ama çobanım en bir eşit" kucaklamalarına, gözyaşlarına boğulmuş sevgi seline.
Benim çobanım çoban olarak kaldığında çıkmaz gıkım..
Eşitliğin böylesi güzel. :o
Orda bir köy var uzakta, o köy bizim olsun ama bizden uzak dursun.
Çobanımla aramdaki eşitsizliğin daniskasının uçurumu, bırakınız öyle kalsın. Ben o uçurumların diğer tarafından korurum onu!
Çobanıma laf etmeye kalkana karşı dimdik ayağa kalkarım: "Siz onları cahil olarak görebilirsiniz ancak öyle akıllılarlar ki , oylarını da nereye vereceklerini çok iyi bilirler."
Sonra seslenirim uçurumun öte ucundaki canım çobanıma: "gördün mü bak nasıl söyledim, senle ben, en bi eşitiz!"
Ama hemen ardından eklerim, "sen o uzak köyde çoban olarak kal"
-
Re: Dağdaki çobanla Aysun Kayacı eşit olur mu hiç?
Dünyada çiftçi X ile Ordinaryus Profesör Doktor Y'nin oylarının eşit olmadığı bir ülke var mıdır?
İroni yaratmak için değil merak ettiğimden soruyorum.
-
Re: Dağdaki çobanla Aysun Kayacı eşit olur mu hiç?
Alıntı:
Av.İlknur Sezgin Temel rumuzlu üyeden alıntı
Sayın İlknur Sezgin paylaşımınız için teşekkürler.
-
Re: Dağdaki çobanla Aysun Kayacı eşit olur mu hiç?
Alıntı:
Oğuzhan Dayar rumuzlu üyeden alıntı
Dünyada çiftçi X ile Ordinaryus Profesör Doktor Y'nin oylarının eşit olmadığı bir ülke var mıdır?
İroni yaratmak için değil merak ettiğimden soruyorum.
Çiftçi x, insani koşullarda yaşıyor ise, "insan" olmanın bilincine vardığı asgari bir eğitim aldı ise, bir çuval kömür onun için hayati önem arz etmiyor ise, prof.dr. ile aralarında aşılmaz uçurumlar yok ise...
Bizimki gibi, çoban kalsın, eğitimsiz kalsın, varla yok arasında yaşasın ki bağışa bağlansın istenmiyor ise...
Elinde oyundan başka satacak birşeyi kalmayacak şartlarda yaşa(tıl)mıyor ise...
"Eşitlik" sırt sıvazlayıp o sırttan yeni bir oy çıkarma söyleminden ibaret değil ise evet çiftçi x'in oyunun diğerlerinden farkı yoktur.
-
Re: Dağdaki çobanla Aysun Kayacı eşit olur mu hiç?
Teşekkür ederim Sayın Gür,
Sağ olun, var olun…
Ben de herkes gibi, belki de daha fazla sizleri seviyor ve saygı duyuyorum. Az şey paylaşmadınız şu forumlarda, az emek vermediniz bu siteye, az şey öğrenmedik şu ortamda, gerçekten minnettarız.
Ayrıca, bilmenizi isterim ki; İş ve Sosyal Güvenlik Hukuku dersini de yine sizlerin sayesinde iyi bir notla geçtim, az şey değil ki bunlar...
Yalnız, şu “Hırsla kalkan zararla oturur” sözü hepimiz için geçerli idi, daha doğrusu biz üyelere…
Düşündüm ki, “sen dedin , o dedi , ben dedim” olursa; konu kişisel savunmalara dönüşür, site yönetimi de haklı olarak bir uyarır , iki uyarır sonra kilidi vurmak zorunda kalır. Hukuki.net’in en son başvuracağı çare olsa da, bunun böyle olduğunu biliyoruz.
Muhakkak ki, dağdaki çobanın sorunu belli bir bölgeye has değildir fakat nedense insanlar o bölgeye kilitlendi, bunu sadece buradaki yorumlara dayanarak iddia etmiyorum zaten, ama ne yazık ki öyle bir izlenim söz konusu oldu.
Sayın cognis’ in bir yorumu üzerine Nesin Vakfı ile ilgili haberi eklemiş bulundum, zaten forum da henüz gelişme aşamasında sayılır, ardından da güzel bir masalın eklenmesi fena olmadı bence...
