ADNAN MENDERES >> 46 Yıllık SIR Neydi ? 46 yıl sonra ortaya çıkan çok acı gerçekler...
1 ) http://www.youtube.com/watch?v=Gzbg6ZV8L1s
2) http://www.youtube.com/watch?v=y1_jTjppGKA
Printable View
ADNAN MENDERES >> 46 Yıllık SIR Neydi ? 46 yıl sonra ortaya çıkan çok acı gerçekler...
1 ) http://www.youtube.com/watch?v=Gzbg6ZV8L1s
2) http://www.youtube.com/watch?v=y1_jTjppGKA
Darbeler, idamlar, işkenceler, insan hakları ihlalleri...
Savunulacak hiçbir yanı yok. Ya bu darbelere neden olan olaylar?
İşi askere kadar götürüp adeta "al ben beceremedim sen becer" diyen çapsız siyasetçiler, bilinçsiz halk... Bunların, bizlerin suçu yok mu?
O zaman işi askere havale etmeyeceğiz. Adam gibi adamları başımıza getireceğiz, dış güçlerin oyunlarına gelmeyeceğiz, sonra da ağlamayacağız.
Menderes, Zorlu, Polatkan, Deniz, Hüseyin, Yusuf, Erdal ve ismini sayamadığım diğerleri... Sonları elbette idam olmamalıydı, hiçbir insan evladıyım diyen idamlarını savunamaz, savunmamalı...
Bugüne gelelim, yakın tarihe bir göz atalım, bu isimlere gelinceye kadar kimler kimler idamı gerçekten haketti bir düşünelim.
Ancak ordumuzun da değerini bilelim (ordu sizlersiniz Ahmet, Ali, Harun ve hatta Ayşe) geçmiş olumsuzlukları temcit pilavı gibi öne süren, aklının arkasında başka şeyler olan ve amaçlarının önünde en büyük engel olarak gördükleri Türk Ordusu'na her fırsatta bel altından vurmaya çalışanları da iyi ayırt edebilelim. Ordu biziz, ordu Cumhuriyetimizin ordusu...
Sayın değerli ve çok kıymetli Harun GÜR;
Sizlerin bu değerli güzel yaklaşımınızdan-yorum-değerlendirmelerinizden dolayı sizleri içten ve yürekten-candan kutluyorum...Konuyu sakın yanlış anlamayın ark niyet arayarak taşımadım.Bilinmeyen bazı yönlerin açıya çıkması adına konuyu açtım.Farklı boyuta taşıyanlar utansın derim...Teşekkürler ve çok sağolunuz... Eliniz-bilginiz-fikir ve altın düşüncelerinize sağlık...Tebrikler...Sayın değerli dostum Harun GÜR...
Saygılarımla....
Bazılarının tanımladığı gibi bir darbe destekçisi değilim!!!
Şimdi 27 Mayıs Anayasası'na bir bakın, bir de 1980 Anayasası'na!!!
Hangisi demokrat, hangisi değil? Asker bile değişmiş bizim NATO kafalar aynı!!! Bugün asker bir değişiklik daha yapıyor artık asmıyor, e-muhtıra veriyorken , bunu nedenlerini analiz etmeden darbe diye niteleyenlere şunu söyleyeyim.
Asker bile demokrasiyi savunurken , geriye gidişi savunanlar demokrat değildir. Bu olsa olsa bir oyundur, bu piyesin kısa sürmesini dilerim.
Bütün sözde demokratlara önemle duyurulur!!!
Bekledim kaç yazar üzerinde duracak diye ama nafile!!! Birkaç yazar dışında medyada tık yok!!!
Demokrasi 27 Mayıs'la başladı!
Sevsinler demokrat kardeşlerimi.. O peşinde koştukları demokrasi dedikleri şeyle ilgili kaç temel varsa, hepsi 27 Mayıs İhtilali ile atıldı.
Özgürlük.. Eşitlik.. Adalet.. Kardeşlik..
Bunlar Fransız İhtilali'nin dünyanın sosyal yaşamını değiştiren, çağ atlatan parola sözcükleriydi..
Dördü de Türkiye'ye 27 Mayıs 1960 devrimi ile geldi..
Cumhuriyet tarihinin en özgür, insan ve toplum hakları açısından en ileri anayasası 27 Mayıs'ta yazıldı.. Sonradan kuşa çevirdiler, bakmayın.
Cumhuriyet tarihinin en adil seçimleri, 27 Mayıs yasaları ile yapıldı.. Tek, bir tek oyu bile ziyan etmeyen sistemi 27 Mayısçılar getirdi. Örnek.. Türkiye İşçi Partisi, ilk ve son kez, o gerçek demokratik yasa ile yapılan seçimlerde TBMM'ye girdi.
Yargıç güvencesi o dönem yasaları ile sağlandı. İktidarların keyfi yönetimlerini, istedikleri yasayı çıkarmalarını önleyen Anayasa Mahkemesi o devirde kuruldu.
İşçiler, o devirde ilk defa, özgür sendikalar kurabildi ve grev hakkı elde etti.
Basın özgürlüğü çağın ötesindeki yasalarla teminat altına alındı. 212 sayılı kanunla Fikir İşçileri köle olmaktan çıkıp, insanca koşullara ve güvencelere kavuştu.
Basına İspat Hakkı 27 Mayıs'ta tanındı. Komik gelir bugün. Birine hırsız dedi mi, hırsız olduğunu ispat hakkı bile verilmezdi, o devirde gazeteciye. İspat Hakkı isteyenlere gülerdi, Demokrat Parti sözcüleri. "O ne? İsmail Hakkı mı?" Ülkenin en saygın, en ünlü gazetecileri sadece uşak olmadıkları için hapisteydi, 27 Mayıs sabahı.
TRT, özerk olarak düzenlendi. Özerk.. Bugünkü gibi lafta bağımsız değil..
Üniversiteler özerkleşti.
"Plan mı, o da ne?.. Pilav olmasın sakın" diye de, keh keh gülüyordu, Demokrat Parti sözcüleri.. Devlet Planlama Teşkilatı, 27 Mayıs'ta kuruldu. Planlı ekonomiye 27 Mayıs'ta geçildi.
Bugün şaka gibi gelir.. Seyahat Özgürlüğü fiilen yoktu. Demokrat Partili, Vatan Cepheli değilseniz, yurtdışına çıkamazdınız. 27 Mayıs bu özgürlüğü herkese tanıdı.
Toplantı yapmak, gösteri yürüyüşü düzenlemek yasaktı.. 27 Mayıs izin almayı bile kaldırdı, haber vermeyi yeterli buldu.
Türkiye polis devleti olmaktan 27 Mayıs'ta çıktı. Hak, hukuk, adalet devleti oldu. İnsan hakları, insanların vazgeçilmez hakları olarak anayasaya yazıldı.
Türkiye, siyasal, toplumsal, bireysel, kurumsal, en özgür günlerini, insan hakları açısından en yüksek düzeyini 27 Mayıs Anayasası sayesinde buldu..
Türk insanı, insan olduğunu 27 Mayıs'ta gördü, anladı.
Ardından gelenler "Bu insanlar bu kadar özgürlüğe layık değil" diye kısmaya başladılar.. Kısa kısa geldiğimiz gün bugün, anlayın ötesini..
26 Mayıs'ı bilmeyenler, 28 Mayıs'ta gerçekleşenleri hatırlamayanlar, 27 Mayıs'a dil uzatıyorlar. Çabaları boşuna.. İstedikleri kadar sövsünler, tarihi ve onun yazdığı gerçekleri değiştiremeyecekler.
Cumhuriyet Ordusuna her fırsatta "Faşist" diye saldıranlar, bu ordunun başlangıçtan itibaren, sadece ve sadece demokratik hareketler yaptığını, ülke içinde işler çıkmaza girince, müdahale edip, her şeyi düzelttikten sonra, yönetimi mümkün olan en kısa zamanda sivillere devrederek, kışlasına çekildiğini görmezden geliyorlar..
Önemli değil..
Önemli olan..
Bu ülkede hâlâ en itibarlı, en güvenilen kurum Ordu. Tüm anketlerde açık ara önde geliyor.
Bu ülke insanı gece başını yastığa koyduğunda, güvence içinde uyuyorsa, bu Ordu sayesinde.. Onu da biliyor!..
Atatürkçü, ilerici, devrimci, laik Cumhuriyet Ordusu durdukça, Türkiye Cumhuriyeti de duracaktır.
Kimsenin şüphesi olmasın!..
Hıncal ULUÇ - SABAH
27 Mayıs a giden süreç anlatmakla bitmez. Yaşayanların anlattıkları anılar inanılır gibi değil. Ama genede keşke diyor insan keşke Darbeden başka çözüm bulunabilseydi. Peki aradan geçen 47 koca seneye rağmen bir şey değişmiş mi ? Yani Askeri darbe ve sonrasında ne olmuş ?
Bizzat Atatürk’ün talimatıyla 1932 yılından itibaren Türkçe okunan ezan, 1950’li yıllarda Demokrat Parti iktidarının girişimiyle eski haline dönmüştü. Bu, “irticacıların ilk zaferi” olarak kabul edilmişti.
Bugün ise bırakın ezanın Arapça okunmasını, bu ülkenin Başbakanı mahkeme yerine ulemaya fikir sorulmasını bile önerebiliyor...
O günün Başbakanı, partisinin milletvekillerine hitaben “Siz isterseniz hilafeti bile geri getirebilirsiniz” demişti;
Bugünkü Başbakan (10 yıl önce), Tutturmuşlar laiklik elden gidiyor diye. Bu millet istedikten sonra tabii elden gidecek yahu” diyen biri...
O günlerde yine bizzat Atatürk’ün talimatıyla kurulan ve amaçları “cumhuriyetin temel ilkelerini yaymak” olan Halkevleri ve Köy Enstitüleri gibi kurumlar kapatılmıştı;
B ugün Atatürk Kültür Merkezi’nin sözüm ona yeniden yapılmak üzere yıkılması tartışılıyor.
O günlerde anayasanın dili Osmanlıca’ya dönüştürülmüştü
Bugün 1923 Anayasası’nın tüm temel maddeleri tartışmalı hale getirildi...
O günün Başbakanı kendisini protesto eden öğrencilere kızarak, “üniversitenin çanına ot tıkamaktan” söz etmişti;
Bugünkü Başbakan üniversitelerin çatı kurumu YÖK’le kavga etmeyi ilk görev biliyor.
O günkü iktidar, başta silahlı kuvvetler ve yargı olmak üzere tüm anayasal kurumlarla karşı karşıya gelmişti, bugün de durum aynı
O günlerde de ellerindeki bayraklarla meydanları dolduran insanlar 10. Yıl Marşı’nı söyleyerek cumhuriyet ilkelerini iktidara hatırlatma gereği duyuyor ve laikliğin tehdit altında olduğunu dile getiriyordu; bugün de tablo aynı!
Sakın bunlara bakıpta ana darbenin tam sırası demeyelim . Bu sefer CUMHURİYETİMİZE bia sahip çıkalım çok geç olmadan...
Askeri müdahaleler kimsenin istemediği ve istemeyeceği demokrasi dışı çözümlerdir. Bu nedenle 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül ortak temelde demokrasiyi kesintiye uğratan darbeler olarak tarihte yerlerini almışlardır.
Ancak bu darbeleri yapanlar değil, bu darbelere sebep olanlar gerçek suçlular olarak görülmek yerine adeta kahramanlaştırılmış, demokrasi havarisi olarak görülmüş, siyasi yasakları bitince yeniden halkın teveccühüne nail olmuşlardır. Oysa asıl suçlular, ismi ve temeli demokrasi olan düzende demokrasi dışı çözümlere yönelen, hukuku hiçe sayan, onu işine geldiği gibi baskı altına almaya çalışan siyasetçilerdir.
