-
`...Bu sırada, bir iki gün evvel esir edilmiş olan bazı Yunan subayı karargâha getirilmişti. Gazi Paşa, esirlerin arasında bulunan kurmay subayını yanına istedi. Yunan subayına bir çay ısmarladı ve kendisinden durum hakkında malûmat istedi.
Subay iki gün evvel esir edilmiş olduğu için, son durumdan haberdar olmadığını söyledi. Bunun üzerine Başkumandan Gazi Paşa haritayı açarak alınan raporlara göre oluşan durumu işaret etti. Karargâhımızdaki Yunan kurmayı da Yunan ordusunun düşmüş olduğu ağı görmüş ve durumun korkunçluğunu anlamıştı. Elinde olmayarak parmağını haritanın üzerinde gezdirdi:
- Bu duruma göre, iki kolordu kumandanımızla, dört fırka kumandanımızın, kıtaalarınızın çemberi içinde bulunduğunu zannederim. dedi.
Gazi Paşa, aldığı bu malûmatı derhal telefonla Kemaleddin Sami Paşa`ya bildirdi, bahsedilen kumandanların behemehal esir edilmesini emir buyurdu.
Yunan subayı, evvelce Türkçe bilmediğini söylemiş ve kendisiyle tercüman aracılığı ile ve Rumca görüşülmüştü, fakat Gazi`nin Türkçe olarak verdiği bu emri işitir işitmez benzi kül gibi oldu. Elini alnına götürdü, teessüründen getirilen çayı içemedi ve çadırdan dışarı çıkmak için müsaade istedi.
Kendisinin Türkçe bildiğini ve biraz evvel elinde olmayarak verdiği malûmattan dolayı nedamet hissettiğini anlamıştım. Ben de beraber dışarı çıktım, kendisine Türkçe:
- Nerelisin? dedim.
Selânikli olduğunu ve Kulekahvehaneleri mahallesinde ikamet ettiğini söyledi. Ne tesadüf. Ben de Selânik`te o mahallede ikamet etmekte idim:
- Ne için o güzel Selânik`i bıraktın da buralara geldin? diye sordum.
- Askerim, emir aldım, cevabını verdi. Başı fevkalâde ağrıdığından dolayı da fazla konuşmaya mütehammil olmadığını ilâve etti. İcap eden ilâçları kendi bavulumuzdan verdik.
Kemaleddin Sami Paşa`nın karargâhında
Gazi Paşa, Yunan kurmay subayından bu haberi aldıktan sonra otomobilin hazırlanmasını emretti. Kemaleddin Sami Paşa`nın karargâhına gitmek arzu ediyordu. Birinci ordu kumandanı yolun fevkalâde muhataralı olduğunu söylediyse de, Gazi`yi alıkoymak mümkün olmadı.
Hep beraber Kamaleddin Sami Paşa`nın bulunduğu tepeye geldik. Kemaleddin Sami Paşa dürbünüyle düşmanın Dumlupınar civarındaki ovadan çekilişini gözetliyordu. Gazi Paşa sordu:
- İleride bir duman görüyorum. Bu nedir? Kemaleddin Sami Paşa cevap verdi:
- Düşman ağırlıklarını yakıyor, Paşa hazretleri. Gazi Paşa:
- Şu sağdaki köy ve duman nedir? dedi. Kemaleddin Sami Paşa:
- Dövüştüğümüz düşman çekilirken yalnız ağırlıklarını değil, köyleri, şehirleri sakinleriyle beraber ateşe veren bir düşmandır. Yanan Çal köyüdür, Yunanlılar yakmıştır cevabını verdi. Gazi Paşa orada hangi kıtalarımızın olduğunu da sordu. Onbirinci fırkanın bulunduğu cevabını alınca şu suali irad etti:
- Telefonla muhabere mümkün müdür?
- Henüz telefon tesis etmedik, çünkü bir gün evvel o civardaki tepelerde düşmanla muharebe edilmiştir.
Gazi Paşa onbirinci fırkanın bulunduğu yere gitmek arzusunu izhar buyurdukları için refakatimizde Kemaleddin Sami Paşa da bulunduğu halde Çal köyü istikametine doğru hareket ettik.
Tepeye geldiğimiz zaman düşmanla savaş başlamıştı. Onbirinci fırka kıtaatı avcı halinde ve bizim üç dörtyüz metre ilerimizde hareket ediyordu. 11. fırkanın topçuları aramızdaki bir tepeden düşmana ateş açıyorlardı.
Gazi Paşa bu durumu gördükten sonra kesin sonucun bir an evvel kazanılması için fırka kumandanını da yanına çağırdı ve topçunun önümüze geçmesini, piyadenin ileri harekete devam etmesini emir buyurdu.
Fırka kumandanı derhal atına binerek yıldırım süratiyle avcı hattına gitti. Karşımızdaki düşmana - hareketlerini gözle seçebilecek kadar - yaklaştık. İkinci ordu kıtaatının da sağ cenahımızdan düşmanı tazyik etmekte olduğunu haber aldık. Her taraftan sıkıştırılmış ve ateşten bir çember içine alınmış olan düşman tam anlamıyla şaşkına dönmüştü.
Güneş gurub ederken
Birkaç saat geçti, güneş gurub ediyordu. Ufuktaki dağların arkasına çekilen güneşin son ışıkları, askerlerimizin düşman mevzilerinde parlayan süngülerine aksetmişti. Gece başlarken ateş kesildi. Devam eden raporlar ve telefonla verilen haberler hemen hemen birbirinin aynı olarak şu bilgileri kapsıyordu:
`Bozguna uğrayan düşman askerleri çil yavrusu gibi dağıldılar, dağlara, tepelere, ormanlara sığınıyorlar.`
Diğer taraftan, raporlarda kahredilen düşmandan alınan ganimetler hakkında da bilgiler vardı. Yalnız onbirinci fırkanın karşısında Yunan kuvveti beşi koşulu olduğu halde 25 top bırakıp kaçmıştı.
Karanlık basmıştı. Karargâhımızın bulunduğu Afyon`a döneceğimizi zannederken Gazi Paşa hazretleri Dumlupınar köyüne gitmekliğimiz için emir verdiler. Savaş alanından ayrılarak Dumlupınar`a geldik. Ne yanımızda, ne de köyde eşya vardı. Sabaha kadar - Gazi Paşa ve hepimiz - oda döşemeleri, peykeler veya toprak üzerinde yattık. Eşyamız ancak ertesi gün öğle üzeri geldi. Gazi paşanın çadırlarını köy evlerinden birinin damı üzerine kurduk.
-
http://img106.imageshack.us/img106/2...024x768xo2.jpg
Bu fotoğraf bir Alman tarafından çekilmiş Çanakkale savaşları sırasında burada ne işi var derseniz neydik savaşta görün diye içimden geldi bir değerli arkadaşın anımsatması üzerine bu resmi bize kazandıran Sayın Bülent Yılmaz er e teşekkür etmek te boynumuzun borcu ....
İşte fedakar Türk askeri...
-
https://www.hukuki.net/img/uyuyanguzel.jpg
Böyle bir lider dünyada var mıdır ? 1921 kışı çok ama çok sertti hava insan tenini yakıyordu. Emir gölü yolunda ( Dikmen sırtlarında ) yorulan Atatürk 12 Şubat 1921 de karlar üzerinde bir abayla uyur . Masum bir çocuk gibi ama vakar bir komutandır. Günümüzde kar çiselerken okul kapanırken o tarihin en soğuk ankarasında ki eksi 30 derecelerde böyle uyur. İşte Laik demokratik sosyal Türkiye böyle kurulur...
Günümüzde yer beğenemeyenler dolu iken O eşsiz kahraman bir aba üzerinde eksi 20 derece de uyuyor ve gocunmuyordu... ASLA VE KATA UNUTMAYALIM Kİ BU GÜN BAZI ŞEYLERİ TARTIŞIYORSAK BİLE ONUN SAYESİNDEDİR. O OLMASAYDI BUGÜN EZAN OKUNAN MİNARELERİMİZ DE OLMAZDI.. ONON İÇİN ONU SEVELİM KORUYALIM GÜNÜMÜZÜN ABUK TARTIŞMALARINA ASLA KATMAYALIM.....
-
Araya soktuğum bu fotoğraflardan sonra devam edeli bira daha Salih Bozok un anılarına... Umarım okuyorsunuzdur Okumasınızda Türkiye'nin cidden en güzel sitesine yazarak tarihe not düşüyorum ama umarım okursunuz ve boş işlerle uğraşmaktan vazgeçmeye vaktiniz kalır ....
.... Tam bu sırada fırka kumandanı Kâzım Paşa savaşta esir edilmiş olan dört Yunan generalini getirdi. Bu generaller, bir gün evvel Başkumandan Paşanın esir edilmelerini telefonla Kemaleddin Sami Paşa'ya emir buyurdukları kolordu kumandanları idi.
