Dinlenme molası için açılan kapıdan içeriye süzülen o çam kokulu mis gibi hava, Ahmet’in ani bir hareketle yerinden kalkmasına neden olmuştu. Hızla yan sıradaki koltuğa da bir bakış atarak, diğer yolcuların ardı sıra dışarı çıkmak üzere yavaş yavaş ilerlemişti. Havalandırma sistemine rağmen, yine de havasız kalan otobüsten indiğinde, ön cama su serpmekte olan o çirkin bakışlı muavinle göz göze geldi. Dışarı çıktığında; sonbaharın onu, o muavin gibi değil, daha içten karşıladığını fark etti. Aslında yolculuğunun tatsız başlaması Ahmet’i pek de etkilememişti ama yine de rüzgârın gücüyle ayaklarına dolaşan sararmış yaprakları umursamadan, adeta o ukala buldugu muavini ezercesine çiğneyerek geçmişti. Umursamaz bir tavırla hızla yanından geçerken, nereye oturabileceğine dair çevresine şöyle bir bakındı ve daha sonra gözüne kestirdiği cam kenarındaki bir masaya doğru ilerledi.
Ahmet, her zamanki gibi fazlasıyla heyecanlıydı o gün! Bu görüşme, aynı zamanda onun ilk iş görüşmesi olacaktı! Aslında o, iş başvurusunda da bulunmamıştı! Fakat bu görüşmeye çağrılması, onun öğrencilik yıllarında göstermiş olduğu olağan üstü başarısından kaynaklanıyordu. Ahmet, beş yıl boyunca eğitimini tamamlamaya çalıştığı şehirde değil, iş hayatı için, İstanbul’u ve daha da olmadı yurt dışını hayal etmişti hep, ama yine de yetenekli olduğu dalda daha çok bilgi alabilmesi, kendisini geliştirmesi, bilgi ve deneyimlerini zenginleştirmesi için bir olanak diye düşünüyordu!
Onu, en çok yerinden zıplatan ve tedirgin eden durum ise, işe giderken takım elbise giyecek olmasıydı. Oldum olası rahat giyinmeye alışıktı; verimli olabilmek adına kravata ve takım elbiseye tahammül edemezdi. Hem ne diye kravat takacaktı ki? Ne de olsa akşama kadar bir bilgisayarin karşısında oturmayacak mıydı? Bilgisayara ayıp olmasın diye mi öyle giyinmesi gerekiyordu? Yoksa...