Darbeler içerisinde sonuçları itibarıyla 27 Mayıs çok müstesna bir yere sahiptir. Hıncal Uluç'un yazdıkları aslında bir çok şeyi açıklıyor ama bir de o dönemi yaşayanlara kulak verseniz, aslında demokrasiyi savunduğu söylenen siyasetçilerin demokrasiyi nasıl hiçe saydıkları ve temellerine dinamit koyduklarını ve askeri adeta darbe yapmaya zorladıklarını anlarsınız.
Bugün 27 Mayıs'ı gerçekleştirenlere bir ağız dolusu sövülürken , ülkeyi o hale getirenler Devlet Mezarlığı'nda yatıyorlar, ne ironi ama... Hepsine Allahtan rahmet diliyorum ama bu onların suçlarını unutmayı gerektirmiyor. "Yeter söz milletin" denirken milletin canına okuyanlar el üstünde tutuluyor.
Bir ülke düşünün ki; iktidar partisi muhalif sesleri susturmak ve baskı altına almak için "Vatan Cephesi" diye bir cephe uyduruyor ve her gün radyolardan bu cepheye katılanların tek tek tek isimleri okunuyor. Bu cepheye katılmayan kamu görevlileri sürülüyor, istifaya zorlanıyor, halk ikiye bölünmeye çalışılıyor. Bugün de bunun bir başka versiyonu ile laik-dindar ayrımı ile millet bölünmeye gayret ediliyor.
Bir ülke düşünün ki; muhalefeti sindirmek için Meclis Tahkikat Komisyonları kuruluyor ve muhalefet partisi lideri İsmet İnönü'nün TBMM'nde konuşma yapması yasaklanıyor.
Bir ülke düşünün ki; "Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu" ile topraksız köylüye toprak verilmesi ve bunun için gerekirse büyük toprak sahiplerinin belli bir miktara kadar topraklarının kamulaştırılması hükmü karşısında rahatsız olan büyük toprak ağaları , bunu engelliyor, engellemek amacıyla partiye hakim olmaya çabalıyor ve bazı başka nedenlerle birlikte partiden ayrılıp yeni bir parti kuruyorlar. Slogan olarak da "yeter söz milletin" diyorlar ve bu demokrasi olarak gösteriliyor. Daha da vahimi Cumhuriyet ile birlikte gelen aydınlanma devrimine en büyük darbeyi yine bu parti indiriyor.
Bunlar sadece birkaç örnek... Şimdi soru şu : Demokrasiyi kesintiye uğratanlar şu örneklenen icraatleri gerçekleştiren siyasetçiler mi, yoksa 1961 Anayasası gibi bir Anayasayı topluma sunan askerler mi?
Selamlar,
Sayın commodore1tr ve sayın Harun Gür;
Açıkçası yazılarınızdan darbeye karşı olup olmadığınızı anlayamadım. Belki siz iyi anlatmışsınızdır da ben anlayamamış olabilirim. Ne yapalım bu da benim kusurum.
Aslında bu konuda söylenecek ve yazılacak çok şey var, ama yazılarınızdan sadece kısa bir kaç alıntı yaparak kendi görüşlerimi anlatmaya çalışacağım.
"Keşke darbedeb başka çözüm bulunabilseydi" diyorsunuz. Darbe ne zamandan beri çaredir? Daha doğrusu darbe çare midir? Darbeye çare derseniz hukuksuzluğa ve demokrasiye davetiye çıkarmış olmuyor musunuz? Demokrat Parti iktidarının bir sürü kusuru vardı, ama hiç biri de darbenin gerekçesi olamaz ve idamların ise hiç gerekçesi olduğunu zannetmiyorum. 27 Mayıs 1960 darbesi Demokrat Parti yönetiminin son günlerindeki hukuk dışı uygulamalarına tepiki olarak doğmuş bir hareket değildir. Daha Demokrat Parti'nin iktidara geldiği ilk yıllarda asker içinde bu konuda gruplaşmalar (darbe heveslileri) oluşmuştur. Bu konuyu analiz eden eserlerde buna değinilmektedir. Çünkü, bizde darbe geleneği İttihat ve Terakki Partisi'nden cumhuriyete intikal etmiş bir gelenektir. Seçilmişlerin cezalandırılacağı yer seçim sandığıdır. 27 Mayıs hareketini yapanlar yaklaşmakta olan seçimi beklememişlerdir. Menderes'in seçime gitmek niyetinde olduğunu da bir çok kişi anılarında yazmıştır. Ama çare olarak darbeyi görenlerin gözünde seçimin bir önemi yoktur, çünkü bu halk darbecileri değil, kendilerine yakın gördüklerini seçmek eğilimindedir.
"1950’li yıllarda Demokrat Parti iktidarının girişimiyle eski haline dönmüştü" dediğiniz ezan meselesine gelince... Öncelikle şunu belirteyim ki ezanın Türkçe'den Arapça'ya yeniden dönüşü tek başına Demokrat Parti'nin bir icraatı değil, CHP'nin de desteği ile yaptığı bir değişikliktir. Bu konu 1950 yılında mecliste görüşülürken CHP grubu adına konuşan Cemal Reşit Eyüboğlu ezanın Arapça okunmasını destekleyen bir konuşma yapmıştır. Demek ki bazı kişilerce "karşı devrimcilik" ya da "gericilik" olarak nitelendirilen bu hareketi destekleyenlerden biri de CHP imiş. Bence ezanın Arapça okunması gericilik olmadığı gibi Türkçe okunması da ilericilik değildir.Zeten dünyanın hiç bir yerinde orijinal şekli dışında okunduğunu duymadım. Siz ezanın başka müslüman halklar arasında kendi ana dillerinde okunduğunu duydunuz mu? Sadece bizde değil, dünyanın her yerinde Arapça okunuyor. Bunun sembolik bir dinsel çağrı olduğunu herkes biliyor. Ezanın Türkçe okunmasını isteyenler genellikle namazla niyazla fazla ilgisi olmayan kişiler. Sanki ezan Türkçe okunursa bu kesim namaza koşacak. Yahu bırakın da namaz kılanlar düşünsün bunu. (son iki cümlemi bir şaka olarak anlarsanız sevinirim). Atatürk'ün ezanın Türkçe okunmasındaki görüşü dinsel değil, dille ilgilidir. Ancak, konunun dinsel boyutu nedeniyle halktan destek görmemiştir. Zaten 1950 yılında DP ve CHP'nin birlikte getirdiği değişilik ezanın Arapça okunması emretmek şeklinde değil, Türkçe okunmasını suç olmaktan çıkarma şeklindedir. Yani şu anda da Türçe okunmasına bir yasal engel yoktur.
Sayın Gür;
"Halkın teveccühü" yazınızda kötü bir şeymiş gibi anlatılmış, ya da ben öyle anladım. Benim anlayışım biraz kıttır. Kusura bakma. "Yeter söz milletindir" hareketini küçümseyen ifadeleriniz var. Oysa Cumhuriyet tarihinde Atatürk'ün iki küçük denemesi dışında çok partili hayata geçiş demek değil midir bu hareket? Sizi neden rahatsız ediyor çok partili hayat? Olmamalı mıydı demek istiyorsunuz? Bu hareketi başlatanlar CHP'nin içinden çıktılar. Tek parti dönemi halktan çok uzaktı. Bunun haklı sebepleri belki vardı. Ama ikinci dünya savaşı sonrasında dünyada demokrasi rüzgarlarının estiği dönemdi. İnönü de bu rüzgara kayıtsız kalamadı. Yani bu hareket sizin sözylediğiniz gibi "toprak ağalarının topraklarını korumak için başlattığı bir hareket" değildi. Bu yaklaşımın oldukça yüzeysel ve yetersiz bir yaklaşımdır. Bu hareketin iç ve dış dinamikleri vardı ve demokrasiye geçişle ilgili ciddi bir iki kitap okunursa bu görülür.
Şimdilik bu kadar. Selamlar saygılar.
Açıklığa kavuşturmakta yarar var:
-Çok partili rejimi savunuyorum.
-Demokrasiye inanıyorum.
-Askeri darbelere ve askerin müdahalesine karşıyım.
-Yeter söz milletindir sloganını küçümsemiyorum. Aksine ona önem atfediyorum. Bununla birlikte bu sloganı sahiplenenlerin bu sloganın hakkını vermediklerini ruhunu ve içini boşalttıklarını düşünüyorum.
Sadece bir iki ciddi kitapla sınırlı olmayan bazı düşüncelerimi bu vesile ile biraz daha detaylı açıklamak isterim.
Bir ülke düşünün ki; 700 yıllık bir medeniyetin küllerinden kurulsun ve geleneğinde demokrasi bulunmasın.
Bir ülke düşünün ki; onu kuranlar çoğunluğu asker kökenli bürokratlar olsun.
Bir ülke düşünün ki; halkı savaşlarda varını yoğunu , canını vermiş, bu arada eğitim ve kültür alanında önemli derecede geri kalmış olsun. Önemli bir kısmı (Anadolu halkı) okuma yazma bilmesin.
Bir lider düşünün ki; bu halkla yedi düvele meydan okusun, bu halka güvensin, inansın ve bu inancı boşa çıkmasın, başarılı olsun.
Bir Meslis düşünün ki; içerisinde ilericiler olduğu gibi gericiler, mandacılar, Amerikan, İngiliz ve Sovyet hayranları olsun.
Bir başarı düşünün ki; bu tablodan , genç , dinamik, aydınlanmacı, az zamanda çok ve büyük işler başaran bir halk ve bir ülke çıkarsın.
Atatürk çok partili hayata geçmeyi hep istemiş, ancak her seferinde, karşı devrimciler kurulan partilere çöreklenip bir çuval inciri berbat etmişlerdir. O dönemde tek parti içerisinde , bugün ülkemizin siyasi hayatında varolan partilerin temsil ettikleri bütün siyasi düşünceler mevcuttu. Aynı parti çatısı altında olmaları nedeniyle bu düşüncede olanları örnek gösterip, Cumhuriyeti kuran ve devrimleri gerçekleştiren kadro ile bunları karıştırmak ve suçu partiye yüklemek herhalde doğru değildir.
Türkçe ezandan örnek verelim. 1932'den itibaren 18 yıl boyunca Türkçe okunabilmiş olan ezanın halktan destek görmediğini söylersek, Aydınlanma Devrimi'ni reddetmiş oluruz. O zaman halktan destek görmediği için Cumhuriyetin, Türkçe alfabenin, fes yerine şapkanın, eğitim birliğinin de ortadan kaldırılması gerekirdi. Adı üstünde yapılanlar devrimdir. Ortaya konulanlar da o günün şartlarında elbette metazori yöntemlerle gerçekleştirilmiştir.
Türkiye’nin çok partili rejime geçmesi, söylenildiği gibi Dünyada demokrasi rüzgarlarının esmesi nedeniyle olmamıştır. Genç Türkiye Cumhuriyeti, yanıbaşında kurulmuş olan , yayılmacı ve devrim ihraç eden Sovyet tehdidine karşı bir önlem olarak böyle bir güç birliği içerisinde bulunmayı uygun görmüş, böyle bir birliği düşünce olarak desteklemiş ancak gerek kuruluşunda ve gerekse 4 yıl boyunca içinde yer almak istediği NATO’ya kabul edilmemiştir, imtiyazlı ortaklık veya oluşturulacak Akdeniz Birliği içerisinde yer alması önerilmiştir. (Bugünkü AB süreci ile ne kadar benzer değil mi?) Ancak Kore’ye asker göndererek, ülkemizde 90’a yakın noktada ABD askeri konuşlandırarak ve ABD’nin dış politika değişikliği neticesinde bu birlik içerisinde ileri jandarma rolü ile yer alabilmiştir.