Yunan generallerinin hayreti
Gazi Paşa generallerle görüşerek icap eden malûmatı aldı. Generallerden birisi kendilerine sorulan suallerin tamamlanmasından sonra, kiminle teşerrüf etmekte (- şereflenmekte) olduğunu sordu:
- Mustafa Kemal Paşadır! dedik. Hayretle gözlerini açtı, inanmak istemiyordu. Sualini tekrarladı:
- Fakat bu Mustafa Kemal Paşa, bizim bildiğimiz Mareşal Mustafa Kemal midir? dedi. Görüştüğü zatın hakikaten Başkumandan Mustafa Kemal Paşa olduğunu öğrendikten sonra:
- Dün burada mıydı? diye sordu.
- Başkumandanlık Meydan Savaşını bizzat kendisi idare etmiştir, cevabını verdik. Düşman generali bir süre sustu. Sonra bakışlarını hürmet ve takdirle Gazi Paşa'ya çevirdi ve dudaklarından şu sözler döküldü:
- Zafer, galibiyet, şeref ve bu topraklar... Her şey sizin hakkınızdır. Bizim Haci Anesti İzmir'den kıpırdanamadı.
Ertesi günü ben Büyük Millet Meclisi başkanlığına savaşlar ve cereyan eden durum hakkında telgrafla malûmat vermek üzere Gazi Paşa hazretlerinin emirleri mucibince Dumlupınar'dan Afyon';a henüz telgraf hattı tesis edilmediğinden Bolvadin'e gitmeye mecbur oldum.
Gazi esir Yunan Başkumandanını nasıl kabul etti?
İşimi bitirdikten sonra Afyon'a döndüğüm zaman Gazi Paşa'nın istirdat edilen (-kurtarılan) Uşak'ı teşrif ettiklerini (-şeref verdiklerini) ve kendilerine orada mülâki olmaklığımı emir zabiti (Siirt mebusu) Mahmut Bey telefonla bildirdi. Ertesi günü Uşak'ta karargâha iltihak ettiğim zaman Yunan başkumandanı General Trikopis ile General Diyonis'in esir edilmiş olduklarını öğrendim.
Esir düşmüş başkumandanla general arkadaşı o gün Mustafa Kemal Paşa hazretlerinin yanına getirildiler. İsmet Paşa ile birinci ordu kumandanı da beraber gelmişlerdi.
Gazi Paşa hazretleri esir generalleri ayakta karşıladı. Kendilerine yer gösterdi, birer çay ısmarladı, sonra Trikopis'e sordu:
- Bu iş nasıl oldu?
Trikopis iki ellini yanlarına doğru açarken başını önüne eğdi. Vaziyetinden bu akıbeti mukadderattan ziyade (-kaderden çok) aciz ve zaafa hamletmek istediği anlaşılıyordu.
Gazi kendisini teselli etti:
- Üzerinize düşen vazifeyi ifa ettiğinize kailseniz müsterih olunuz. En büyük kumandanlar için de esaret mukadder olabilir.
Trikopis verdiği cevapta bazı kusurları Diyonis'e atfettikten sonra topçularımızın mükemmeliyetinden, iki telsizleri olduğu halde birinin evvelce bozulup İzmir'e gönderildiğinden, diğerinin topçu ateşimizle tahrip edildiğinden bahsetti ve çaresizlikler içinde kaldığını ve hattâ bir gün evvel kendi yaverinin dahi yanından ayrıldığını söyledi.
Trikopis yapacak yalnız bir şey kaldığını fakat yapamadığını ilâve etti. Esir başkumandan intihar arzusunda olduğunu imâ ediyordu! Gazi paşa:
- Kendi vicdanına muhavvel (-yüklenmiş) bir keyfiyettir, ona biz karışamayız!.. Dedikten sonra İsmet Paşa'ya:
- Kumandanlar zannedersem istirahate muhtaçtırlar, dedi.
Trikopis çıkacağı sırada, Gazi Paşa'dan gördüğü fevkalâde nezaketten cesaret alarak, İstanbul'da bulunan ailesinin sıhhatinden haberdar edilmesini rica etti. Gazi Paşa, adresinin alınmasını ve Hilâliahmer vasıtasiyle ricasının isafını (-yapılmasını) emir buyurdular.
Başkumandanlık Savaşından sonra İzmir'in istirdadına (-kurtuluşuna) kadar hemen hiçbir yerde şayanı dikkat (-önemli) çarpışmalar olmamıştır. Birkaç gün içerisinde İzmir' e girmek müyesser (-nasib) oldu. Afyon'da halkın halaskarlara (-kurtarıcılara) karşı tezahüratını bilvesile söyledim. Bu tezahürat Akdeniz kıyısına kadar yollarda mütezayit (-devamlı ve kesintisiz) bir alâka ve şiddetle devam etti.
Cepteki fotoğrafın verdiği müjde
Armutlu isminde bir köyden geçerken ora ahalisi askeri seyretmek için yol kenarına çıkmışlardı. Yanık bakraçları, kırık destiler ile de geçen askerlere su veriyorlardı.
Bunların önünden geçerken, arabalara ve hayvanlara rastgeldiğimiz için yol vermek ve yolun açılmasını beklemek üzere otomobili durdurmuştuk.
Gazi Paşa bir sigara yakmak üzere toz gözlüğünü gözünden kaldırdığı zaman köylüler arasında yaşlıca bir adam, anî bir hareketle kalabalığın arasından ayrıldı. Otomobile yaklaştı.
İhtiyar köylü bir müddet Gazi'nin yüzüne baktıktan sonra elini koynuna soktu ve çıkardığı kartpostalı avucu içinde saklayarak otomobilin basamağına bastı. Olanca dikkatimle ihtiyarı tetkik ediyordum. İhtiyar bir karta, bir de Paşanın yüzüne baktıktan sonra sağ elinin şahadet parmağını evvela karta sonra Paşa'ya tevcih etti ve:
- Bu sensin! diye bağırdı ve müteakiben köylülere döndü:
- Arkadaşlar, Mustafa Kemaldir! dedi. Bunu işiten köylüler, kadın, erkek ellerindeki destileri, bakraçları atarak her taraftan otomobile girdiler. Gözyaşları dökerek Paşa'nın kalpağını, omuzunu öptüler, Paşa'nın ayağındaki tozları sürme gibi gözlerine çekenler vardı.
Köylünün elindeki kart kim bilir ne zamandan beri ve ne müşkülâtla sakladığı Paşa'nın bir fotoğrafisi idi.
Köylüleri Paşanın etrafından ayırmak müşkül olduğu için, şoföre, naçar motoru işletmesini söyledim. Motor işleyince mecburen ayrıldılar. Hareket ettik, fakat sesleri hâlâ bizimle beraber geliyordu:
- Yaşa Paşamız...Namusumuzu, hayatımızı kurtardın, hepimiz sana kurban olalım.
Yunanlılar tarafından hâk ile yeksan edilmiş ve yakılıp yıkılmış olan bu havaliden geçtiğimiz sırada karşılaştığımız bu samimî tezahürat bizi her defasında ağlatmıştır. Halkın böyle heyecanla icra ettikleri candan tezahürat arasında istirdat edilen (-kurtarılan) köylerden ve kasabalardan geçerek Nife geldik.
Nife akşam üzeri vâsıl olmuştuk. Gazi Paşa, buradan İzmir'in kaç kilometre mesafede olduğunu sordu. Nifliler İzmirden 25, 30 kilometre uzakta olduğumuzu söylediler. Başkumandan Paşa civarda bir tepeden İzmir 'i temaşa (-gözetlemek) mümkün olup olmadığını sual etti. Belkahve denilen mahalden (-yerden) İzmir'in göründüğü cevabını verdiler.
-
26 ağustos 1922`de başlayan Başkumandanlık Meydan Savaşının sonuna kadar zaferden zafere koşan Türk komutanları arasında mağlûp Yunan orduları başkomutanı General Trikopis`i esir etmek şerefi Beşinci Kafkas Tümen Komutanı Albay Halit Akmansü`ye nasibolmuştu. Şimdi, bu, meraklı olduğu ölçüde, bugüne kadar bilinmeyen tarihî olayı bizzat kahramanın ağzından dinlemek kadar istifadeli ve zevkli ne olabilirdi?
Beşinci Tümen komutanı ve (daha sonra) Kastamonu mebusu olan rahmetli Halit Akmansü Yunan orduları Başkumandanı ve bütün erkânıharbiyesini nasıl esir aldığını şöyle anlatır:
- 31 Ağustos sabahı, düşmanın çekildiği anlaşılınca, Uşak`a doğru takibimiz devam etti. Fakat benim tümenim, beş günlük kesintisiz savaşlar sırasında 105 subay ile, 1200 er şehit ve yaralı vererek çok yorgun düştüğü için, o gün Küçük Aslıhanlar civarında istirahat ediyordu. Ertesi günü ağırlıklarımızla toplu bir halde Uşak istikametinde yolumuza devam ettik. Eylülün ikinci günü, öğleden sonra ikiye doğru kolbaşımız Karahisar`a yaklaşmıştı ki, dört nala gelen bir köylü:
Çapulcular ordusu
- Onikibin kadar tahmin olunan düşman, köyleri yakarak, Muratdağı cihetinden, Elmadağı - Uşak`a doğru ilerliyor.