Sözünü ettiğiniz Ali Nesin’in sözleri üzerine açılmış bulunan tartışma konusunu da daha sonra gördüm. Tam olmasa bile kısmen okudum. 301 ile ilgili yorumlar vardı, bence savunmanız çok da iyiydi… Savunmanızı iyi bulmuş olmam; o konuları iyi biliyorum ve/yahut sizinle aynı görüşte olduğumuz anlamına da gelmez, oradaki görüşlerinize katılıyorum ancak Ali Nesin’in sözlerini de etik bulmuyorum. Daha makul bir dille kendini ifade edebilirdi.
Cem Yılmaz’ı akıllı buluyor olsam da aynı şeyleri demiş olsaydı yine aynı tepkiyi verirdim. Benim nezdimde alın teriyle kazanan çiftçiler, en az ülkem kadar değerlidirler.
Demokrasi...
Şu forumlarda belki iki ya da üç defa kullanmışımdır o sözcüğü, sakıncası da yok ancak vallahi de billahi de demokrasi havarisi değilim amaa sanırım bu gidişle hepimiz demokrasi havarisi kesileceğiz.
Saygılarımla, tekrar teşekkür ederim.
-
Re: Dağdaki çobanla Aysun Kayacı eşit olur mu hiç?
Merhaba Sayın matise,
Sözüm bu forumdaki kişilere değil diyorsunuz ama kıyısından köşesinden de aba altından sopa ve alıntıları da eksik etmiyorsunuz.
Ben de bayılıyorum “ tüm insanlar eşit, ama mankenim hatta sarışınım daha daha bir en eşit” kucaklamalarına, gözyaşlarına , acındırmalarına hatta lafı attım ama bilenler savunsunlar diye yakınmalarına…
Benim de mankenim, sanatçım; manken ve sanatçı olarak kaldığında gıkım çıkmaz, hatta eğilirim önlerinde…
Doğruya doğru demek de ne güzel.
Durduk yere ne çobana, ne mankene, ne de sanatçıya laf ettirmem bu da benim huyum, ne yaparsınız bende böyleyim işte…
Ülkenin temel direği çobana tabii ki laf ettirmem, çok doğru: "Siz onları cahil olarak görebilirsiniz ancak öyle akıllılar ki, oylarını da nereye vereceklerini çok iyi bilirler."
Çünkü; una, şekere, kömüre, başörtüye kanacak kadar enayi değiller. Herkes gibi onlar da hür iradeleri ile kimseye bağımlı kalmadan oylarını kullanabileceklerinin bilincindeler.
“En bi eşitlik!” ne oluyorsa artık?
Kim nerede, nasıl , ne olarak kalacağına da kendi karar verir, ne ben, ne siz , ne de bir başkası değil Sayın matise.
Gaf konusunda mutabık mıyız?
Bir de sözlükten bir isim arayışındaydınız, bulabildiniz mi bari?
Dolayısıyla farklı düşünebiliriz, ara ara yollarımız birleşir veya ayrılabilir, bu hiç önemli değil, önemli olan; ülkemizin zararına değil, yararına olan ne ise, o olsun.
Ülkemize zarar veren durumlar nedir?
Bana göre her şeyden önce, Basın ve Yayın çok etkili bir iletişim aracı olduğundan titizce hazırlanmış kaliteli ve eğitici programlar, haberler ise abartılı ve kışkırtıcı olmamalı vs.
Diyorum ama geçenlerde kırk yılda bir, ben de bir yazı yazayım dedim, konu itibariyle söz kargaya gelince sevmediğimi dile getirmiştim, tam da ertesi gün birileri kargaları asfalta yapıştırmazlar mı?
Şaşırdım kaldım birileri benim yazdıklarımdan mı etkilendi nedir ki diye, başladım kara kara düşünmeye…
Bir bilmeyen de beni çoban sanacak, izlediğimiz filmler dışında bari çoban görmüş olsam içim yanmazdı, çobansa hepimizin çobanı bu, değilse hepimizin değildir. Ayrıca, çobanı da mankenle aynı kefeye koyamam, bunun için kimse kusura bakmasın.
Saygılar..
-
Re: Dağdaki çobanla Aysun Kayacı eşit olur mu hiç?
Yanlış anlamalar sona erdiğine göre iki kişinin sözleri ile bu gereğinden fazla uzamış olan forumu kapatalım.