Önceki yazımda :
Alıntı:
Bir ülke düşünün ki; "Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu" ile topraksız köylüye toprak verilmesi ve bunun için gerekirse büyük toprak sahiplerinin belli bir miktara kadar topraklarının kamulaştırılması hükmü karşısında rahatsız olan büyük toprak ağaları , bunu engelliyor, engellemek amacıyla partiye hakim olmaya çabalıyor ve bazı başka nedenlerle birlikte partiden ayrılıp yeni bir parti kuruyorlar.
demiştim.
Ciddi ve derinlikli bir yazar olarak kabul edilir mi :o bilmem ama Milliyet’ten Melih Aşık’ın bugünkü yazısı http://www.milliyet.com.tr/2007/05/31/yazar/asik.html mesajımda altını çizdiğim yerde yazdıklarımda tarihi gerçeklere haksızlık ettiğimi düşündürdü bana...
Selamlar,
Önce bir 27 Mayıs yazısını paylaşmak istiyorum. 1961 kurucu meclis üyesi sayın Dr. Alev Coşkun un yazısı...
27 Mayıs toplumsal bir muhalefetin dalga dalga yayılması ve birikmesi sonunda ortaya çıkmıştır. 27 Mayıs, Atatürk 'ün laik-Cumhuriyet ilkelerine bağlı olanların karşıdevrim hareketlerine (örnek: Arapça ezanın kabulü, siz hilafeti bile geriye getirebilirsiniz, toplum tarafından tutulan ve tutulmayan devrimler gibi söylemler, anayasa dilinin Osmanlıcaya dönüşmesi, Halkevlerinin ve Köy Enstitülerinin kapatılması, gibi) karşı genişleyen ve giderek yoğunlaşan, özellikle gençliğin dahil olduğu toplumsal gösterilerin sonucunda gerçekleşmiştir.
Üniversite gençliği 27 Mayıs 1960'a giderken yoğun toplumsal gösterilerin içinde yer almıştır.
İlk hareket 1956 yılında oldu. 23 Ocak 1956'da Ankara Üniversitesi SBF Fikir Kulübü ''Demokraside Parlamento Hâkim-i Mutlak Değildir'' konulu bir toplantı düzenlenmişti. Bu toplantıya Feyzioğlu ve Aksoy gibi hukukçular katılmıştı. Başbakan Menderes ''Üniversitenin çanına ot tıkamaktan'' söz etti, bu tutum üniversite gençliğinde tepki oluşturdu. Toplumsal hareketlerin yoğunlaşması Nisan 1959'da görülür. CHP lideri İnönü' nün Ege gezisi sırasında Uşak ilinde, Kurtuluş Savaşı'nda karargâh olarak kullandığı evi ziyaret etmesi, Uşak Valisi tarafından önlenmek istendi. Valinin bu yasadışı buyruğunu kabul etmeyen Emniyet Müdürü ve Jandarma Komutanı o gün görevden alındılar. Akşam Uşak iline civardan DP'li partizanlar getirildi.
**Ertesi gün (1 Mayıs 1959) tren istasyonuna gitmekte olan İnönü'nün arabası durduruldu. İnönü arabadan inip, yaya olarak istasyona giderken arkasından başına taş atıldı, İnönü başından kan akarak trene ulaştı ve İzmir'e gitti. İzmir'de CHP'nin yapmak istediği toplantı engellendi. Bu yetmiyormuş gibi, DP'li partizanlar, Demokrat İzmir Gazetesi'ni bastılar, matbaa makinelerini parçaladılar.
** 4 Mayıs 1959'da İstanbul'a dönen İnönü'nün arabası Topkapı'da Trafik Müdürü tarafından durduruldu. Çevrede organize olarak toplanmış ve içirilmiş zorbalar tarafından araba sarıldı. Bir binbaşının olaya müdahale edip askerlere emir vermesi sonucu İnönü son dakikada linç edilmekten kurtuldu.
**Aynı yılın sonbaharında CHP Genel Sekreteri Kasım Gülek Çanakkale'nin Geyikli ilçesinde tutuklandı. Geyikli'den İstanbul'a gelen CHP milletvekili heyetini Karaköy vapur istelesinde karşılayan gençler ve gazeteciler tutuklandı ve hapse atıldı.
**1960 yılı ilkbaharında Kayseri'ye giden CHP lideri İnönü'nün yolu kesildi. Olayların gazetelerde yazılması yasaklandı. Basın, muhalefet partisine ait haberleri yazamaz oldu, birçok gazeteci hapse atıldı, gazeteler gece kalıp değiştiremeyeceği için yasak kararına karşı, sütunları kazıyıp beyaz sütunlarla çıkmaya başladı.
**12 Nisan 1960 günü DP grubu bir bildiri yayımlayarak CHP'yi ''silahlı ve tertipli ayaklanmalar hazırlamakla'' ve birkısım basını da bu olayları yalan ve çarpıtılmış haberlerle desteklemekle suçluyordu. Oysa her şey halkın gözü önünde ve apaçıktı. Çarptılan, yalan yazılan bir olay yoktu. İşte bu noktada bardağı taşıran bir girişim daha oldu. 18 Nisan 1960'ta Meclis'te DP'li 15 milletvekilinden oluşan bir Tahkikat Komisyonu kuruldu.
**Meclis ve özellikle Tahkikat Komisyonu'nun çalışmalarının yayımlanması yasaklandı. O gün İnönü, Meclis'te önemli bir konuşma yaptı. Kendisinin ve CHP'nin ihtilalden gelip demokrasiye geçtiğini, ihtilal yapmalarının olanaksız olduğunu, kurulacak böylesi bir komisyonun demokrasilerde yeri olmadığı için ''gayri meşru'' olduğunu, TBMM üzerinde bir baskı dönemi getireceğini belirtti. Ve şu ünlü cümlesi Meclis zabıtlarına geçti. ''Demokratik rejim istikametinden ayrılıp ülkeyi baskı rejimi haline götürmek tehlikeli bir şeydir. Bu yolda devam ederseniz, ben de sizi kurtaramam''... Bu konuşmanın yayımlanması derhal yasaklandı. Konuşma her ne kadar gazetelerde yayımlanmadı ise de teksirle, daktilo ile çoğaltılarak bütün Türkiye'ye yayıldı.
*Tahkikat Komisyonu gazetelere ve matbaalara el koymak yetkisine sahipti. Ayrıca Komisyon, kararlarına karşı çıkan kişileri hiçbir yargılamaya tabi tutmadan 3 yıla kadar tutuklamak gibi çok tehlikeli yetkilerle donatılmıştı. 19 Nisan 1960'ta yaptığı bir konuşma nedeniyle İnönü'ye 12 oturum Meclis'ten çıkarılma cezası verildi.
Bu durumlar, İstanbul ve Ankara Üniversitesi öğrencilerini harekete geçirdi.
**27 Nisan 1960 günü, İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Öğrenci Derneği'nin Beyazıt Beyaz Saray Salonu'nda yapılan kongresi polisler tarafından basıldı, öğrenciler dövüldü.
O gece 27 Nisan 1960, İstanbul'daki bütün öğrenci yurtlarında şu haber sonsuz bir acelecilikle bütün öğrenciler arasında yayılıyordu. ''Yarın üniversite bahçesinde 9-13 arasında bir miting yapılacak''. Bu yalın cümleye başka bir ilave yapılmıyor, ne gel diye bir ikaz var ne de bir yorum; sadece olay duyuruluyor o kadar...
28 Nisan 1960. I. sınıf anfisinde kurulan Tahkikat Komisyonu'na gönderme yapıp, ''Hukukun bittiği yerde hukuk okunmaz'' diyerek ateşli bir konuşma yapan hukuk öğrencisi rahmetli Nuri Yazıcı kürsüden iniyor, binlerce öğrenci yürüyerek orta bahçeye çıkıyor.
Orta bahçe tıklım tıklım dolu, heykelin önünde İstiklal Marşı söyleyen gençlerin üzerine, polis cipi hışım gibi sürülüyor.
**Eli tabancalı polisler büyük hukuk âlimi İstanbul Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Sıddık Sami Onar 'ı tartaklıyorlar ve yerlerde sürüklüyorlar. Polis saldırıları yoğunlaştı. Polisin attığı gaz bombaları, daha patlamadan alınıyor ve polise gönderiliyordu. Beyazıt Meydanı'nda atlı polisler gençlere karşı saldırmaya başladı.
**Bu arada Malatya doğumlu Orman Fakültesi öğrencisi 20 yaşındaki Turan Emeksiz kurşunlara hedef olarak devrim şehidi oldu. Yüzlerce üniversiteli genç yaralandı. Hukuk Fakültesi öğrencisi Hüseyin Onur , Tıp Fakültesi'nden Mevlüt Kurtoğlu , Hukuk Fakültesi'nden Cengiz Ballıkaya, Kenan Özten, İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi öğrencisi Hüseyin Irmak ağır yaralılar arasındaydı. Haseki Hastanesi'ne getirilen Hüseyin Onur'un sol kasığından oluk gibi kan fışkırıyordu. Kurşun damarı delmişti. Onur, kanının üçte ikisini kaybetmişti. Hüseyin Onur, sol bacağı dipten kesilerek yaşama döndürülebildi. Kenan Özten'in, ayağı tankın paletleri arasında ezilmişti, ölümden zor kurtuldu. Bütün gençlik ''Hürriyet-hürriyet'' diye bağırıyordu.
Gençlik olayları, 29 Nisan 1960 günü Ankara'ya sıçradı. Siyasal Bilgiler Fakültesi öğrencileri zulme karşı başkaldırıyordu. Fakülte binası polis kurşunlarıyla taranıyordu. İstanbul'daki bütün öğrenciler, gemilere ve trenlere bindirilerek ailelerinin yanına gönderildi. Ama gösteriler İstanbul ve Ankara'da 26 Mayıs'a kadar kesilmeden sürdü. Gençliğin hareketleri toplum içinde de yankılarını buluyordu. 27 Mayıs askeri harekâtından 7 ay sonra seçimle oluşan Kurcu Meclis 6 Ocak 1961'de ilk toplantısını yaptı. Kurucu Meclis, anayasa hukukundaki ''kurucu iktidar'' niteliğiyle çalışıyordu. Yeni anayasa 27 Mayıs 1961'de tamamlandı, halk oylamasına sunuldu ve kabul edildi.
1961 Anayasası, 27 Mayıs askeri harekâtının ''beraatı'' dır (aklanmasıdır). Bu anayasa Türk toplumunun binlerce yıllık tarihi içinde yarattığı en ilerici anayasadır. Çağdaş, laik, insan haklarına, hukukun üstünlüğü ve sosyal devlet ilkesine bağlı bir anayasadır. Böylesi ilerici bir anayasanın yaratılması, 27 Mayıs'a devrim niteliği kazandırmıştır. Bu nedenle 27 Mayıs gerek toplumsal dayanakları, gerekse yaratılan çağdaş ve devrimci anayasası nedeniyle tutucu ve hatta karşıdevrimci 12 Mart ve 12 Eylül'le bir tutulamaz...
Bu anayasa, insan haklarını temel almıştır, hak ve özgürlüklere en üstün değeri vermiştir, sosyal devlet ve hukukun üstünlüğü ilkesini benimsemiştir ve bu ilkeleri yaşama geçirmiştir. Laik devlet ilkesini ve ''Kuvayı Milliye ruhu'' na dayalı bağımsız Türk ulusçuluğunu ön plana çıkarmıştı.