Haberini verdi. Bu kuvvet her halde 30 Ağustos Meydan Savaşından kurtulabilen bir kuvvet olabilirdi. Köylü fazla malûmata sahip olmadığından, düşmanın gerçek mevcudunu şu anda bilmek imkânsızdı.
Arazi çok dalgalı, dereli tepeli olduğu için bir şey görülmüyordu. Hemen savaş tertibatı aldırdım. Süvari bölüğünü de, düşman istikametinde keşfe, kuvvetini ve bulunduğu yeri tâyine memur ettim. Biraz sonra süvari, düşmanla temas etti. Biz de zaten ilerliyoruz. Süvari bölüğüm yaya çengine başladı. Bir alayla bu bölüğü takviye ettim. Bir batarya dürbünü ile, düşman istikametini tarassut ve tetkikimde, Elmadağı doğu eteğindeki Karahisar köyünün yandığını ve düşman askerlerinin köy içinde gezindiklerini gördüm. Elmadağı`ndan Kosur deresine uzanan Karahisar köyüne hâkim sırt üzerinde gezinmeler vardı. Fakat arazinin çok arızalı oluşu, Elmadağı gerisinde ne kadar kuvvet bulunduğunu görmeye mâni idi. Ancak düşmanın Elmadağı`nda ve Karahisar`da olduğu artık anlaşılmıştı. Ben tümenin kalan kuvvetiyle Kosur deresinin iki tarafında hazırlık mevziine girdim. Durumun açıklık kazanmasını bekliyorum. Uşak`a gitmiş bulunan kolordu komutanımıza rapor göndererek durumu bildirdik. Düşman son hesaplara göre de filhakika on, onikibin tahmin ediliyordu. Dağı işgali altında bulundurduğu için mevzii bize hâkimdi, akşama da iki saat kadar bir zaman vardı. Dediğim gibi kolordum Uşak`a gitmiş olduğu için tümenim yalnız kalmıştı. Bu durumda tek başımıza ve hemen bir saldırıya kalkmayı doğru bulmadım, ihtiyatkâr hareketi tercih ettim.
Fakat akşama doğru Elmadağı üzerinden, büyük bir beyaz filâma sallandı. Aramızda iki kilometre kadar bir mesafe vardı. Fakat, ilerideki süvarilerimiz bir kilometreden fazla uzakta değillerdi.
Biraz sonra süvari bölüğüme gelen beyaz filâmalı bir Yunan küçük subayını yanıma getirdiler:
- Beni General Trikopis gönderdi. Teslim olacak. Teslim almanızı istiyor... dedi.
- Yanında kim var, ne kadar kuvvet mevcut, neredeler?
diye sorduk.
- Yanında İkinci Kolordu Komutanı General Diyonis, Tümen Komutanı Miralay Vandelis erkânıharbleri, yaverleri ve bir tümen asker var.
Trikopis`in teslim oluşu
Liva komutam Ali Rıza Bey`e, gidip bunları teslim alması emrini verdim.
O gün 23. Tümenden emrime verilen bir alay da dahil olmak üzere, dört piyade alayı "halindeki kuvvetlerimiz Elmadağı eteğindeki Göyem köyü civarında Yunanlıları teslim aldılar. Bunlar hakikaten iki general, bir tümen komutanı albay ve 6.000 askerle 300 yaralıdan ibaretti.
2/3 Eylül gecesi saat ona doğru süvari bölüğü komutanı Yüzbaşı Sivaslı Salih Efendi iki general ile bir miralayı ve yaverlerini, bulunduğum Göyem köyü kuzeyindeki Bölmelik tepeye getirdi. Atla geldikleri halde yorgun, bitkin bir halde idiler. Bunların İzmir`e ilk çıkan 13. Yunan tümeni olduğu anlaşıldı. Teslim olmadan evvel Elmadağı üzerinde bir savaş meclisi kurmuşlar, tümen komutanı `Edremit istikametinden çekilerek kurtulabiliriz, teslim olmayalım` demiş. General Trikopis:
- Her ne kadar vazifemizi yapmış isek de, bu durumda Yunanistan`a dönmemin bir felâket olur. Derdimizi kimseye anlatamayız. Halk galeyan içindedir. En iyisi teslim olmaktır.
Demiş ve böylece teslim olmuşlar. Fakat bize tesadüf etmeseler, pek yaklaştıkları Uşak`a varıp salimen kurtulacaklarını zannediyorlarmış.
Esir Yunan generalleri
Generaller ve maiyetleri karşıma geldiler. Fakat General Trikopis, beni mirî fiyatla levazımdan alınmış ve yollarda yıpranmış bir nefer elbisesi ve kaputu, gene öyle bir nefer çizmesi ve başımda kalpak gibi bir şeyle görünce bir komutana filân benzetememiş olmalı ki, gözlerini sağa sola çevirerek araştırıyordu. Hakkı da yok değildi. O anda cebimde bile topu topu bir liram vardı. Kendisi ise, mükemmel bir Avrupalı kumandan kıyafetinde bulunuyordu.
Bir zaman sesimi çıkarmadım. Nihayet karşısında benden başkasını göremeyince, yüzüme bakıp Fransızca:
- Ou est le commendant?
diyerek, kendisini teslim alacak kumandanı aradı.
Ben, ya Rabbi, bu zalimleri benim gibi mütevazı bir adama teslim ettin.. diye Allah`a şükrediyordum. Sonra, kendisine bir adım daha yaklaşarak, Fransızca:
- Kumandan benim... Hoş geldiniz..
dedim. İnanmıyormuş gibi, şaşkın şaşkın bakıp, bir tereddüt devresi geçirdikten sonra, böyle basit kılıklı birine teslim olmak talihsizliğine düştüğünü hissettiren bir iç çekişle boynunu büktü. Tabancalarını alarak:
- Buyurun..Oturalım.
dedim. Karşı karşıya yere bağdaş kurup oturduk. Meyus ve mahzun bir halde idiler. Özellikle tümen komutanı Vandelis hiçbir şey görmemek ister gibi gözlerini yummuş, düşünüyordu. Yanıma, belki lâzım olur diye Rumca bilen bir Giritli subay almıştım. Meğer Trikopis`in de Fransızcası benden farklı değilmiş. Güzelce anlaştık.
Karınlarının aç olduğunu anlayınca, bir sofra çıkaralım, güzelce yesinler içsinler, dedim ama, kendilerine haber gönderdiğim hâlâ alev alev evleri yanıp duran köylüler, bunları da gözleriyle gördükten sonra : `Kumandanımıza canımız feda... Nemiz var nemiz yoksa onun olsun, ama, bize yapmadıklarını bırakmayan düşmana, avuç dolusu altın da verseniz, alimallah bir lokma ekmek bile veremeyiz... Baksanıza hâlâ yanıyoruz.` diye red cevabı verdiler. Ben de yanımda bulunan zeytin, peynir, ekmekle bir sıcak çay ikram ettim. Ortamıza bir de ateş yaktırdım. Onun çatırdıya çıtırdıya yükselen alevi, esaretin acısını birkaç saatten beri çekmekte olan General Trikopis ile arkadaşlarının yüzlerine bir başka ızdırab ve hüzün veriyordu.
Nihayet, sorgulamaya sıra gelmişti. General Trikopis`e:
- Siz, dedim, vazifenizi yaptınız. Fakat savaş talihi aleyhinize döndü. Zaten memleketimizi haksız yere işgal etmiştiniz. Biz sizi vatanımızdan çıkarmak için çalıştık. Ergeç muvaffak olacağımızdan da emindik ama, bu kadar çabuk, bir hafta gibi kısa bir zamanda ordunuzun darmadağın olarak izmihlale uğrayacağını tahmin edemezdik. Ben Sakarya Meydan Savaşında da tümen komutanı olarak bulundum.Yunan ordusu orada, bu seferki savaşlara nispetle daha ziyade savaş yeteneği göstermişti. Şimdi ne oldu? Başkomutan vekili sıfatiyle elbette bunun sebeplerini bilmeniz lâzımdır. Beni bu yönden aydınlatırsanız çok memnun olurum.
General Trikopis, artık olan oldu, der gibi bir el işareti yaptı ve anlatmaya başladı :
- Yenilgimizin sebepleri çoktur. Bence bunların başında, Sakarya bozgunundan sonra Yunanistan`da kabinenin değişmesini mucip olan büyük galeyan ve Başkomutan General Papulas ile Genelkurmay Başkanı General Dosmanis`in azli gelir. Bundan sonra da ordunun krala sadakatini muhafaza edecek bir başkomutan aranınca, kiralın yaveri Haci Anesti`nin seçilişi gelir ki, bu general başkomutanlık yapacak kudrette değildi. Hele maiyet komutanları da kendisi gibi, aynı düşünce ile tâyin edilince, içine siyaset giren orduda ne güven, ne de düzen kaldı.