“Parlamenterlerin çoğunun demokrasinin ne olduğunu bildiklerini sanmıyorum... Halk kendi lehine çalışacak partiyi seçmekten yoksun... Hakkari’nin dağındaki bir çobanla, İstanbul’daki bir profesör aynı oy verme hakkına sahip. Buna demokrasi diyorlar. Toplumumuzun orta bir kültür düzeyinde olması lazım.” (1994)
Aziz NESİN
"Görülüyor ki, toplumla yapılan bu sözleşme (Anayasa) tehditle, fesada uğratılmış bir iradeyle benimsetilmiştir. Göstermelik oylama hukuken sakattır. Bu yüzden Anayasa biçimsel meşruluktan yoksundur, geçersizdir. Unutmayalım ki, bu tür yollarla halkoyuna sunulan anayasaların sağladığı çoğunluk her ülkede %97-%100 arasında gerçekleşmiştir ve görünüştedir Türkiye'de %93 çoğunluk, halkın onuruna saldırıyla elde edilen ayıplı bir çoğunluktur. "Kurşun yerine oy" kullanılarak kabul ettirilen 1982 Anayasası, hazırlayanlar ve hazırlanış biçimiyle bir tür "ferman anayasası"dır." (1999)
Sami SELÇUK
Yargıtay Başkanı (emekli)
İşin püf noktası; dağdaki çoban bizim vatandaşımız, canımız ciğerimiz kardeşimizse, ona profesöre tanınan fırsat eşitliğini her konuda sağlamalıyız. Bu da sözle değil, icraatle olur. Mevcut iktidarın ve geçmiş iktidarların siyasi rant sağlama amacı ile çobanı (çoban burada sadece bir simgedir) cahil, aç, sefil, çaresiz bırakıp, çeşitli yapılanmalar içerisine itip, çobanın özgür iradesine ipotek koymaları hep bilinçli seçimlerdir. O bilinçli seçimler, uygulanan ekonomik politikalar, o demokrasiden nasibini almamış Anayasalar, Kanunlar ülkeyi işte bu hale getirmiştir. Forumlar dolusu tartışılması gerekenler Aysun Kayacı'nın sözleri değil, asıl bunlardır.
Selamlar,
-
Re: Dağdaki çobanla Aysun Kayacı eşit olur mu hiç?
Ah çobanım ben sana demedim mi nasıl seslenecekler sana...
"Gördün mü bak nasıl da eşitiz! Yeter ki sen o uzak köyde çoban olarak kal"
Sen varla yok arasında kal, hep orda, o uçurumların öte yakasında kal. Kal ki filmlerde dahi farkedilmesin kimliğin.
Sonra bir torbaya gözyaşları doldurulsun, hep beraber seyredelim:
"civciv çıkacak kuş çıkacak, bu sinekten bir oy daha çıkacak..."
-
Re: Dağdaki çobanla Aysun Kayacı eşit olur mu hiç?
Sayın Gür bu forumu artık burada kapatalım dedi, ama başlangıçta unuttuğum bir husus aklıma geldi.
Daha doğrususu, sevgili deniz02'nin "çobanı izlediğim filmlerde gördüm" demesi konuyu anımsattı.
Ben küçükken köyde çobanlık yapmıştım. Acaba çobanların oylarını savunmak fikri benim bilinç altıma o zaman mı yereleşti diye düşünüyorum.
-
Re: Dağdaki çobanla Aysun Kayacı eşit olur mu hiç?
Bir zamanlar bakla tarlasında karga çobanlığı eden de vardı. Önemli olan karga kovalamak veya koyun gütmek değil, namus ve alınteri ile yapılan her iş değerlidir. Asıl mesele bilinçli bireyler olup güdülmemek, sömürülmemek...
Selamlar,
-
Re: Dağdaki çobanla Aysun Kayacı eşit olur mu hiç?
:rolleyes:
Çoban: "Hebere... Höbereee... Obaraaakkkk... Hoptirililayloooom... Laylayliyaylooommm!"
Sonra da, "sinek olmak, cırcır böceği olmaktan iyidir" diyecek,
Daha sonra da "civciv çıkacak kuş çıkacak" ve ikisini de "hüüüp" diye yutacak.
O vakit de ne çoban kalacak, ne de güdülecek sürü...
"Onlar erdi murada , biz çıkalım olmayan kerevete" olacak.