Bu nedenle 27 Mayıs bir devrimdir ve 1961 Anayasası, 27 Mayıs'ın ölmez eseridir.
Sayın commodore1tr;Yazılarınız içaçıcı olmasa da ve şahsen beni gersede sizi aydınlatma görevimi sürdüreceğim.Mademki bu ülkenin insanıyız birbirimize doğru olanları açıklamanın isabetli olacağını düşünüyorum.
Atatürk'ün icraatlarını ve söylemlerini kendi ideolojiniz ve ön yargılarınız çerçevesinde değerlendirip birçok kesime ve onların milli ve manevi duygularını zedeleyecek şekilde saldırmak yerine gerçekleri iyi görerek tahlil yapmak yararlı olur.
Kökten CHP'li olmanız mı yada hep başkalarına sen dincisin sen irticacısın sen şusun demenizin ve bu şekilde kendinizi kökten dinsizliğe sürükleyebilecek duruma gelmeniz mi sizi Türk Milletinin değer yargıları ile ve manevi kazanımları ile uğraşmanıza neden oluyor!!!
Atatürk ilerici,yenilikçi ,çağdaş ve modern dünyaya ayak uydurmaya çalışan bir Türkiye'yi sonraki nesillere emanet etti.Köy Enstitülerinden bahsediyorsunuz ama Mustafa Kemal Atatürk'ün o dönemde yaşadığını düşünürsek ilk kapatacağı kurumlardandır bu enstitüler...Çünkü Atatürk terakkici bir insandı.Bugünde yaşasa Türkiye için içte ve dışta yeni bir milli duruşu sergileyebilecektir.Atatürk hiçbir zaman tıkanmış sistemin devamından yana olmamıştır.Bu yüzden Osmanlı Devleti'nın zor durumunda görev almış yeni Türk Devletinin kurulabilmesinde üstün rol üslenmiştir.
Hiçbir kurum ve şahsiyet adı Atatürk için kutsal olmamıştır.Türk milletinin huzura ve çağdaşlığa ulaşabilmesi onun hedefi olmuştur.Kurduğu CHP için eğer bugün yaşamış olsa kesinlikle o parti ile alakası olmayacak lider bir insandı.Siz Atatürk'ü tarif ederken onun ilericiliğini ve geniş düşünceli bir insan olduğunu gözardı ederek konuşuyorsunuz sayın commodore1tr..
Lütfen Atatürk'ü iyi okuyunuz ve onun Türk Milletinin milli ve manevi hassasiyetlerinden uzak olmadığını biliniz.Bugün Türkiye'nin herbiryerinde orjinal şekliyle ezan okunuyor, din eğitimi yasalar çerçevesinde özgürce verilebiliyorsa bu Atatürk'ün,cumhuriyet döneminin tüm şehitlerimizin ve geçmişte Türkün dünya nizamını tesis etmeye çalışan Osmanlıda ki Türk büyüklerimizin gayretleri iledir.Hiçbir şekilde kökünü dışarıdan getirdiğiniz yanlış ideolojini Atatürk'ün söylemleri ve icraatları olarak ifade etmeyiniz.
Başkalarına da sürekli irticacı diyerek Türk milletinin 1250 yıldan beridir vazgeçmediği ve bunun uğruna müthiş zaferler kazandığı manevi hassasiyetlerine içten bir düşmanlık yapmayınız.
Belki bir çok CHP'li yada Atatürk'ü sizin gibi tarif edebilecek arkadaşlarım vardır ama hiçbiride ülkemizde okunan ezan ile uğraşmaz ve uğraşanlarada karşıdır.Sadece buna değil bir çok düzensizliğe karşıdırlar.Ortak yanlarımız çoktur.Ama siz yazılarınızla Türk milletinin genelinden kendinizi soğuttunuz gibi Atatürk'ü yanlış tanıdığınız ve de ifade ettiğiniz için kökten çağdışılığınızda ısrar ediyorsunuz...
Hiç bir zaman adının ne olarak adlandırıldığına bakmadan Demokratik rejim in sekteye uğramasından yana olmadım. Olmamda . Ancak Çaremidir ? Denildiğinde durup çok ciddi düşünmenin gerektiğine inanırım. Çare olmamalıdır diye ondan dedim.
DP nin köy ağalarının partisi olduğu Halk Evleri ike köy Enstitülerini kapatmanın birinci amacı olduğu toprak reformu ve bilgiye karşı olduğu ve özellikle isminden başka hiçbir demokratlığı bulunmadığı tarihsel bir gerçektir.
Hiç düşündünüz mü bilmem eğer bu kurumlar kapanmasaydı ne olurdu diye. İşlenilmemiş toprak, kullanılmamış su, okumayan çocuk ve genç, üretim yapmayan fabrika kalır mıydı? Özelleştirme belası ülkemizin dört bir yanını kaplamış olur muydu? Yeteneksiz siyasetçiler elinde heba olmuş bir ulus mu olurduk? “Babalar gibi satarım” zihniyeti mi aşılanırdı halka, yoksa üretim içinde eğitim şiarı mı? Varoş kelimesini biliyor olur muyduk acaba? Ya da terör belasını? Gelişmişliğini, kalkınmışlığını sağlamış köyler boşaltılmak zorunda kalır mıydı? Ya da köyden kente göç ihtiyacı? Töre cinayetleri ya da berdelleri mi okurduk gazetelerin üçüncü sayfalarında? Yolsuzluk, hırsızlık, gasp gibi toplumsal yaralar mı açılırdı zihinlerde? Paralı eğitime gerek mi kalırdı? Ya da eğitimde uçurum yaratan dershanelere? Ulusal kültürümüze ve değerlerimize sahip çıkmalıyız diye haykırmamıza ne lüzum kalırdı? Zaten kültürümüzü yitirip yabancılaşmamış olurduk.
Ezan konusuna gelince Cezayir, Bahreyn, Çad, Komor Adaları (Federal İslam Cumhuriyeti), Cibuti, Mısır, Etiyopya, Gazze Şeridi, İran, Irak, İsrail, Ürdün, Kuveyt, Lübnan, Libya, Moritanya, Fas, Amman, Katar, Suudi Arabistan, Somali, Sudan, Suriye, Tunus, Birleşik Arap Emirlikleri, Batı Şeria, Batı Sahra, Yemen, Afganistan, Pakistan, Eritre, Somali, Umman ve diğer arap ülkelerinin konuşulan çoğununde resmi dilidir. Buralarda ezanın başka bir dilde okunmasının mantığıda bulunmamaktadır. Dolayısıyla Ezan ın zaten dilleri Arapça olan yerlerde Arapça okunmasının bir garipliği yoktur. Eğer oralarda da Ezan Türkçe veya başka bir dilde okunursa garabet olacaktır. Adamlar kendi dillerinde okuyor.... Bizim dilimiz Türkçe... Bizde Arapça okuyoruz Ezan ın ruhu duyanın Namaz vaktinin geldiğini anlaması ve camiye çağrıldığını duymasıdır. Yani Ezan aslında Çağrıdır. İnsanlar bu sesi duyduğunda namaz vaktinin geldiğini anlayarak şartlı olarak gidiyorlar. Önemli olan ne dediğinin anlaşılması değil bizde maalesef. Önemli olan gerçekten nasıl çağırıyor ne diyor sorusuna verilecek yanıttır. Bizde ise bir çok insan sabah namazının özerl makamla olduğu ve diğer ezanlardan bir cümle fazla olduğunu bile bilen yoktur neredeyse. Bunun sonucu olarak sadece Ezan da değil bir çok şeyde bilmeden körü körüne inanmak ortaya çıkıyorki işte böyle garip hurafeleri olan büyücüleri yatırları bol tarikatı cemaatı olan bir toplum oluyor ve dinle ilgisi olmayan ne kadar garabet varsa din diye yutturulmasına seyirci kalıyoruz. Ondan sonra bu yanlışları temizlemek olanaksız oluyor. Çünkü bir düşünceyi yıkmak çok ama çok zor.
Darbe çözüm olabilir mi onu bilahate yazacağım.
Stj.Av.Ali Erdem;
Allah sizden razı olsun siz olmasanız beni aydınlatacak kimse kalmamıştı. Yazılarınızı özenle yazıcıdan çıkartıp çerçeveletip her gün okuyacağım. Aydınlatmalarınız ışıl ışıl ruhumu doldurdu. Sağ ol var ol...Siz olmasanız ne yapardım ben karanlıklarda kalır Atatürk ü öğrenemezdim.
Bakın değerli stajer avukat bey ;
Aydınlatmalarınız ışığında tam kendimden geçiyordum ki Kökten ( Radikal ) sözcüğünü üç değişik yerde kullandığınız üçününde yanlış kullandığınızı görünce yerimden zıpladım bu nurlu yolu çizen genç avukat adayı arkadaşımız Türkçe yide mi bilmiyor diye düşündüm. Yok yok olamaz dedim olamaz böylesine nurani fikirler taşıyan birisi bu hataları yapamaz... Ama heyhat olmuştu bir kere Kökten dinsizlik, kökten CHP lilik vede kökten çağdışılık.... Neyse hata olur diye devam ettim düzelterek....
Sonra kökten i ni atınca dinsizliğe sürüklenmek deyiminize takıldım. Acaba dedim birisine dinsiz demenin ŞİRK olduğunu bilmiyor mu bu nurani bilgi kaynağımın sahibi diye düşündüm öyle ya Allah kimin dindar olup olmadığı kararını vermeye tek yetkili kendisinin olduğunu açık seçik Kur an da söylediği halde bu NURANİ kişi nasıl bunu söyler dedim. Anlamadım Birisine dinsiz demek hele hele tanımadığı birisine çok ciddi bir şekilde Şirk tir aman uzak durun....
Çağdışılık teriminize de azıcık takıldım buram buram hakaret kokuları geldi burnuma böylesine bilgini böylesine hikmetli birisi nasıl olurda hakaretvari konuşur dedim. Bulamadım yanıtını. Yazıyı bir kere daha okudum tamam dedim değerli eğitmen beni aydınlatmak uğruna nasıl akıldan mantıktan insaftan izandan çağdan aykırı yazı yazılır onun örneğini vermiş. O zaman rahatladım.
Bakın Atatürk ü çok iyi bilen Stajyer Avukat bey ;
'' Bugün Türkiye'nin herbiryerinde orjinal şekliyle ezan okunuyor, din eğitimi yasalar çerçevesinde özgürce verilebiliyorsa bu Atatürk'ün,cumhuriyet döneminin tüm şehitlerimizin ve geçmişte Türkün dünya nizamını tesis etmeye çalışan Osmanlıda ki Türk büyüklerimizin gayretleri iledir.'' Gibi başı sonu ayrı anlamsız bir cümle tesisine çalışmışsınız. Sizin bu yazınızı okuyanda 1932 yılında BENİM EZANI TÜRKÇE OKUTMAYA ÇALIŞTIĞIMI SANIR. Ben ezanın Türkçe okunduğu dönemlerde Dünyada yoktum. Atatürk ü sizin kadar iyi bilen birisi saçmalama aşamasına geldiğinde hiç bir şey yapamıyorsa kopya çeker genel olarak neymiş bu diye... Ezan 1932 yılında BİZZAT ULU ÖNDER GAZİ MUSTAFA KEMAL ATATÜRK ÜN EMİRLERİYLE TÜRKÇEYE ÇEVRİLMİŞ VE OKUNMUŞTUR, BENİM DEĞİL. Yani daha cümlenizin başında sizin Atatürk ü hiç bilmediğiniz bırakın Atatürk ü Cumhuriyetten haberiniz olmadığı anlaşılıyor. Niçin Atatürk döneminde Ezan ın Türkçe olmasına kimsenin karşı çıkmadığını hiç düşündünüz mü ? Benden dolayı olmadığı kesin ... Kaldıki konumuzun bununla hiç ilgisi olmamasıda sizin anlayış şeklinizide ortaya koymaktadır. Konu ne ne konuşuluyor siz ne anlatıyorsunuz orasıda ayrı tabiiki. 1950 Yılında Ezan tekrar Arapçaya döndüğünde bu irticanın zaferi olarak yorumlanmış hilafeti bile geri getirmekten bahsetmişlerdir. Bunlarıda ben yapmadım gene yoktum dünyada...