Diğer önemli bir sebep de şu olmuştur; casuslarım vasıtasiyle sizin taarruza hazırlandığınızı ve Uşak istikametindeki ricat hattımızı kesmek üzere üstün kuvvetlerle sağ cenahımıza taarruz edeceğinizi haber aldığım zaman bunu Başkomutan Haci Anesti`ye yazdığım halde, o böyle bir saldırıya ihtimal veremediğini söyledi, boş bulundu. Hattâ hava keşifleri ve istihbaratımla saldırı için yığınak yaptığınızı öğrenerek tekrar kendisini ikaz ile sağ cenahta kuvvetli bulunmak için Altıntaştaki ikinci kolordunun sağ cenaha yaklaştırılmasını teklif ettimse de onu buna da inandıramadım. Saldırı hareketinizi bir blöf addederek, teklifimi kabul etmedi.
Dördüncü sebebe gelince; 26 Ağustosta, saldırıya başlayıp da birinci hat siperlerimizi düşürdüğünüz zaman Altıntaş - Eskişehir yönündeki saldırınızın, kuvvetlerimizi orada tespit için olduğunu yazarak, asıl ciddi saldırınızın Afyon bölgesinden olduğunu tasrih ile, gene acele kuvvet istedim. Ancak geç vakit ve yalnız bir tümen gönderildi. Bunu takviyeye muhtaç tümenlere dağıttım ama, iş işten geçmişti, bir fayda vermedi.
Son sebep; cephe, kuvvetimizle tamamen ters genişlikte olduğundan, Eskişehir - Afyon hattında savaşı kabul etmemiz uygun değildi. Ben, geride Belen hattında savaşı kabul etmemiz lâzım geldiğini, daha savaşa başlamadan evvel, başkomutanlığa teklif etmiştim, bu da kabul edilmedi.
Nihayet, bütün bunlara bir de Yunan askerinin, Sakarya Savaşından sonra uzun süre hareketsiz beklemesinin moralini bozmuş olduğunu da ilâve edebiliriz. Bu sırada Yunanistan`da da hava bulanmış, kamuoyunda savaş karşıtlığı alıp yürümüştü. Bu fikir cephedeki askere kadar yayılıp subayların da, erlerin de maneviyatını sarsmıştı, öyle zamanlar oldu ki subaylar ve erler bizzat benim emrimi dinlemez oldular.
İşte Yunan ordusunu umulmadık bir yenilgiye uğratan başlıca sebepler bunlardır.`
Üç Eylül sabahı General Trikopis ile arkadaşlarını süvari bölüğüme teslim ederek Uşak`a gönderdim.
O gün Başkomutan Mustafa Kemal Paşa ile Erkânıharbiyei Umumiye Reisi Fevzi, Cephe Kumandanı İsmet, Dördüncü Kolordu Kumandanı Kemalettin Sami ve Birinci Ordu Kumandanı Nurettin Paşalar da Uşak`ta idiler...`
-
...Baksanıza hâlâ yanıyoruz. diye red cevabı verdiler. Ben de yanımda bulunan zeytin, peynir, ekmekle bir sıcak çay ikram ettim. Ortamıza bir de ateş yaktırdım. Onun çatırdıya çıtırdıya yükselen alevi, esaretin acısını birkaç saatten beri çekmekte olan
General Trikopis ile arkadaşlarının yüzlerine bir başka ızdırab ve hüzün veriyordu.
Nihayet, sorgulamaya sıra gelmişti. General Trikopise:
- Siz, dedim, vazifenizi yaptınız. Fakat savaş talihi aleyhinize döndü. Zaten memleketimizi haksız yere işgal etmiştiniz. Biz sizi vatanımızdan çıkarmak için çalıştık. Ergeç muvaffak olacağımızdan da emindik ama, bu kadar çabuk, bir hafta gibi kısa bir zamanda ordunuzun darmadağın olarak izmihlale uğrayacağını tahmin edemezdik. Ben Sakarya Meydan Savaşında da tümen komutanı olarak bulundum.Yunan ordusu orada, bu seferki savaşlara nispetle daha ziyade savaş yeteneği göstermişti. Şimdi ne oldu? Başkomutan vekili sıfatiyle elbette bunun sebeplerini bilmeniz lâzımdır. Beni bu yönden aydınlatırsanız çok memnun olurum.
Yenilginin asıl kaynağı
Yenilginin asıl kaynağı
General Trikopis, artık olan oldu, der gibi bir el işareti yaptı ve anlatmaya başladı :
- Yenilgimizin sebepleri çoktur. Bence bunların başında, Sakarya bozgunundan sonra Yunanistan'da kabinenin değişmesini mucip olan büyük galeyan ve Başkomutan General Papulas ile Genelkurmay Başkanı General Dosmanis'in azli gelir. Bundan sonra da ordunun krala sadakatini muhafaza edecek bir başkomutan aranınca, kiralın yaveri Haci Anesti'nin seçilişi gelir ki, bu general başkomutanlık yapacak kudrette değildi. Hele maiyet komutanları da kendisi gibi, aynı düşünce ile tâyin edilince, içine siyaset giren orduda ne güven, ne de düzen kaldı.
Diğer önemli bir sebep de şu olmuştur; casuslarım vasıtasiyle sizin taarruza hazırlandığınızı ve Uşak istikametindeki ricat hattımızı kesmek üzere üstün kuvvetlerle sağ cenahımıza taarruz edeceğinizi haber aldığım zaman bunu Başkomutan Haci Anesti'ye yazdığım halde, o böyle bir saldırıya ihtimal veremediğini söyledi, boş bulundu. Hattâ hava keşifleri ve istihbaratımla saldırı için yığınak yaptığınızı öğrenerek tekrar kendisini ikaz ile sağ cenahta kuvvetli bulunmak için Altıntaştaki ikinci kolordunun sağ cenaha yaklaştırılmasını teklif ettimse de onu buna da inandıramadım. Saldırı hareketinizi bir blöf addederek, teklifimi kabul etmedi.
Sakarya'dan sonra
Dördüncü sebebe gelince; 26 Ağustosta, saldırıya başlayıp da birinci hat siperlerimizi düşürdüğünüz zaman Altıntaş - Eskişehir yönündeki saldırınızın, kuvvetlerimizi orada tespit için olduğunu yazarak, asıl ciddi saldırınızın Afyon bölgesinden olduğunu tasrih ile, gene acele kuvvet istedim. Ancak geç vakit ve yalnız bir tümen gönderildi. Bunu takviyeye muhtaç tümenlere dağıttım ama, iş işten geçmişti, bir fayda vermedi.
Son sebep; cephe, kuvvetimizle tamamen ters genişlikte olduğundan, Eskişehir - Afyon hattında savaşı kabul etmemiz uygun değildi. Ben, geride Belen hattında savaşı kabul etmemiz lâzım geldiğini, daha savaşa başlamadan evvel, başkomutanlığa teklif etmiştim, bu da kabul edilmedi.
Nihayet, bütün bunlara bir de Yunan askerinin, Sakarya Savaşından sonra uzun süre hareketsiz beklemesinin moralini bozmuş olduğunu da ilâve edebiliriz. Bu sırada Yunanistan'da da hava bulanmış, kamuoyunda savaş karşıtlığı alıp yürümüştü. Bu fikir cephedeki askere kadar yayılıp subayların da, erlerin de maneviyatını sarsmıştı, öyle zamanlar oldu ki subaylar ve erler bizzat benim emrimi dinlemez oldular.
İşte Yunan ordusunu umulmadık bir yenilgiye uğratan başlıca sebepler bunlardır.
Üç Eylül sabahı General Trikopis ile arkadaşlarını süvari bölüğüme teslim ederek Uşaka gönderdim.
O gün Başkomutan Mustafa Kemal Paşa ile Erkânıharbiyei Umumiye Reisi Fevzi, Cephe Kumandanı İsmet, Dördüncü Kolordu Kumandanı Kemalettin Sami ve Birinci Ordu Kumandanı Nurettin Paşalar da Uşakta idiler...
Kadifekalede Türk bayrağı
Hakikaten oradan İzmirin körfezi, Kadifekale ve diğer bazı mahaller (-yerler) gayet iyi görülüyordu. Güneş bir defa daha gurup ediyordu ki, hâtırası aziz Türkiyemiz üzerinde ilelebet payidar olan bir manzarayı bizzat seyretmek saadetini tattık, Kadifekaleye Türk bayrağı çekiliyordu.
Güneş yavaş yavaş alçalmış, İzmir körfezinin yeşil sularında erimişti. Hiçbirimiz Belkahveden ayrılamıyorduk. Bu arada ağaçlıklar arasından bir araba sesi geldi. Tek atlı bir yol arabası İzmir cihetinden gelmekte ve arabacı şarkı okumakta idi. Nereden geldiğini sorduk. Gür bir sesle:
- İzmirden! dedi.
- İzmirde ne var ne yok? dedik.
- Askerlerimiz Kordonda geziyor, cevabını verdi.
- Doğru mu söylüyorsun? diye sorduk.
- Nah, işte İzmir, gidin de bakın! diye körfezi işaret etti ve yoluna koyuldu.