Dostlar sağ olsun!
-
Re: Dağdaki çobanla Aysun Kayacı eşit olur mu hiç?
Bence, Aysun Kayacı'ya bodoslama karşı çıkmak doğru değil.Haklı olduğunu savunmuyorum tabi.Ama benim de zaman zaman,cahil insanların verdiği oylarla yönetilmeme kızdığım olmuştur."Herkese iki anahtar" vaadine inanarak oy verenler,benim de başımı yakmış olmuyorlar mı?Tabi buradaki cehaletten kastım okula gitmemiş ya da üniversite okumamış olanlar değil.Hepimizde var olan,ve az ya da çok kapasitesi olan beynini kullanmamış olanlar.Ben cehaletin kader olmadığına,insanın kendi kusuru olduğuna inanırım.Ve cehaletin beyni kullanmamak olduğuna inanırım.Halkımızın cahil bırakıldığına değil,cahilliği seçtiğine inanıyorum. Tembellik ettiğimize inanıyorum.Herşeye rağmen kendimiz yetiştirebilirdik.Özellikle teknolojinin hemen her eve girdiği günümüzde...Bence halkın cahil bırakıldığı düşüncesi halkı tembelleştirmekten başka bir işe yaramıyor.Çünkü insanlar "Ben ne yapabilirim?cahil olmak benim suçum değil,bizi yönetenlerin suçu" demeye başlıyorlar.
-
Re: Dağdaki çobanla Aysun Kayacı eşit olur mu hiç?
Bence konu çok uzatıldı. Hukuki süreci başlamışsa bazı siyasetçilerimizin konu hakkında o tip yorumlar yapmaları yanlış. Herkezin fikrini doğru/yanlış olarak sorgulayabiliriz ama saygı sınırları çerçevesinde olması lazım.
-
Re: Dağdaki çobanla Aysun Kayacı eşit olur mu hiç?
Memleketin sorunlarını unuttunuz verin Kayacıyı Çobana memleket'te kurtulsun bizde kurtulalım yapalım bir köy düğünü oylarıda o zaman eşit olur onlarda kurtulur sitemizde. Düğünlerine gelirşiniz deyilmi?
-
Re: Dağdaki çobanla Aysun Kayacı eşit olur mu hiç?
eşitsizliklerle dolu bi yerde o kadarda mantıksız bir söylem değil. aç, açıkta ve muhtac bir insana ne verirseniz mutlu olur( kömür, yiyecek vs.) ve minnet duyar, bunuda gösterip helalleşebileceği tek yer sandık olduguna göre söyleyecek pek fazla bişey yok sanırım....
-
Re: Dağdaki çobanla Aysun Kayacı eşit olur mu hiç?
Başbakan Erdoğan parti grubunda şunları söyledi: "Biz mitingi Taksim'de yapacağız demek şık değil. Herkesi, özellikle sendika yöneticilerini kanunlara uymaya çağırıyoruz. Dünyada 1 Mayıs her yerde resmi tatil olarak kutlanmıyor. Biz Emek ve Dayanışma Günü olarak ilan ettik. Ayakların başları yönettiği bir yerde kıyamet kopar."
Eveeet. Şimdi ben neyi merak ediyorum biliyormusunuz? Dengir Fırat ne yorum yapacak onu. Güzel mankene "edepsiz civciv" diyen Fırat acaba aynı felsefeyi yansıtan sözleri için kümes hayvanlarının hangisi ile Başbakan'a yanıt verecek?
Benim bir tahminim var ama neyse...
-
Re: Dağdaki çobanla Aysun Kayacı eşit olur mu hiç?
O cevabı Türk İş başkanı'nın vermesini bekliyoruz! Kimmiş bakalım ayak takımı bu ülkenin azda olsa sanayisini her alanda hizmeti gecen işçiler ayak takımı deyil bu ülkenin omurgasıdır uyanın ve acın artık gözünüzü kulağınızı emeğe ve de düşük üçretle üretilen emeğe ve üreten emekçilere bu kadar sayısızlık pes.
-
Re: Dağdaki çobanla Aysun Kayacı eşit olur mu hiç?
Alıntı:
Harun Gür rumuzlu üyeden alıntı
Pigme sultası
Türkiye’nin temel sorunu da budur ve demokrat olmayanlar, demokrasi diye bağırmakta, getiremeyecekleri demokrasiyi imdada çağırmaktadırlar.