1950 de Ezan Arapçaya çevrilmesine karar verilince Cumhurbaşkanı Bayar soruyor ...
'' "Arkadaşlar, kararımızla Atatürk'ün ruhu muazzep olmaz mı?"
Buna Belger yanıt veriyor:
"Büyük zaferimiz üzerine Atatürk'ün ruhu o kadarcık kusuru bize bağışlar efendim!"
E siz hala Ezan ı Türkçeye benim çevirttiğimimi sanıyorsun BİZZAT ATATÜRK TÜR. ATATÜRK Ü ÇOK İYİ BİLEN ARKADAŞIM...
''' Atatürk ilerici,yenilikçi ,çağdaş ve modern dünyaya ayak uydurmaya çalışan bir Türkiye'yi sonraki nesillere emanet etti.Köy Enstitülerinden bahsediyorsunuz ama Mustafa Kemal Atatürk'ün o dönemde yaşadığını düşünürsek ilk kapatacağı kurumlardandır bu enstitüler...Çünkü Atatürk terakkici bir insandı.'' Buyurmuşsunuz beni aydınlatma sürecinizde. Ama ben ne yazdığınızı anlamadam anlayan varsa beri gelsin. Tek anlaşılan sizin bu konu hakkındada hiç bir şey bilmediğiniz. Köy enstitüdülerinin ilk amacı ÖĞRETİMDİ EĞİTİMDİ ÇAĞDAŞLIĞA GİDEN YOLDU. Tarih bilginiz gerçekten yok denecek kadar az az olanda hatalı nhurani bilgileri verenler size gerçekleri anlatmamış.
1935 yılında toplanan CHP Büyük Kurultayı, köye ağırlık verme politikasını benimsedi. Atatürk bu politikayı eğitim alanında yürütmek üzere, eski kurmayı Saffet Arıkan'ı Milli Eğitim Bakanı olarak görevlendirdi.
1935 yılında, İsmail Hakkı Tonguç, Bakan Arıkan tarafından MEB İlköğertim Genel Müdürlüğü'ne atandı. (Önce vekâleten, sonra asaleten)
(Saffet Arıkan, Atatürk'ün isteği ve geçerli bir köy eğitimi kurma direktifi ile Milli Eğitim Bakanlığı'na getirilmiş, çavuşlardan yararlanma ve "Eğitmen" sözcüğü de kendisi tarafından önerilmiştir. Yeni bakan, ilk iş olarak bu konuda yetkili ve güvenilir bir eğitken aramış, yakınlarınca önerilen bu işin gerçek adamını, İsmail Hakkı Tonguç'u bulmuştur.)
1936-37 öğretim yılında, Eskişehir Çifteler Devlet Çiftliğinde ilk Eğitmen Kursu açıldı. Bu kurs 6 ay kadar sürdü. (Kültür Bakanlığı Dergisi, Sayı 20-1,1937)
Haziran 1937'de 3238 sayılı Köy Öğretmenleri Kanunu çıkarıldı; Eğitmen Kurslarının sayısı çoğaltıldı. 6 - 8 ay süreli bu kurslar, değişik illerde 1948 yılına kadar yinelendi.
1937-38 öğretim yılında Eskişehir / Çifteler ve İzmir / Kızılçullu'da iki Köy Öğretmen Okulu açıldı. Bunlara 1938-39 öğretim yılında Kırklareli / Kepirtepe, 1939-40 öğretim yılında da Kastamonu / Gölköy Köy Öğretmen Okulları eklendi.
Gördüğünüz ve anlayabilirseniz anlayacağınız üzere bu kurum bizzat ATATÜRK tarafından kurulmaya başlanmış ve hayata geçirilmiştir. Atatürk Cumhuriyeti sonraki nesillere filan emanet etmedi ATATÜRK CUMHURİYETİ GENÇLERE EMANET ETTİ. Baştan ne yazdığınıza bakın sonra yazın. Ama bu gençler eğitimli bilgili çağdaş yenilikçi gençler olmalıydı onun için en önemli şey EĞİTİMDİ. Bu kurumlar o yüzden vardı...
Cehaletinizden doğan saldırganlığınız hat safadadır. Aynı Tayyip efendi gibi desteksiz atıyorsunuz. O da Cumhuriyetin tüm kurumları ile kavga ediyor. Sallıyor sallıyor Aynı kandilden çıkan ışık gibisiniz o her yerde sallıyor siz burada ... Ama o sadece kendisinin dediğini yazan onu pohpohlayanlarla konuşuyor boş bırakılınca da saçmalıyor. Aynı siz gibi....
Sakın ha sakın bu sapkın iseolojinizi Atatürk üzerinden yapmaya kalkışmayın.
Hiç kimsenin manevi değerleriyle uğraşmam ama yanlışa yanlış derim. Müslümanlığa saygım sevgim sonsuzdur. Ama müslümanlık kullanılarak şarlatanlık yapan bunu sömürenlerden nefret ederim. İslamın beşiği suudi Arabistanda bir tane yatır yokken güzel yurdumu yatır doldurulmasına kızarım. Yatıra gidip dilek dilemenin şirk olduğunu söylerim. Din dışı sapkınlıkların dinle ilgisi olmadığını haykırırım Savunduğun Ak partinin dinle ilgisi olmayan bir parti olduğunu her yerde söylerim. Dini kendi çıkarları için sömürü aracı olarak kullananları hiç sevmem. Hele hele Ulu önder Atatürk ü bilmeden onun hakkında Ahkam kesenlerden nefret ederim.
Bana yaptığınız tavsiyeleri şiddetle size öneririm. Önce bir Atatürk ü öğren sonra anla ondan sonra konuş derim naçizane olarak size...
27 mayıs darbesi ve genel olarak darbeler konusunda yazılacak çok şey var ve şu aşamada vaktim yok.
Sayın Gür ve Sayın commodore1tr;
Bu konuda yazdığınız, katıldığım ve katılmadığım çok şey var. Bunların hepsine ilk fırsatta değinmeye çalışacağım. Ama şu ezanın bir "karşı devrim" olark yeniden Arapça okunmasında CHP'nin katkısına hiç değinmeyerek, kaçak güreşmiş olmuyor musunuz? Doğrusu bu karşı devrimde "devrimcilerin" işlevini nasıl değerlendireceğinizi merak ediyorum. Selamlar saygılar.
TÜRKÇE EZANIN ÖYKÜSÜ
Gençler bilmez, bir zamanlar Türkiye'de minarelerden "Tanrı Uludur" diye Türkçe ezan okunurdu.
Üstelik bu uygulama öyle kısa da sürmedi.
1932 yılından 1950 yılına kadar tam onsekiz sene, Türkiye'de insanlar Türkçe ezanla namaz vaktini öğrendi.
Daha sonra, İkinci Dünya Savaş'ının bitimiyle başlayan "Soğuk Savaş" döneminde bütün Batı Dünyası'nı kapsayan "Anti-komünizm" mücadelesinde ön plana çıkarılan dinci yaklaşımlar, içerde de çok partili siyasetin iktidara getirdiği Demokrat Parti'nin Atatürk Devrimlerini sorgulayan tutumuyla bütünleşti ve ezan yeniden Arapça okunmaya başlandı.
Altan Öymen Değişim Yılları adıyla ikinci cildini çıkardığı anılarında, pek çok ilginç olayla birlikte bu deneyimin öyküsünü de ayrıntılı olarak anlatıyor: (ss.483-496)
Türkçe ezan okunması konusu Meşrutiyet dönemindeki bazı aydınlar tarafından da dile getirilmişti.
Bu özlemi Ziya Gökalp şöyle şiirleştirmiş:"Bir ülke ki, camiinde Türkçe ezan okunur.Atatürk 1932'de, önce Türkçe ezan okunmasının dinen caiz olup olmadığını tartıştırıyor ve caiz olduğu belirleniyor.
Köylü anlar manasını namazdaki duanın
Bir ülke ki, mektebinde Türkçe Kuran okunur
Küçük büyük herkes bilir buyruğunu Hüda'nın
Ey Türk oğlu, işte senin orasıdır vatanın."
Bunun üzerine içlerinde Hafız Burhan, Sadettin Kaynak, Hafız Nuri gibi dönemin önemli hafızlarının bulunduğu bir komisyon kurularak ezanın Türkçe çevirileri yapılıyor ve hangisinin ahenginin daha uygun olduğu tartışılıyor.
Kabul edilen metin şöyle:"Tanrı uludur;Diyanet İşleri Başkanlığı 18 Temmuz 1932 tarihli bir genelge ile bu metni bütün camilere bildiriyor ve ezan Türkçe okunmaya başlıyor.
Şüphesiz bilirim, bildiririm:
Tanrı'dan başka yoktur tapacak,
Şüphesiz bilirim, bildiririm
Tanrı'nın elçisidir Muhammed
Haydin namaza, haydin felaha
Namaz uykudan hayırlıdır."
Öymen, öykünün bundan sonrasını ve yaşanan ilginç olayları da son derece tatlı bir dille anlatıyor.
Pek çok ilginç olay yaşandıktan sonra, Demokrat Parti 1950 yılında iktidara geliyor ve ilk iş olarak ezanın yeniden Arapça okunmasını sağlıyor.
Bu arada Menderes ve arkadaşları bir sıkıntı yaşamışlardır:
Atatürk'e bağlılığıyla bilinen ve çok partili rejime geçilirken İsmet İnönü'ye Atatürk Devrimleri konusunda dikkatli olma sözü vermiş olan Celal Bayar buna ne diyecektir?
Öymen, bunu da o dönemin Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanı olan Nihat Reşat Belger'in ağzından aktaran Nadir Nadi'ye dayanarak şöyle anlatıyor:Cumhurbaşkanı Bayar'ın başkanlığında toplanan hükümet Arapça ezan yasağının kaldırılmasını tartışmaktadır:Bugünlerde yaşanan bilgi ve tarih kirlenmesi, daha doğrusu "kirletilmesi" ortamında Öymen'in kitabı, gerçekleri öğrenmek isteyenler için bulunmaz bir fırsat.
Bayar bir ara soruyor:
"Arkadaşlar, kararımızla Atatürk'ün ruhu muazzep olmaz mı?"
Buna Belger yanıt veriyor:
"Büyük zaferimiz üzerine Atatürk'ün ruhu o kadarcık kusuru bize bağışlar efendim!" Bunun üzerine Bayar yatışıyor ve toplantı neşeli bir havada sürüyor.
Emre KONGAR
Harun Gür Notu (Bkz : 1-2 ciddi kitaptan sonra 3. ciddi kitap bu olsa gerek:o )
Bu arada dini bilgilerimizi de tazeleyelim.
Peygamberimizin Mekke'den Medine'ye hicreti ile (İslamın 13.yılında) burada yaptırdığı "Mescid-i Nebevî = Peygamber Mescidi" 'nin bitmesinden sonra, müslümanlara namaz vakitlerini bildirmek için bir alâmete ihtiyaç olmuştur. Peygamberimiz sahabileriyle çeşitli çareler konuşmuş, çan çalmak, boru çalmak, ateş yakmak gibi fikirler, başka dinlerin alâmetlerine benzediği için kabul edilmemiştir. Ezan sünnet-i müekkededir. Ezan namaza çağrıdır, bir ibadet şekli değildir. İlk ezanı gür sesiyle Hazreti Bilal-i Habeşî okumuştur.