Yürüyüş nizamında ilerleyen bir fırka
Daha bir müddet orada kaldıktan sonra Nife dönmek üzere hareket ettik. Yolda bir fırkanın İzmire doğru yürüyüş nizamında ilerlediğini gördük. Efrat (-Mehmetçikler) günlerce süren yürüyüşlerine rağmen yorgunluk âsârı (-eseri) göstermiyorlar, bir an evvel İzmire ulaşabilmek için can atıyorlardı.
Gazi Paşa bana:
- Askerlere, arkadaşlarının İzmire girdiklerini söyle, dedi. Emri tebliğ etmek üzere ayağa kalktım. Kolbaşına elle işaret ederek kıtayı durdurdum:
- Arkadaşlar nereye gidiyorsunuz? diye sordum.
- İzmire! diye haykırdılar.
- Süvarilerin İzmire girdiklerini biliyor musunuz? dedim ve arkadaşlarının İzmire girdiklerini haber verdim. İçlerinden biri:
- Aferin be! diye bağırdı. Hepsi birden şevkle (-coşkuyla) yollarına devam ettiler, biz de Nife döndük.
Geceyi Nifte geçirdik. Gazi Paşa ertesi günü - İzmirde kendilerine bir ikametgâh ihzar (-oturulacak yer seçmek) üzere - erkenden hareketimi emir buyurdular. Emirleri mucibince (-gereğince) sabahleyin henüz şafak sökerken arkadaşım Mahmut, Ruşen Eşref ve Paşa hazretlerinin maiyetinde şifre memuru Memduh Beylerle beraber hareket eyledik.
İzmire geldiğimiz zaman...
İzmire vardığımız zaman fırka kolbaşısı şehre mızıka çalarak giriyordu. İzmir halkı sokaklarda, neşeden çılgın bir halde, istihlâsı tesit (-kurtuluşu tebrik) ediyorlardı. Damlardan, evlerin pencerelerinden kadınlar askerlerimizin üzerine çiçek, halk kolonya, gülsuyu serpiyorlardı. O zaman nereden tedarik edildiğini elan (-halen) anlayamadığım Gazinin kartları halkın başında, göğsünde ve evlerde görünüyordu. Kalabalıktan tevakkuf etmeye (-duraklamaya) mecbur olduğumuz zamanlar, halk otomobilimize hücum ediyor, hepimizi ayrı ayrı öpüyordu.
Bu pâyânsız şevk ve şadi arasında hükümet konağına geldik. İzzeddin Paşa vali vekili olmuştu. Biz Karşıyakada Kral Kostantinin, müteakiben (daha sonra) da İstiryadisin oturduğu köşkü Gazi Paşa için hazırlamak üzere yola çıktık. Ecnebi sefainden (-yabancı gemilerden) çıkarılan bahriye efradına (-askerine) şurada burada tesadüf ediliyordu. Bilhassa Karşıyakaya gitmek üzere Bayraklıdan geçerken, rast geldiğimiz ecnebi (-yabancı) askerlerinin otomobilimizin önünde vaziyet alarak selâm vermeleri unutulur hâtıralardan değildir. Muzaffer ordunun biz âciz fertlerine karşı yapılan bu muamele, insanın nazarlarını (bakışlarını) bir zaman evvele, İstanbulun işgal zamanındaki vakalara celbediyordu (-olaylara çekiyordu).
Köşke geldiğimiz zaman civardaki hanımlar yanımıza geldiler. Maksadımızı anlar anlamaz:
- Biz paşamız için her şeyi kendi elimizle yapacağız, siz yorulmayınız. Ancak her şeyin hazır olduğunu gidiniz, kendilerine haber veriniz! dediler.
Biz de yapacak bir iş kalmadığını anlayarak, Gaziye keyfiyeti haber vermek üzere döndük. Halkapınara gelmiştik ki süvarilerin tertibat almış olduklarını gördük.
-
İzmir'e ilk giren İkinci Süvari Fırkası Kumandanı Miralay Zeki Bey (Sonradan Umum Jandarma Kumandanlığına gelen General Zeki) Fırkasının savaş seyrini ve İzmir'e girişlerine ait anılarını şöyle anlatmıştır:
'Kumandasına memur olduğum İkinci Süvari Fırkası, düşman ordusunun gerisini çevirmek görevini almıştı. Bunun için sarp Ahor dağlarını aşmak gerekiyordu. Düşmanın aşılmaz zannettiği bu dağları, süvarilerimiz bir gece yürüyüşüyle geçerek düşman ordusunun gerisine ulaştılar. Böylece Sakarya Savaşından, yâni bir yıldan beri iki ordu yeniden karşı karşıya gelmiş, aradaki kalın perde kalkmıştı.
Buradaki vazifemiz düşman yedek kuvvetlerini asıl saldırı cephemize gitmekten menetmekti; bu maksatla harekâta geçildi ve Yunan yedek kuvvetleri grubunun bulunduğu tahmin edilen istikamete tevcih olundu. Yolda, küçük köyde küçük bir direnişe maruz kalındı, burada bulunan ve köyü muhafaza etmek isteyen düşman İkinci Alay kuvvetlerimizin hücumuyla tamamen imha edildi, oralardan geçen takriben bir kilometrelik demiryolu da tahrib edildi. Teğmen Yıldırım Kemal Bey, ki pek kıymetli bir genç subayımızdı, burada şehid düşmüştür.
27 Ağustos gecesi, durmadan yürüyüşe devam edildi. Bu yürüyüş düşman ordusunun gerisinde ve kuzey istikametinde yapılıyordu; Eğert civarına kadar varıldı, böylece Başkumandanlık tarafından çizilen ilk büyük çemberin ağzı, süvari kuvvetlerimiz tarafından, tâyin edilen zamandan evvel kapanmış oldu.
28 Ağustos sabahı gün doğmadan, süvari fırkamız Trikopis karargâhiyle düşman yedek grubu kumandanı Diyenis karargâhı arasında ve tamamen cephe boyundaki düşman ordusunun arkasında yer almış bulunuyordu. Bu durumumuzdan daha çok faydalanmak gayesiyle Diyenis kuvvetlerine, alaca karanlıkta atlı grub baskınları yapıldı; henüz uykudan uyanmakta olan düşman yedek birlikleri bozguna uğradı; bu arada Diyenis'in yattığı çadırın da delik deşik edildiğini, bilâhare esir edilen bu kumandan, bizzat ifade etmiştir. İki düşman grubu arasındaki yegâne emin ve uygun yolda bulunan ve bütün düşman tekerlekli vasıtalarını kapsayan nakliye teşkilâtı da bu saldırımızdan nasibini aldı; yüzlerce araba ve otomobilin yoldan çıkarak dağlara kaçmak istemeleri, ordugâhtaki kıt'anın yığın halinde firarları tasviri mümkün olmayan bir görünüm teşkil ediyordu.
Diyenis'in bu sıralarda kararsız bir durumda bulunduğu sonradan öğrenilmiştir. Filhakika Yunan ihtiyat kuvvetleri kumandanı o sırada Trikopis'in yardım dâvetine uymakta bir türlü karar verememiş ve henüz Başkumandan bulunan Haci Anesti'nin Bolvadin istikametindeki saldırı emrini de tatbik edememiş bulunuyor ve en yumuşak yol telâkki ettiği geride toplanmak hareketini yapmaya hazırlanıyordu. Türk süvari kuvvetlerinin alaca karanlıktaki beklenmeyen baskınına, işte böyle bir zamanda maruz kalmıştı.
Diyenis, yeniden toparlanıp savunma tertibatı hazırlamak gayesi ile Trikopis ile acele görüşmek istedi, fakat akşama kadar yaptığı girişimler sonuçsuz kaldı. İki saatlik yolu, devamlı baskınlar ve çarpışmalar yüzünden, ancak sekiz saatte aşabildi. Bizim için maksat hasıl olmuş, düşmanın el değmemiş kuvvetlerinin Dumlupınar'a zamanında yetişmelerini önlemek vazifesi başarıyla yapılmıştı. Filhakika süvari fırkamız kıt'aları fedakârane vazife görmüş, tehlikeleri umursamamış, düşman kuvvetlerinin ayağına takılan bir zincir olmuştu. Başta13. Alay Kumandanı Galip Bey olmak üzere bir hayli subay ve askerimiz bu savaşlarda şehid düşmüştür.
Diğer düşman grubu kumandanları Trikopis ve Diyenis akşama doğru varabildikleri Olucak köyünde birleştikleri zaman öyle bir hale gelmişlerdi ki, kumanda ettikleri ordular değil, kendi karargâh birliklerine bile hâkim değillerdi. O kadar ki, Yunan karargâh askerleri, ertesi sabah kaçarken, kumandanlarının gecelediği bu köyü yakmak ve zavallı köy halkını öldürmek gibi zalimane ve alçakça hareketlerden çekinmemişlerdir.
Düşman kumandanlarının birleşip vaziyetlerine çare aradıkları sırada Dumlupınar silsilesi güneyden piyade fırkalarımız tarafından işgal ediliyordu. İkinci ordumuz ise düşman ordularını daha dar ve kuvvetli bir çember içine alıyordu. Süvari fırkamız da, uzun bir yürüyüş yaparak Kızıltaş deresinin en dar yeri olan Belve geçidine intikal etmişti.