Oysa demokrasi, demokrat olmayan yere gelmez. Demokratsız demokrasi olmaz.
Siz bakmayın iktidar kedisi “Mır Mır”ın, Aysun Kayacı’yı “edepsiz civciv” diye tırmalamasını. Belki iyi ifade edemedi, daha yenilir yutulur bir ambalajda sunabilirdi, ama temelde haklı Aysun Kayacı...
Sadece gözü görünen kara paketli kadınların eline verilen çetele deliklerine vurulan oylar, mercimeğe kömüre, yakında zaten buzdolabı çamaşır makinesine kurulan seçim sandıklarından demokrasi nah çıkar!
Mine G. Kırıkkanat / Vatan
Suçu savunmakla işlemek arasında, sadece eylem farkı vardır. Yukarıdaki yazıya baktığım da “demokrasi demokrasi” derken, sanki “lanet olsun bu demokrasiye” der gibi anladım, bayan yazarı. İşte Türkiye’nin aydını. Türkiye’nin çok bilmişi, Türkiye’nin hakimi, yargıcı. Ey avukatlar, Ey hakimler, ey savcılar, yargıçlar…Dahası avukat olacağım diye harıl harıl, gecesini gündüzüne katarak bir biriyle yarışan, hukuk fakültesi meraklısı öğrenciler… Bırakın çalışmayı. Sizlere ne hacet… Yazar çizer takımı zaten bu işi sizin yerinize yapıyor. Neden bunca zahmete giriyorsunuz ki? Bakın başınızın çaresine… Hele babası çoban olanlar. Sakın ha. Okumak neyinize. Oturun oturduğunuz yerde.
-
Re: Dağdaki çobanla Aysun Kayacı eşit olur mu hiç?
Siz bir işçi (?) olarak, o yazıdan öyle bir anlam çıkardınızsa biraz espri, biraz da ironik olarak size tavsiyem:
"İşçisin sen işçi kal, giy (dedi) geri tulumları"
1 Mayıs'ta, ayak takımının bir üyesi olduğunuzdan sizi de Taksim'e bekleriz.
-
Re: Dağdaki çobanla Aysun Kayacı eşit olur mu hiç?
Alıntı:
comrade83 rumuzlu üyeden alıntı
Herkesin oyu aritmetik olarak eşittir değer olarak değil. Sonuçta bu ülkede milyonlarca kişi aldığı beleş bulgur ve nohuta göre oy kullanıyor. Bu adamların verdiği oyla bir profesörün oyunu nasıl aynı değerde görürsünüz. Şahsen, basit insanların siyasi tercihlerine fazla saygı duymuyorum.
Sadece yazık!
Beğenmiyenler çekip gitse nasıl olur? Zaten verilen oylar, Aysun Kayacı gibi düşünülen oylardan fazla olduğu aşikar değil mi? Bakarsınız bir sonrakinde daha da fazla olabilirlik ihtimali de var. Ne dersiniz? !!!
-
Re: Dağdaki çobanla Aysun Kayacı eşit olur mu hiç?
[QUOTE=Harun Gür;178022
1 Mayıs'ta, ayak takımının bir üyesi olduğunuzdan sizi de Taksim'e bekleriz.[/QUOTE]
Ne farkı kaldı ki?
-
Re: Dağdaki çobanla Aysun Kayacı eşit olur mu hiç?
Alıntı:
emesen rumuzlu üyeden alıntı
Ne farkı kaldı ki?
Sanırım yine yanlış yorumladınız. O lafı ben etmedim, Başbakan etti. Bunun üzerine bir konfederasyon başkanı da "Ayak takımı 1 Mayıs'ta Taksim'de" dedi.
Kayacı ile Başbakan arasında aslında bir fark yok. Her ikisi de elitist. Bizim demokrasimizde her iktidar kendi elitini yaratır. Dün de böyleydi, bugün de böyle. İnanmıyorsanız son türban defilesine ?!!! ve izleyicilerine bir gözatın.
Selamlar,
-
Re: Dağdaki çobanla Aysun Kayacı eşit olur mu hiç?
Birde Nihat GENÇ'in düşünceleri hakkında yorumunuzu alsam.
http://www.youtube.com/watch?v=WqEGX...r_id=681422777