Yani neymiş, ezanı Türkçe okumak, hatta başka dilde okumak günah, yasak değilmiş. Bizim köftehorlar bunu bilmezler mi? Bilirler de halkı kandırmak, din üzerinden siyaset yapmak işlerine gelir.
http://www.youtube.com/watch?v=Hp5CquATvXw
Selamlar,
Ezan konusu gereğinden fazla uzadı zaten konumuzda ezan değildi. Ama sevgili Abbas Bey istedi diye son kez ezan konusuna değineceğim ben. Bu arada gerek Abbas abi gerekse Sayın Harun Gür Tartışma adabına uyduğundan dolayı ayrıca teşekkür ederim. Yararlı bir bilgi teatisi oluyor. Araya sıkışan gariplik için ben şahsım olarak özür diliyorum.
Ezanın Türkçeleşmesi 1932 de son şeklini alır ama aslında 1926 dan başlayıp gelen bir süreçtir ve her Aşamasından Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk ün haberi vardır. İşin ilginci sadece Ezan değil hutbelerde Türkçe okunnasını istemektedir Atatürk. Caiz mi değil mi araştırması bittikten sonra caiz olduğu anlaşılınca Karar verilir Ezan Hutbeler Türkçe olacaktır.
3 Şubat 1932 de Ayasofya da ilk Türkçe Kur'an okunduğu gece Atatürk Hafız Saadettin kaynak ı yanına çağırtır. Ertesi gün Ramazan ayının son Cumasıdır. Ulu Önder Atatürk, elindeki Kur'an tercümesinden bir hutbe konusu seçmişti. Bunu Hafız Sadettin'e verirken "Katiyen sarık istemem" dedi, "İşte bu gece giymiş olduğun elbise ile başı açık olarak okuyacaksın. Fakat hava soğuktur, paltonu giyebilirsin."Hafız Sadettin ertesi gün Türkiye'de ilk kez Türkçe hutbe okuyacaktı ve Süleymaniye Camii'ndeki bu özel cuma için Atatürk, Kuran'dan şu ayeti seçmişti:
Ey müslümanlar!.. Ulu tanrı buyuruyor ki, bazı insanlar 'Allah'a inandık, biz de müslümanız' derler. Böylelikle Allah'ı ve müminleri aldatmak isterler. 'Herkes gibi iman ediniz' denildiği zaman 'Biz aptallar gibi mi inanacağız' derler. Halbuki kendileri aptaldır. Allah'ın birleşmeyi emrettiğini ayıranlar ve yeryüzünü fesada verenler hüsrandadır. Kitabı okuyorsunuz, hiç düşünmüyor musunuz? İlk Türkçe Ezanda o gün Ayasofya camiinden okunmuştur.
Sonrası malum daha tepkiler Atatürk hayattayken başlar itirazlar itirazlar Hatta bursa da küçük bir isyana bile dönüşmüştür bu durum.
Ezanın Türkçe okunmasından tam bir sene sonra. Gazi Mustafa Kemal, 1933 yılını Ocak ayında bir yurt gezisine çıkmıştır. Gezi sırasında Bursa’ya da uğramış ve Bursa’da ezan Türkçe okunmaktadır. Mustafa Kemal ezanın Türkçe okunmasını devrimin bir parçası saymakta ve Türk dilini yabancı etkilerden kurtaracak önemli adımlardan biri olarak görmektedir. Bu konuda çok titiz ve duyarlı olan Mustafa Kemal bilahare diğer çalışmaları için İzmir’e geçmiştir. Ve 03 Şubat 1933 tarihinde aşağıda açıklanan olay Mustafa Kemal’e bildirilmiştir.
“Mustafa Kemal Bursa’dan ayrılır ayrılmaz 30-40 kişilik gerici, bağnaz bir grup, ezanın Türkçe okunmasına çok aşırı tepki göstererek köylere kadar inip ezanı yeniden arapçaya çevirmek için harekete geçerler. Ulu cami yanında bulunan Evkaf Müdürlüğüne başvurarak ezan ve kametin Bursa’da arapça okunmasını isterler. Evkaf Müdürü emrin Ankara’dan geldiğini ve bu konuda kendisinin yapacak birşeyi olmadığını bildirir. Bunun üzerine gericiler arkalarına daha büyük bir kalabalık toplayarak ve gösteriler yaparak valiliğe gitmek isterler. Bu olaya karşı Bursa’da ilgili makamlar seyirci kalır ve sinerler. Devrimlerin korunmasında Mustafa Kemal’in çok güvendiği gençlikte de bir kımıldanma görülmez...”
Mustafa Kemal çok şaşırır ve çok öfkelenir. O tarihlerde devrimlere karşı her hareket Mustafa Kemal’i çok öfkelendirmekte ve sert karşılık vermeye yöneltmektedir. Ve “Bursa’ya baskın yapacağız” diyerek 05 Şubat 1933 akşamı Bursa’ya döner yeniden. 06 Şubat 1933 tarihinde İçişleri ve Adalet Bakanlarının katılımıyla soruşturma başlar. Savcı, yargıç ve müftü işlerinden el çektirilir ve 15 kişi tutuklanır.
Aynı gün akşam Çelik Palas yanındaki köşkte verilen yemekte sofrasında bulunanlardan birisinin ortamı yumuşatmak için söylemiş olduğu “Efendim, Bursa gençliği bu hadiseyi hemen bastıracaktı. Fakat zabıta ve adliyeye güveninden ötürü...” Lafını Mustafa Kemal bir işaret ile keserek Türk gençliğinden ne anladığını ne beklediğini belirten “BURSA NUTKU”’nu yapmıştır.
Atanın Ölümünden 10 yıl sonra 4 Şubat 1949'da Ticani tarikatından iki kişi Meclis'in dinleyici locasından Arapça ezan okuyarak "eylem koydular". Bir yıl sonra da Menderes iktidarı devir alır almaz ilk iş olarak Türkçe ezana el attı.
"Türkçe ezan o dönemki taasupla mücadele mecburiyetinden doğmuştu. Bugün o tedbirlerin devamına lüzum kalmamıştır. Biz millete malolmuş inkılapları savunacağız" dedi. Ve Türkçe ezan zorunluluğu Meclis çoğunluğunun oylarıyla kaldırıldı. Oysa "taasup" toprağa gömülmek bir yana, ortalığa dökülmüştü ve "millete malolmamış inkılaplar" hep çağdaşlık vaadeden reformlardı.
Türkiye o gün bu gündür, yani 57 yıldır Arapça ezanla uyanıyor.
Atatürk Cumhuriyeti'nin camilerinde bugün Türkçe ezan okumak bir cesaret işidir. Geçmiş yıllarda açıkça gördüğümüz gibi Atatürk'ün emekli savcıları kazara ağızlarından "Ezan Türkçe olmalı" lafını kaçırırlarsa aday oldukları "Atatürkçü" partiler o savcıları yaka paça kapı dışarı ederler. Ve o Atatürkçü savcılar da koltuk telaşına, hemen çark edip tükürdüklerini yalamak zorunda kalırlar. Atatürk'ün ülkesinde ne O'nun kurduğu partiden, ne bir başkasından bu konuda en küçük ses çıkmaz. Çünkü onların gözünde Atatürk, yüksekte bir heykelin adıdır sadece...Her köşebaşında bir heykelini ya da büstünü gördüğümüz, her parti liderinin konuşmasında, her hükümet programının paragraflarında karşımıza çıkan Atatürk'e aslında ne kadar uzak düştüğümüzün kanıtıdır aslında bu olanlar. Türklerin Türkçe ezan dinlemesine katlanamazlar,ama Türkçüdür, hem de Atatürkçüdür...
Bilmezlerki uzaktan bir yerden yazılan ve yine uzaklarda kalmış bir el tarafından seçilen bir ayet der ki :
"Ey inananlar... Kitabı okuyorsunuz... Hiç düşünmüyor musunuz?"
Abbas bey sizin sorunuz öbür yazıya kaldı. Ben gene karıştırdım kusuruma bakma başladımmı duramadığımdan....
14 Mayıs 1950 de Türkiyede genel seçimler yapıldı. 22 Mayıs 1950 de de seçimin galibi olan DP hükümeti kurmuş oldu. Bu seçimde DP 420 CHP 63 MP1 Bağımsızlar 3 Millet vekili çıkarabildi/ oldu.
DP nin ilk işi Ezan a el atmak oldu. Ve ilk getirdikleri kanun teklifi Ezan ın Arapça okunmasının önünü açmaktı. 16 Haziran 1950 de bu kanun çıkartılırken herkes CHP nin buna karşı çıkacağını sanıyordu. Ama olmadı meclis tutanaklarından: ( Konuşmacı Cemal Reşit Eyüboğlu )
''“Sayın arkadaşlar,
Türk Ceza Kanunu’nun 526. maddesinden, ezana taalluk eden ceza hükmünün kaldırılması maksadıyla hükümetin bugün huzurunuza getirdiği kanun tasarısı hakkındaki CHP Meclis Grubu’nun görüşünü arzediyorum.
Bu memlekette milli devlet ve milli şuur politikası cumhuriyet ile kurulmuş ve CHP bu politikayı takip etmiştir. Bu politika icabı olarak ezan meselesi de bir dil meselesi ve milli şuur meselesi telákki edilmiştir.
Milli devlet politikası, mümkün olan her yerde Türkçe’nin kullanılmasını emreder. Türk vatanında ibadete çağırmanın da öz dilimizle olmasını bu bakımdan daima tercih ettik.
Türkçe ezan-Arapça ezan mevzuu üzerinde bir politika münakaşası açmaya taraftar değiliz.
Milli şuurun bu konuyu kendiliğinden halledeceğine güvenerek, Arapça ezan meselesinin ceza konusu olmaktan çıkarılmasına aleyhtar olmayacağız” (TBMM Zabıt Ceridesi, 16. 6. 1950, birleşim 9, oturum 1, sah: 182).
Buradan açık ve net gözüküyor ki bu kanunun değişmesinde etmesi gerektiği halde muhalefet etmeyen bir CHP vardır. Doğru mu yapmışlardır ? Bence kesinlikle hayır. Peki DP ne demiş ?
DP milletvekili Seyhan Sinan Tekelioğlu, “Atatürk sağ olsaydı hiç şüphe yok ki, bu büyük Meclis’in düşündüğü gibi düşünecekti. ...’Allahu ekber’ ile ’Tanrı uludur’ kelimeleri bir manaya gelmez. Eski zamanlara ait kitapları okursak birçok tanrılar olduğunu görürüz: Yağmur tanrısı, yer tanrısı, vesaire. Binaenaleyh ’Tanru uludur’ deyince bunların hangisi uludur? ...Hristiyanlar bile bir ölüyü haber vermek için çan çalarlar. Onlar çan çalınırken çanın ne demek istediğini anlıyorlar, Müslümanlar bir sala sesi duymuyorlar” diye konuştu.
Yani yaptıklarını Atatürk ün destekleyeceğini savunmaktadırlar. İyide Atatürk dönemi ortada kardeşim diyen çıkmamıştır. Karşı oy verseler bile bir işe yaramayacak olmasına rağmen bence karşı oy vermesi gerekirdi CHP nin . Çünkü yukarıda da dediğim gibi
Bilmezlerki uzaktan bir yerden yazılan ve yine uzaklarda kalmış bir el tarafından seçilen bir ayet der ki :
"Ey inananlar... Kitabı okuyorsunuz... Hiç düşünmüyor musunuz?"