Kızıltaş deresi ve Belve geçidi... Başkumandanlık Meydan Savaşından kurtulabilen ve Kızıltaş deresi içine yığın halinde giden düşman sürüleri kesif ormanlar içinde ve derenin en dar ve sarp bölgesinde yeniden ateşe uğrayınca cidden acınacak hale geldiler ve bu hal ile sürüklenerek Murad dağlarına çıkmaya başladılar; fakat yine süvarilerimizi önlerinde buldular! Bu vaziyetten kurtulmak için bir yol aradılar, şimalden cenuba, Uşak istikametine döndüler. Bundan sonra kendilerini o kadar güvende sandılar ki, geçtikleri yerlerdeki ağaçlara kâğıtlar asarak arkadan gelen sürülere yön tâyin ediyorlardı. Halbuki bu yol da kapanmıştı; güneye süratle yetişen Kemalettin Sami Paşa kolordusu, kurtulduklarını zanneden bütün bu sürüleri esir etmişti.
Eylülün ikisi olmuştu. Bundan sonra Uşak bölgesinde kalıp batıya kaçan düşman birliklerini de yakalamak ve bu maksatla uzun yürüyüşler yapmak lâzımdı. O gün süvari kolordusunun öncüsü olan fırka, gece yarısı Uşak'ın kuzeyindeki Derbent köyünden hareket etti, yirmi saatten fazla yürümek ve yolda yalnız iki saat istirahat etmek koşuluyla 4 Eylül sabahı şafak sökmeden Kula'ya varmıştı. 4 Eylül sabahı şehri yakmak üzere Kula'da toplanan düşman askerleri basıldı, yüz kadarı esir, kalanları yok edildi; kaçanlar takip edildi. Kurtulan kasabada sevinç sesleri ile dışarı fırlayıp atların ayakları altına atılan halkın manzarası en metin askerleri bile ağlatmıştı.
Halkın şükran gösterileri karşısında uykusuzluğu, yorgunluğu unutan birliklerimiz, yeni bir emir verilmediği halde kendiliklerinden takibe devam ediyorlardı. Bazen, zorunlu olarak, efrat yolda hayvan üzerinde uyuyor ve yollara dökülen çoluk çocuğun toplayıp, dağıttıkları saç ekmekleriyle yetinerek durmadan harekete devam ediyorlardı. Varını yoğunu çıkaran ve askere vermek için birbirini çiğneyen köylülerin manzarası tasavvur edilemez bir haldi.
Alaşehir'le Salihli arasında ve az çok toplu bir halde olan son Yunan kuvvetlerine Dereköy istasyonu civarında yetişerek tekmil fırka ile hücum edildi. Kanlı bir savaş oldu. Düşman Ödemiş istikametinde dağlara kaçırmak istediği adedi mahdut toplarından bir kısmını da burada terk eyledi. Düşmanın bulunduğu ve geçtiği yeri bulmak kolaydı: Yangın olan yerlerde düşman vardı veya buradan, geçmişti!
Bundan sonra hesapça düşman ancak şuradan buradan getireceği dağınık birliklerle İzmir önünde bir artçı savaş verebilirdi. Fırkamızın, biri doktor olmak üzere dört yaralı subayla, yaralı Mehmetçiklerin, geriden gelmekte olan Birinci Kolorduya emanet ederek yürüyüşe devam ettik ve kestirmeden yedi Eylül akşamı Manisa'nın batısına yetiştik. Ne yazık ki, Manisa da yanmıştı.
8 Eylül sabahı... İzmir'i, o gün kurtaralım, diye acele ettik. Fırkam, Kolordunun diğer birkleriyle birlikte 8 Eylül sabahı Manisa civarında toplandı. Manisa'yı yakıp Horos köyü üzerinden İzmir'e gitmek isteyen bir sürüye daha tesadüf ettik. Bunları takip ve imha ede ede Bornova'nın doğu sırtlarına ulaşmış olduk. Düşmanın ufak bir kuvvetiyle cepheden ve Nif üzerinden gelen kuvvetleriyle gerimizden tekrar savaşmaya başladık. Guruba kadar devam eden bu ufak savaş, düşmanın karanlıktan istifade ederek dağ yolundan Çeşme tarafına firarı ile neticelendi.
Fırka, 9 Eylül sabahı, saat 10'da süvari kolordusunun öncüsü olarak Bornova üzerinden İzmir'e dahil oldu. Sakarya muharebesindeki akınlarda cesaretleriyle beliren Teğmen Sıtkı Efendi'yi İzmir kapısında son kurban olarak verdik. Başta giden öncü kumandanı Şerafeddin Bey'in, Bornova'da ufak bir çatışmada atı yaralandı. Şurada burada çeteler ve özellikle Menemen yolundan gelen düşman dağınık birliklerinin karşı yakadan geldikleri görülüyordu. Mersinli'de o kadar çok esir alındı ki, fırka birlikleri bunların içinde kayboldu!
Şerafeddin Bey kumandasında iki bölük öncü olmak üzere yirminci ve dördüncü alaylar tam bir intizam ve sükûnetle caddeyi takiben ilerlemekte iken Halkapınar'da bir un fabrikasından açılan ateşte başta gidenlerden dört Mehmetçik şehit düştü. Öncü, bu mütecavizlerle fazla meşgul olmayarak ve bilhassa ateşle mukabeleye kıyam etmeksizin, yürüyüşüne devam eyledi. Arkadan bütün fırka geliyordu. Şerafeddin Bey, yanında emir subayı Teğmen Hamdi Bey ve Teğmen Riza Efendiler ve bir takım asker olduğu halde, Kordonboyu'nu takip eylemişlerdir. Pasaport yeri civarında atılan bombalardan Şerafeddin Bey yaralanmışsa da sükûnetle icap eden mukabelede bulunmuş ve yaralı olduğu halde tevakkuf etmeyerek hükümet dairesine kadar gitmiştir. Şerafeddin Bey, kapalı hükümet binasını Teğmen Rizâ Efendiyle açarak Türk nöbetçilerini yerleştirmiş ve sancağımızı göndere çekmiştir. İzmir'e ilk giren Türk subaya adanan bir kıymettar kılıçla ödüllendirilen Şerafeddin Bey, kendisiyle övünülecek bir vakar ve celâdet göstermiştir.
Yirminci alay Urla istikametinde kaçan düşmanı takip etmiş, dördüncü alayın bütünüyle ikinci alay Funta'dan ayrılarak Kadifekale'ye gitmiştir. Kokaryalı'da bâzı evlerden açılan ateşten bir neferimiz yaralanmıştır.
Durumdan habersiz bir Yunan birliği trenle Aydın'dan Kemer istasyonuna gelirken bir süvari bölüğümüz tarafından tevkif edilmiştir. Pek şaşkın durumda olan bu askerler ayaklanmaya girişmiş olsalar da, Fransız subaylarının bile artık karşı koymanın faydasız olduğunu söylemeleri üzerine, olaysız, esir kafilesine dahil edilmişlerdir. Bütün sokaklar düşman askeri, çete ve bırakılmış eşyalarla dolu idi. Yabancı gemi ve askerleri düdük çalmak ve hurra sesleriyle bağırmak suretiyle askerlerimizi alkışlamışlar ve her yerde ihtiramla (-saygı duruşuyla) selâmlamışlardır. İcap eden yerlere derhal muhafızlar verilmiş, hemen şehir trenlerinin hareketi temin edilmişti.
Mersinli'de Manisa bölge kumandanını bekleyen iki karargâh otomobiline karargâh arkadaşlarımla beraber binerek öncü olarak hükümet konağına geldim. Şerafeddin Bey'le görüşen konsoloslarla tanıştım, kendilerine sükûn ve asayiş hususunda müsterih olmalarını söyledim. Hükümet binasına gelenler arasında bulunan Sadayıhak (-Halkın Sesi) Gazetesi başyazarı İsmail Hakkı Bey aracılığıyla ve gazete ile şu ilânı neşrettirdim:
-
Ters ten düzden derken çok hızlı bir şekilde ilk ağızlardan kısaca 26 ağustos 9 Eylül ü anlattık okuyan okudu okumayanın canı sağ olsun ama bitti mi hayır... Bitmez bu bir destandır özet yaptık biraz anı biraz resim biraz albeni lazım ama şu bir gerçek ki dilimde aynı marş gözlerimde o mavi bulut yaşasın ATATÜRK... Ulusal bütünlüğümüzü bir şekilde bozmaya çalışan ve bunun için dil din ırk farketmeden karıştıranlara karşı çok ciddi uyanık olmamız lazım geldiğinin altını vurgulamam lazım ...
Çağımızın en büyük silahı bombalar değildir çağımızın en büyük silahı inanmış insandır. Unutmayın ki cahil insan çok kolay inanır yanlışı doğru görür inandığı değerdede cahil cesaretiyle orantılı tepki verir. Onun için eğitimli inanmışlar ordusu yaratmak gerekmektedir.
Tarihi yaşarken yakalamalı ve anlamalıyız. Yoksa elalemin kuklası oluruz. Şehit kanları ile bağımsızlık savaşı için sulanmış bu kutsal topraklarda uyduruk futbol ; kerametleri kendinden menkul manken pop top yıldızları ; minietek türban kavgaları gibi suni gündem ve gözboyamaları ile uğraşırken kanla alınmış toprakların parayla satıldığına geç uyanırız.
15 yıl süren Cumhurbaşkanlığı süresince bir kere bile yurt dışına çıkmamış olan Ulu Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk ün yanında çok kısa süren başkanlık başbakanlıkları süresince Türkiye ye geçerken uğrayan yöneticiler arasında ki farkı çok ama çok iyi anlamalıyız. Birleşmiş Milletlere bile tek davetle giren ülke olma gururunun yanında geleceği meçhul bir AB uydurukluğuna yalvarmamızı iyi değerlendirmeli nereden nereye geldik diyebilmeliyiz....
İlk fotoğraftaki iki ere bakıp bugünkü marka tutkunluğumuzu sorgulamalı ' yahu biz ne yapıyoruz diyebilmeliyiz...' Uyduruk iki gece kulübüne gitmek hayatımızın mihenk noktası olmamalı para hırsı ise gözümüzü boyamamalıdır. Unutmayın ki sizler TÜRK oğlu/Kızısınız yazıktır incitmeyin atanızı....
kalplarinizden vatan sevgisi hiç yok olmasın. Çıkar çevrelerinin sizleri yönelttiği yaşam kavgası içerisinde vatanı asla ikinci plana atmayın unutmayın ki istenen yaşam kavgası içerisinde ulusal değerleri ve vatanı unutturmaktır. Bu oyuna gelmeyin.... Cartız curtuz laflarına aldanmayın. İleride Allah huzurunda hesap verirken en kutsal değer olan vatan için ne yaptın ın yanıtını mutlaka bilin... Unutmayın vatan Türban veya Mini eteğin altında değil ŞANLA DALGALANAN AYYILDIZIN ALTINDADIR... VATAN SEVGİSİ EN KUTSAL DEĞERDİR. BU DEĞERE SAHİP ÇIKAMAYANIN GEÇMİŞİ GELECEĞİ OLAMAYACAĞI GİBİ SAHİP ÇIKACAĞI BAŞKA DEĞER DE KALMAYACAKTIR...
ULU ÖNDER ATATÜRK' ÜN ÇİZDİĞİ ÇAĞDAŞ UYGARLIK YOLUNDAN SAPMADAN TÜRKLÜĞÜMÜZ LE ÖĞÜNMESİNİ AMA AYNI ZAMANDA ÇALIŞMASINIDA BİLELİM...
Kulaklarımda çınlayan marşa gelince oda şudur ....
izmirin dağlarında çiçekler açar.
altın güneş orda sırmalar saçar.
bozulmuş düşmanlar hep yel gibi kaçar.
yaşa mustafa kemal paşa,yaşa
adın yazılacak mücevher taşa.
izmir dağlarına bomba koydular
türkün sancağını öne koydular.
şanlı zaferlerle düşmanı boğdular.
kader böyle imiş ey garip ana
kanım feda olsun güzel vatana.
izmirin dağlarında oturdum kaldım
şehit olanları deftere yazdım.
öksüz yavruları bağrıma bastım.
kader böyle imiş ey garip ana
kanım feda olsun güzel vatana
türk oğluyum ben ölmek isterim.
toprak diken olsa yatağım yerim.
allahından utansın dönenler geri
yaşa mustafa kemal paşa, yaşa
adın yazılacak mücevher taşa
-
Tersin tersi geliyor şimdi nereden nereye diyeceksiniz ama araya bunu yazmasam ben olamam ki... Buda savaş kadar gerçek savaş kadar kahramanlık savaş kadar acı..
http://www.gallipoli1915.org/images/...an/1adsiz1.JPG YAŞAYAN SON ÇANAKKALE KAHRAMANI SAYILIRDI.....
Savaşçı, cengaver bir milletiz; asker olmakla övünür, askere gitmeyene kız vermeyiz Askerlik hatıralarını hiç unutmaz, ama askerden kaçmanın da binbir yolunu araştırırız Davul zurnayla birliğine teslim ettiğimiz delikanlıları marşlarla cepheye uğurlarız Cephede bıraktığımız şehitlere de ağıtlar yazar, anıtlar dikeriz
Tek kötü yanımız, ister sağlam ister yaralı dönsünler, inançlarımıza göre şehitten sonraki mertebe olan gaziliki yakıştırdığımız insanlara hiç kıymet vermeyişimizdir Sanki orada ölmeleri şartmış, geri dönmemeleri gerekiyormuş gibi
Gazileri adam yerine koymayız; bu yüzden maaşlarına zam yapmayız, hatta askeri hastanelerden yararlanmalarını bile engelleriz Aldıkları fiziksel ve psikolojik hasarı onarmak için çaba sarfetmeyiz; bu nedenle gaziler sağda solda intihara kalkışırken rehabilitasyon merkezleri de ilgisizlikten çürür gider
Uzun etmeyeyim; 20. yüzyılın başında, neredeyse kesintisiz 20 yıl boyunca o cepheden bu cepheye koşturan Türk milleti, şehitler bir yana, nedense, bugünkü varlığını ve vatanını borçlu olduğu gazileri unutmaya, unutturmaya yönelmiş, hatırlamaktan kaçınmıştır
Hatırlasaydık, acaba neler yapardık?
Örneğin, o meşum 1915 yılında Gelibolu Yarımadasında yaşanan tarifsiz savaşı hatırlasaydık, önce o savaşa katılıp da her nasılsa hayatta kalmayı başarmış insanlara bir başka özen gösterirdik... Örneğin; onların her birine bir madalya verip onurlandırabilirdik... Bu savaşta çoğu bir uzvunu kaybetmiş olan bu insanlara geri kalan yaşamlarında geçimlerini sağlayacak kadar bir maaş bağlayabilirdik...
Ama bunları hiç yapmadık... Geliboludan sağlam kurtulanlar önce Filistine götürüldü; oradan canlı ve tek parça dönenler de Kurtuluş Savaşına katıldılar. Bu iki cephede yaralandığı ya da hastalandığı için Kurtuluş Savaşına çağrılmayanlar daha o günlerden itibaren kaderlerine terkedildiler. Oysa, İstiklal Madalyası alan tüm silah arkadaşları gibi onlar da çarpışmıştı vatan için... Kanlarını da dökmüş, kimisi organlarından birkaçını da feda etmişlerdi bu topraklar için...
Suçlar gibi Onlar Osmanlı askeriydiler dedik ve unutulup gittiler; bir teneke madalya dahi verilmedi bu insanlara... Taa ki 1990 yılına kadar... Bu tarihte, ANAP Çanakkale Milletvekili Ayhan Uysal ve 9 arkadaşının önerisi üzerine toplanan Milli Savunma Komisyonu, Çanakkale Savaşlarına katılanlara bir Şeref Madalyası verilmesini hükme bağlayan yasa önerisini kabul etti.
Ama, bu öneri yasalaştı mı; yasalaşan bu öneri sonucu kaç kişiye Şeref Madalyası verildi; ya da o günlerde bu Şeref Madalyasını alacak Çanakkale Savaşı gazisi var mıydı hayatta, inanın bilmiyorum...
Hatırladığım; 1990 yılında yaşayan bir ya da iki Çanakkale gazisinin kaldığı... Ben de Çanakkale gazisiyim diye ortaya çıkanların çoğunun gerçekte Kurtuluş Savaşı gazisi, çok küçük bir kısmının da çocukları tarafından Belki maaş bağlanır ümidiyle bir eski asker elbisesi giydirilip sokağa bırakılmış, neredeyse bunamış ihtiyar dedeler olduğu biliniyor...
Neyse biz devam edelim ....
Bakkal Salim Mutlu, Romanyalı bir göçmen ailenin çocuğuydu... Türkiyeye göçtükleri zaman Geliboluda iskan edilmişlerdi. Küçük bir çocuk sayılırdı o zamanlar; bütün günü sokakta geçirir, tarlada bayırda koşar oynardı...
Küçükken her yağmur yağdığında alt üst olan topraktan hurdalar çıkardı ortaya... Bunları toplar, kilosu iki-üç kuruşa satardık. Bu arada elimize çok şey geçti; kurşun delikleriyle dolu iskeletler, parçalanmış kafa tasları, paslı silahlar ve özel eşyalar... O zamanlar çok olağan bir şeydi bu... derdi... Ama o, diğer arkadaşlarının tersine, eline geçen herşeyi hurdacılara satmamış; ilginç bulduğu parçaları kendine saklamıştı. Bunu farkeden arkadaşları da ellerin geçen benzer parçaları Salime getirmeye başlamışlardı; Salim para verip alıyordu getirilenleri...