Yapılan yorumlara bak , gel de şu siteyi sevme!!! Tartışma 3,5 tartışmacı ile sürmüş görünüyor. Milleti bilgilendiren 3 düşünce sahibine teşekkür ederim.
Şu asker alerjisi kimlerde vardır bir bakalım?
1- Cemaatçi ve Şeriatçılarda : Asker olmasa şimdiye 50 kere din devleti kurmuşlardı.
2- Şovenist Kürtlerde : Asker olmasa şimdiye 50 kere bir kukla devlet kurmuşlardı.
3- Eski Marksistlerde (bugün onları demokrat ABD ve AB'ci olarak görüyoruz): Memlekette devrim yapamadılar gerçi ama kendileri pek bir güzel evrim geçirdiler.
4- Bir grup daha var ki ben onlara "Enayi Demokrat" diyorum : Bunlar dünyadan bihaberdirler. Demokratlığını örnek aldıkları, hayranlık ve aşağılık kompleksi duydukları ülkeler çıkarlarına ters düştüğü zaman en antidemokrat işlere imza atarlar. Ama bizim enayiler bunları göremez, görmek istemez.
(Almanya'nın Baider Mainhoff Çetesi'nin tepe yönetimini hapishanede 1 gecede temizlemesi, terör örgütlerine yasadışı silah satışı, Fransa'nın Cezayir'de yaptıkları, Ermeni Soykırımı'nı inkar edenlere hapis cezası, İngiltere'nin bombalı terör saldırılarından sonra çıkardığı terör yasası ve hemen ardından suçsuz bir Müslümanı polisin arkadan ve başından vurarak öldürmesi, Belçika'nın teröristlere kucak açması, kamplar organize etmesi, Bakanları'nın, savcı ve hakimlerinin bu örgütlerle ilişkiler kurması, Danimarka'nın farklı inançlara tahamülsüzlüğü Hz. Muhammet'e yaptığı saldırılar, ABD'nin Irak işgali, Ebu Gurayb Hapishanesi ve Guantanamo Kampı, CIA'nın çeşitli ülkelerde işkencehaneler kurması ............... hangisini sayalım.)
Demokrasi, insan hakları, özgürlükler, az gelişmiş ülkeleri sömürmek ve baskı altına almak için kullanılan birer ekipmandır onlar için!!! Kendilerinde olmayan yasaları, uygulamaları size empoze ederler. Demokrasi diye alırsın bir de bakarsın ki bir tarafın eksilmiş. Bizim Enayi Demokratlar, yukarıdaki 3 grubun medyada köşe kapmış temsilcilerinin verdiği gazlarla inceden demokrasi dersi alırlar. Aşağılık kompleksleri daha bir depreşir. Bilmezler ki bizim bizden başka dostumuz yoktur. Uluslararası ilişkilerde çıkarlar vardır. Bugün dostum dediğin ülke biraz çıkarına dokunursan yarın en keskin düşmanın olur.
Şu hayal aleminden artık uyanın!!! Bu ülke, bu millet şimdikinden çok daha kötü bir haldeyken, bunların hepsini dize getirdi. Çünkü şeref ve haysiyetine düşkündü.
Korkmayın, aklınıza getirmeyi başarabilirseniz, muhtaç olduğunuz kudret damarlarınızdaki asil kanda mevcuttur.
Evet yıl 1953 CHPnin haksız iktisaplarının iadesine dair kanun çıkarıldı dp tarafından,yargının görevine ilişkin bir konu haksız kazanım ya da sebepsiz zenginleşme, ancak haksızlık değerlendirmesini kendinde yapma yetkisini görerek yargısal karar niteliğinde bir kanun çıkardılar(1963 yılında bu kanun anayasa mahkemesi tarafından iptal edildi),seçimlerde kendilerine oy vermeyen kırşehir ilini ilçe yaptılar bir kanunla(bu kanun da siyasal intikam sebebiyle çıkarılan bi kanun olduğundan kanunun amacı kamu yararı olmadığından anayasa mahkemesince iptal edildi),chpnin yurt çapındaki teşkilatları kapatıldı ya da fiilen çalışamaz duruma getirildi,meclis içinde olağanüstü yetkili bir mahkemeler kuruldu,bunlar demokrasinin kötüye kullanılarak nasıl katledildiğinin yok edildiğinin en önemli kanıtları darbe haklı ya da haksız ama bir gerçek var ki dpnin yaptıklarının objektif olarak bakılınca diktatörlük kurma amacını taşıyan hareketler olduğu açıkça görülüyor.
Sayın turkuaz1923;
Üçbuçuk tartışmacıdan bizim payımıza düşen sanıyorum "buçuk" kısmı.
Askerden gocunanları 4 kategoriye ayırmışsınız. Gerçi ben askerden gocunan biri değilim, ama askerin demokratik hukuk devletindeki olması gereken konumu ile bizdeki fiili konumunu sorgulayan bir tavrım olduğundan sanıyorum sizin kategorileriniz içinde ben "enayi demokratlar" grubundanım. Ama olsun, ben bu halimden memnunum. Selam ve saygılar.
Abbas Bey üstadım,
Yazdıklarımı üstünüze almanız beni ziyadesi ile üzdü. Yorumlarınızla siz tek başınıza 3 kişiliksiniz. Buçuk diye nitelediğime zaten bir diğer değerli üye gereken yanıtı vermiş.
Düşünceler farklı olabilir, keşke her vatandaş sizin gibi aydın fikirli ve gerçek demokrat olabilse de biz de demokratları enayi vb. şekilde kategorize etme gereği duymasak!!!
Saygılarımla,
27 Mayıs ı anlamak hem çok kolay hem çok zordur. Önemli olan doğru bakış açısının yakalanmasıdır.
27 Mayıs ı 12 Eylülden ayıran çok büyük bir özellik vardır. Oda 27 mayıs ın dipten gelen bir dalga olması emir komuta zincirinin daha sonra tesis edilmesidir. Yani başka bir deyişle 27 mayıs genç subayların idareye gösterdiği bir tepki sonucu doğmuş ve TC nin bu güne kadar gördüğü en modern demokratik anayasasının hazırlanması ile bitmiştir.
TC nin tarihi ve TSK nın tarihine iyice balacak olursak bazılarının dediği gibi ''Muz cumhuriyetleri'' ile uzaktan yakından ilgisi yoktur. Sabah erkek kalkan silahlı kuvvetlerin kendi diktatörlüğünü kurmak için zırt pırt darbe yaptığı ülkelerle kıyaslamak TC yapılabilecek en büyük haksızlıktır.
Türkiye hariç hiç bir ülke Cumhuriyetini ve demokrasisini kansız kazanmamıştır. Osmanlı imparatorluğunun sonu olan I. dünya savaşı bitişiyle başlamak zorunda kalan KURTULUŞ SAVAŞININ ardından BÜYÜK DEVLET ADAMI ULU ÖNDER GAZİ MUSTAFA KEMAL ATATÜRK PAŞA nın bizlere miras bıraktığı en güzel hediyedir DEMOKRASİ VE CUMHURİYET vede yapısal olarak baktığımızda korunması en zor olan. Bir kaç isyan ve bölgesel olay hariç kan dökülmeden kazanılan en büyük sistem değişikliğidir. Aslında derinlemesine düşünüldüğünde bugünün ve dünün sorunu budur. Atatürk ün büyük dirayeti sayesinde Türkiye içindeki irtica ile yüzleşmemiştir. Maalesef DP kurulması ile irtica ilk güçlenme palazlanma sinyalini vermiş bir takım olaylarla bu berteraf edilmiş ama rejim partilerinin çok ciddi hataları sayesinde bugün gene her zamankinden güçlü bir biçimde rejimin tam merkezinde palazlanmış hali ve tüm yalanı riyası takiyesi ile karşımıza çıkmıştır. Bazı dış güç odaklarının da kendi çıkarları doğrultusunda destekledikleri bu olayın nereye varacağı 22 temmuz dan sonra görülecektir. Ancak görülen odur ki gidiş hiç iyiye gidiş değildir. Rahatsızlık çok ama çok büyüktür. RTE freni boşalmış iki tekerleği kalmış bir arabada son sürat gitmektedir. Tüm yazılarımda bu arabanın devrilmemesi için uyarılarda bulundum ve bulunmaya devam ediyorum.
Ancak görülüyor ki kendini lider sanan bazı tipler ufak çıkarlar peşinde ve yanlış ittifaklarla kendi kendilerini bitirmekte bu arada AK partinin rejime kafa tutmasını demokrasi şemsiyesi altında desteklemekte ama yaptığı pazarlık ortaya çıkınca vede karşı taraf buna uymayınca yaygara koparan şımarık çocuklara dönmektedirler. Arabanın duvara toslamaması gerekir tansiyonun düşmesi gerekir bu böyle gitmez bu demokrasi değildir. Araba son sürat duvara toslamadan ve hasar görülmeden aklı başına toplamak gereklidir.
Gene başka konulara sapıldı ben biraz 27 Mayıs tan bahsedeyim. Gene kendi tarzımda sondan başa....
3 Mayıs 1960 Milli Savunma Bakanı Ethem Menderes Kara Kuvvetleri Komutanını Çağırır. '' Hükümet olarak sizinle ne KKK olarak nede Genel Kurmay başkanı olarak çalışamayacağımız fikirlerinizden dolayı ortadadır. Ağustosta emekliye sevk edilmek üzere görevlerinizden alındınız '' mealinde bir konuşma yapar. Böylece KKK ya emekliliği beklemek üzere İzmir yolları gözükür. Zamanın Genel Kurmay Başkanı Mustafa Rüştü Erdelhun dur. Çıt çıkarmaz tamamen hükümeti destekler konumdadır. Böylece Cemal Gürsel akibetini beklemek üzere izmer e gider giderken orduya mesaj yayımlar.
'' "Ordunun ve taşıdığınız üniformanın şerefini daima yüksek tutunuz. Şu sırada memlekette esen hırslı politika havasının zararlı tesirlerinden kendinizi korumasını biliniz. Ne pahasına olursa olsun politikadan katieyyen uzak kalınız. Bu, sizlerin şerefi, ordunun kudreti ve memleketin kaderi için ehemmiyeti haizdir."
Cemal Gürsel diyip geçmeyelim. Kendisi Çanakkale, Filistin, Suriye ve Kurtuluş savaşlarında yer aldı. 1914 ve 1917 yılları arası topçu teğmen olarak Çanakkale'de 1. Topçu Alayı'nın 1. Bataryası'nda savaştı. Çanakkale Savaşı sonrası, 1 Eylül 1917'de 41. Tümen Obüs Bataryası Komutanlığı'na atanarak Filistin Cephesine gönderildi. Filistin ve Suriye cephesindeki bütün savaşlarda 41. Alay'ın 5. Bağımsız Batarya Komutanı olarak görev aldı. İngilizlere Gazze cephesinde 19 Eylül 1919'da esir düşerek Mısır'da iki yıl esir kaldı. 6 Ekim 1920'de serbest kalınca İstanbul'a dönüp, Erzurum Kongresi'ni izleyen günlerde Anadolu'ya geçerek, Kurtuluş Savaşı'nın batı cephesindeki bütün savaşlara katıldı. Büyük Taarruz'da fiilen görev başında muharebede bulunarak Harb Madalyası ve İstiklal Madalyası ile taltif edilmiş bir komutandır. İşte bu komutan görevden alınmaktadır.
26 Mayıs 1960 Cemal Gürsel İzmirde tavla oynamaktadır. Gidişat kötüdür. Harp okulu yürüyüş yapmış üniversiteler karışmıştır. DP demokrasi adına yapılmaması gereken ne varsa yapmakta İsmet paşa nın konuşması bile yasaklanmaktadır daha vahim olaylarda olmaktadır ama onları sonra göreceğiz. Genç bir subay yanına yaklaşır .