Romanyadan birlikte göçtükleri komşularının kızı Fatma ile evlenmişti Salim Mutlu Zaten çocukluk arkadaşı olan bu kız, onun tutkusunu da biliyordu. Hayatını kazanma zamanı geldiğinde bakkallığı seçen Salim, savaş anıları saklamaktan vazgeçmedi... Birlikte, ailelerine tahsis edilen toprağa gidiyor ve bütün gün orada da çalışıp ekip biçiyorlardı.
Her çapa vuruşunda, her kazmada topraktan kemik fışkırıyordu o zamanlar diye anlatmıştı Fatma Bacı o günleri... Sonunda köylü isyan etti; konu ilgili mercilere ulaşınca da bir dolu asker geldi tarlaların olduğu yere Arazi günlerce kazıldı ve çıkarılan kemikler tam 80, evet 80 GMC ile taşındı bir yerlere Meğersem, savaş zamanında şehit mezarlığı olarak kullanılmış buralar
Salim Mutlu da bu arada boş durmuyor, eline ne geçerse saklayıp koruyordu Ama, evinin de kullanılacak yeri kalmamıştı; onu tamamen bu eşyalarla doldurup Çanakkale Harp Hatıraları Müzesi yaptı. Müzeye giriş paralı değildi; isteyen ziyaretçi yardım kutusuna gönlünden kopan miktarı bırakıyordu, müze de ihtiyaçlarının bir kısmını bu gelirden karşılıyordu. Ama asıl finansör, Salim Mutlu ve Alçıtepedeki küçük bakkal dükkanıydı...
Müzesindeki parçaları toplamaya başladığından neredeyse 30 yıl sonra, 1980lerin sonunda birileri geldi kapısına Salim Mutlunun... Dediler ki, Şu müzenin en nadide parçalarını alacağız ve Kabatepede yapılacak devlet müzesine koyacağız. Sana da, al şu kadar para...
Para hiç umurunda değildi Salim Mutlu nun ama, işin boyutu giderek onu aşmaya başlamıştı... Hem biraz hastaydı, hem sahibi olduğu savaş anılarını koyacak yer bulamıyor, hem de onların bakımına para yetiştiremiyordu. Yine de elinden geleni yapmış, bu anıları bunca yıl korumayı başarmıştı. İster istemez kabul etmek zorunda kaldı bu buyruğumsu teklifi... Birileri geldi; eşyaların en nadide olanlarını seçti ve gittiler.
Yaşamı boyunca bulup sakladığı kişisel eşyaların evinden birkaç kilometre ötede, güvenli bir müzenin camekanlarında sergilenmesinden mutluydu Salim Mutlu ama, 60 yaşından sonra da yaşamını değiştirmeye niyeti yoktu. Müzesiz yapamayacağını biliyordu; yeniden başladı savaş anıları toplamaya... Bakkal dükkanının yanındaki evin iki odasını ayırdı onlara ve kapıya tabelayı astı yeniden: Çanakkale Harp Hatıraları ve 80 İlimizin Toprak Seramik Kolleksiyonu...
Unutmadan eklemeliyim; Salim Mutlu, bir ara tüm illerimizin valilerine bir yazı yazmış ve onlardan Bir otantik kap içinde il toprağı göndermelerini rica etmişti. Bu ricaya sadece İstanbul ve Kırklarelinden cevap alınca, bu kez kendi yollara düşmüş ve bütün illere gidip oralardan vatan toprağı getirmişti müzesine...
Kabatepe Müzesi;nin girişindeki panoda, müzeye emekleri geçen kişilerin isimlerinin arasında Salim Mutlununkini görememezsiniz. Sakın görevliye sormayın
Neden onun ismi yok burada diye
Parayla sattı bu eşyaları, onun için der görevli kısaca
Ne fark eder, bütün bu eşyaları bulup çıkaran ve bugünlere kadar saklayan oydu diye üstelemeyin alacağınız yanıt
Valla ben bilmem, Orman Müdürlüğüne soracaksınız olur...
Böylece sizde öğrenirsiniz benim gibi Bir müzenin orman müdürlüğüne bağlı olabileceğini Herhalde dünyada tek örnektir
Oysa, bu işi Belki bir karşılığı olur düşüncesiyle de yapmamıştı Salim Mutlu... Geliboluda doğmamış ve o savaşı yaşamamış olduğu halde, içgüdüsel bir refleksle olsa gerek, bu topraklardaki anıların gelecek kuşaklar için saklanması gerektiğini düşünmüştü... Belki de bu nedenle büyük bir kente göçmeyip dünyanın en sessiz yörelerinden biri olan Alçıtepede yaşamayı seçmişti.
Burada huzur içinde öleceğini ve ödülünün Çanakkale şehitlerinin yanında cennette bir mekan olacağını da biliyordu.
Bu yüzden soyadı gibi mutlu bir insandı Bakkal Salim...
Taa Avustralya ve Yeni Zelanda dan kalkıp gelen insanlar, ülkelerinde ellerine tutuşturulmuş kitapçıklara bakarak Salim Mutlunun müzesini buluyor ve onun elini sıkmak için sıraya giriyorlardı...
Resmi kayıtlar, Çanakkale Savaşlar na katılmış olup da 1999 yılı itibariyle hayatta olan kimse kalmadığını söylüyordu. Oysa, birçok Avustralyalı, Yeni Zelandalı, Fransız ve İngiliz bunun tersini düşünüyordu; henüz bir kişi vardı; o da Salim Mutluydu...
Son Çanakkale kahramanı Odur, dedelerimizin, dedelerimizin babasının, büyük amcalarımızın, büyük büyük dayılarımızın özel eşyalarını, bunca yıldır sanki bir gün çıkıp geleceklermiş gibi özenle saklamış ve onların bize ulaşması için koca bir yaşamı, kendi yaşamını harcamış diyorlardı.
Kıytırık sinema oyuncularına, üçüncü sınıf türkücülere, kadın sesli erkek arabeskcilerle erkek sesli kadın Türk müziği şarkıcılarına, fırça tutmasını bilmeyen ressamlara devlet sanatçısı ünvanı veren bu devletin, Salim Mutlu gibi bir insanı Alçıtepe Köyünün unutulmuşluğuna terketmesine gönlüm hiç razı olmuyordu
Yıllar önce Cumhurbaşkanı Demirelin oralardan geçtiğini, ama müzeye uğramadığını belirgin bir kırgınlıkla anlatmıştı. Bu nişan konusunu açıkladığımda, solgun yanaklarının pembeleştiğini fark etmemek mümkün değildi; heyecanlanmıştı Hastalığı devam ediyordu Müzesinin geleceği konusunu kendince çözmüştü; kızlarının biri ve polis olan damadı ilgiliydiler, onlara teslim edecekti tüm o hatıraları
Şubatın 17sinde kalbine yenik düştü Salim Mutlu (17 şubat 2004)
Onu, kar nedeniyle neredeyse tüm dünyayla bağları kopan Alçıtepe köyünün sessizliği ve yalnızlığında, buz tutmuş toprağın koynuna terk ettik
Ama, adım kadar eminim ki, bizim gösterdiğimiz ilgiden çok daha fazlasıyla karşılanmıştır gittiği yerde...
Allah rahmet eylesin Salim Amca
Varsın madalyan da olmasın
Yanlarına yattığın onbinlerce şehidin de yok zaten...
http://www.gallipoli1915.org/images/...an/salimev.JPG EVİNİ MÜZE HALİNE GETİRMİŞTİ...
http://www.gallipoli1915.org/images/...an/2adsiz2.JPG SALİM MUTLU YAŞAMINI ADADIĞI ALÇITEPEDEKİ MÜZE HALİNE GETİRDİĞİ EVİNİN GİRİŞ KAPISINDA...
Bu yazı derleme ve düzenlemedir. Paylaşılması ve bir şekilde korunması gerektiğini düşünüyorum ondan aldım. Kelime düşüklükleri veya anlam kargaşası olan bir yer var ise lütfen KM atınız benim düşüncelerim ile anıların birleştirilmeye çalışılmasından kaynaklanmıştır. Özür dilerim...
t.a
-
Dağlarda tek
tek
ateşler yanıyordu.
Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle
ferahtılar ki
şayak kalpaklı adam
nasıl ve ne zaman geleceğini
bilmeden
güzel, rahat günlere inanıyordu.
Ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki
mavzerinin yanında,
birdenbire beş adım sağında O'nu
gördü.
Paşalar O'nun arkasındaydılar.
O, saati sordu.
Paşalar: ''Üç'' dediler.
Sarışın bir kurda benziyordu.
Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.
Yürüdü uçurumun başına kadar,
eğildi, durdu.
Bıraksalar
ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak
ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak
Kocatepe'den Afyon ovasına atlayacaktı.
...
Yüzbaşı sordu:
- Saat kaç?
- Beş.
- Yarım saat sonra demek...
...
Alaca karanlıkta, bir çınar dibinde,
beygirin yanında duran
sarkık, siyah bıyıklı süvari
kısa çizmeleriyle atladı atına.
Nurettin Eşfak baktı saatına:
- Beş otuz...
Ve başladı topçu ateşiyle
ve fecirle birlikte Büyük taarruz..
Nâzım Hikmet RAN