'' Komutanım bir telefonunuz var bakabilir misiniz ?''
Cemal Gürsel şaşırız 4 Mayıstan beri hiç bir subay görmediği gibi bulunduğu yeride normalde bilen yokken telefondan nasıl aranır ? Ama karşısındaki çakı gibi duran Yüzbaşı çok ciddidir. Hem yüzbaşı nasıl bulmuştur ki onu ? Muhtemelen bu tip düşüncelerle tavla oynunu yarım bırakır kalkar. Gerçekten de kendisine bir telefon vardır. Telefonun öbür ucunda hiç tanımadığı bir Albay konuşmaktadır.
'' Komutanım TSK nın bu yapılan anti demokratik çağdışı Atatürl devrimlerine karşı yapılan darbeyi kaldıracak gücü kalmamıştır. Yönetime el konulacaktır. Genel Kurmay başkanının tamamen taraflı olması nedeniyle ordu şu anda başsız gibidir ve Deniz ve Hava Kuvvetleri bu yüzden çok tereddüttedir. Sizin bu olayın başına geçmenizi ve sahip çıkmanızı istiyoruz. Vatan sizi göreve çağırıyor.'' ( Buna benzer irticalen yazıldığından ben olsam böyle derdim.T.A)
Paşanın boğazı düğümlenir gözleri yaşarır ve şaşırır.
'' Çocuklar ne yaptınız.... ''
'' Olan oldu paşam ok yaydan çıktı Lütfen hemen Ankaraya yola çıkınız...''
Paşa palas pandıras toparlanır ve İzmirden Ankaraya yola çıkar 26 Mayıs 27 Mayıs a devretmek üzeredir.....
27 Mayıs Saat 04.36 Paşa yoldadır. Zamanın tek kitle haberleşme cihazı olan radyo önce cızırdar sonra tok bir sesle bir bildiri okunur.
''Bugün, demokrasimizin içine düştüğü buhran ve en son müessif hadiseler dolayısıyla ve kardeş kavgasına meydan vermemek maksadıyla, Türk Silahlı Kuvvetleri, memleketin idaresini eline almıştır''
Türk Halkı böylece ilk defa bir İhtilal Bayrak Harekatı veya darbe ile tanışmıştır. Bunu tanıştıran da o tok sesli ilk bildiriyi okuyan 1917 Kıbrıs doğumlu olan Kurmay Piyada Albay Alparslan Türkeş tir...
25 Mayıs 1960 Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Mustafa Rüştü Erdelhun emir subayını çağırır.
'' Karargahta ve genelde büyük bir sessizlik hakim. Özellikle harp okulu olayları sonrası genç subaylar kızışmıştı ne oldu ? Bu ne sessizlik ?' diye sorar.
Emir subayı ise bir anormallik olmadığını TSK nın hülümetin kurallarına uyduğunu belirtir.
Erdelhun sıkıntılıdır ama pek te üzerinde durmaz. Kendisi DP nin koyu savunucularındandır. Hatta bu yüzden bazı üst kademe generalleri emekli ettirmiştir. Belkide DP li olmasa asla bu makama erişemeyeceğini bilir . Aslında geçmişide iyidir. Askeri geçmişinde DP yakınlığı haricinde bir olay yoktur. Kendisinin bu DP yanlısı bariz tutumunun bir takım generalleri ve özellikle genç subayları fazlasıyla rahatsız ettiğinin farkındadır. Harp okulu olayları aslında çok tatsız olmuştur ama daha öğrenci politikaya karışırmı diye düşünmekten kendini alamaz hemde askeri öğrenci . Kendi kendine söylenir '' Asker politikaya karışmaz..'' Sonra kendisi gülümser kendisinin aslında tam yaptığıdır. Ama o Genel Kurmay Başkanıdır. Genel Kurmay başkanlığı biraz da ordunun politik yönüdür konuşmacısıdır. Hem ne olacaktır ki daha iyiside mi vardır. Gerçi en büyük rahatsızlıklardan biriside İsmet paşa ya yapılanlardır. Bu çok ileri gidilmiş bir hatekettir ve büyük tepki toplamıştır ordu içerisinde. Menderes ah menderes ona demiştir ismet Paşa ya dokunma dalaşma... Gerçi ona direk bir şey yoktur ama Paşa ya selam verenin başı derde girmekte bu herkes tarafından bilinmektedir. Celal Bayar Paşaya oldukça karşıdır...
26 Matıs Akşamı... Erdelhun paşanın kapısı çalınır. Kapıyı açan kısa bir görüşme yapmış ve paşaya haber vermiştir bir binbaşı geldi diye... Paşa salonda binbaşıyla konuşur. Genel Kurmaya gelmesi nin çok önemli olduğu söylenmekte olay söylenmemektedir. Paşa Genel Kurmaya doğru giderken Meclis e doğru tankları görmez bile... Genel Kurmay başkanlığına son kez genel kurmay başkanı bir orgeneral sıfatıyla girdiğinide bilmez. Düğmeye baılmıştır. Paşa makamına yaklaşırken üç Albay tarafdından durdurulur ve kendisine
''Artık tutuklu olduğu'' tebliğ edilir. Paşa Kapana girmiş Harp okuluna götürlmüştür.
Sabaha kadar ne oluyor diye düşünürken aşırı hareketlilikten şüphelenir sorar '' ne oluyor '' bir Askeri öğrenciden yanıt gelir '' Ordu yönetime el koydu... '' Sonun başlangıcıdır. Yassıada mahkemelerinde yargılanır ve idama mahkum edilir. Ancak bu hüküm daha sonra ömür boyu hapse çevrilir ve Cumhurbaskanı Cemal Gürsel tarafından af edilerek serbest bırakılır. Hani şu görevden alınmasına ses çıkarmadığı emekli sandığı general tarafından...
3. Ordu Komutanı Orgeneral ragıp Gümüşpala DP yi çok sevmesine karşın çok fazla siyasete bulaşmaz ama içten içe kaynayan ve neredeyse başşız kalan kaynamayada lider olarak katılmaz. Aktif görevde bulunmasına karşın MBK ( Milli birlik komitesi ) üyesi olmadığı gibi bir avuç hayalperestin bu darneyi yapabileceklerinede inanmaz. Ne zaman ki Bir albayın Emeklkiye sevkedilen KKK ile konuştuğunu öğrenir durumun vehametini kavrar ama artık çok çok geçtir. Ok yaydan dönmemek üzere çıkmıştır.
I. Dünya savaşına Kurtuluş savaşına katılmış Şeyh sait isyanı harekatına katılmış çok tecrübeli bir subaydır. Asla ve kata İsmet paşa ya karşı yapılan haksızlığı desteklememiş ama DP yi sevdiğinide gizlememiştir.
O kargaşa içerisinde 2 Hazian Akşamı Ankara ya çağrılır . Biraz heyecan biraz tedirginlikle Ankara ya gider. Bilir aslında yaptıklarından dolayı değilse bile düşüncelerinden dolayı Ordu içerisinde sevilmediğini . Ama ne tutuklanmış nede ufacık iması yapılmıştır. Ankarada kendisini bir sürpriz beklemektedir. Bu sürpriz aslında TSL da son kargaşalığın son kez hiyararşinin bozulmasından doğan ve yerli yerine oturacak süreci başlatan sürprizdir.
3. Ordu komutanı olarak çıktığı yolculuktan Genel Kurmay Başkanı olarak Ankara'ya iner... Hiyerarşik bozukluğun giderilmesi içindir belikde bu görev ama asla bilinemez bende merak eder dururum... Çünkü Aynı tarihte Genel Kurmay II.başkanı olan Orgeneral Cevdet Sunay da KKK olarak atanmaktadır. TSK bir geleneğine uyarken bir geleneğine zorunluluktan uyamamaktadır. Gelenekler Genkur için mutlaka kıta görevi ve Kuvvet komutanlığından gelmektir. 3. Ordu Kıta komutanlığı iken Genkur II. başkanlığı karargah görevi sayılmaktadır. Ancak Mevcut durumda KKK olmadığından Kuvvet Kmutanlığı geleneğine uyulamamıştır. Zamanın deniz ve hava kuvvetleri komutanlarıda istemeyince belki tarihinde akışı değişmiştir. ( Biraz karışık anlattım ama anca toparladım yani Genkur II başkanı Genelkurmay başkanı olamz direk mutlaka Kuvvet komutanlığı yapması gerekir Kuvvet komutanlığı aynı zamanda Kıta görevi sayılır . T.A )
Ancak ordu içerisinde kendisine yönelik eleştiriler ve DP yanlısı olduğu bilindiğinden bu görevi Fazla sürdüremeyeceğini bilir. Nitekim 3 Haziran da başladığı Genel Kurmay Başkanlığından 4 Ağustosta zorunlu/ istekli ayrılır....
Ayrıldıktan sonra zaten sempatizanı olduğu DP nin devamını yaşatmak için 11 Şubat 1961 yılında Resmen Adalet partisini ( AP ) yi kurar...
Böylece Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en modern anayasasını hazırlayan ve tarihe solcuların anayasası ve ihtilali olarak geçen 27 Mayıs 1960 ihtilalinden Türk sağına yön verecek iki parti çıkar Adalet partisi ve Milliyetçi hareket Partisi...
Tabiiki konumuz bunlar değil... Ben şimdi 3 Mayıs 1960 ın da önüne giderek jet gibi bu ihtilalin nedenlerini yazacağım. Buraya kadarki öykünün ana fikri şudur.
1960 İhtilali Hiyararşi içinde olmamış Mevcut rejimi neredeyse yok etmek diktatörlüğe giden yola giren DP ye karşı dipten gelen spontone bir ihtilal olmuştur. İhtilalciler albay ve daha iltı rütbelerdeki personeldi. Ancak özellikle anayasası taktire şayan bir anayasadır...
yer yüzünde hic bir ülke yoktur ki kendi ülkesinin başbakanına böyle bir zülüm ve ölüm versin. adnan menderes bu ülkeye cok yararı omus bir insan ama zararlarıda göz ardı edilemez.menderes bu yaptıklarının karşılıgı olarak idamla cezalandırılmamalıydı bence demokrasi kurbanı olmustur
12/02/2007/ Adnan Menderes 46 yıllık sır neydi ? adı altında konu acılmıştı!
Cumhuriyetimizin yakın tarihini, 1950-1960 arasını özellikle de bu sürecin son dönemini bir gözden geçiriverin. Menderes kimilerine göre bir kahraman, kimilerine göre ise bir vatan hainiydi. Buna karar verecek olan yine sizsiniz. Size tavsiyem Şevket Süreyya AYDEMİR'in tam bir tarafsızlık içerisinde yazdığı "Menderes'in Dramı" adlı kitabını okumanızdır.
Deniz, Yusuf ve Hüseyin' in "küçük bir öyküsünü" dile getirince sizin demokratlığınıza ehemmiyet verilebilir. Aksi hava, civa, ajitasyondur...;)
Adnan Menderes ve arkadaşları ne kadar hukuk dışı yöntemlerle idam edilmiş ise, Deniz Gezmiş ve arkadaşları da o kadar hukuk dıışı yöntemlerle asılmıştır. Birisini yüceltip, diğerini görmezlikten gelmek olayalara tek gözle ve taraflı bakmak anlamına gelir. Her ikisidi de cinayettir. Ama ne yazık ki herkes kendi tarafındakini kahraman ilan ederken, diğerini normal karşılamak gibi bir aymazlık içerisinde. Nerden ve kimden gelirse gelsin, hukuk ve demokrasi dışı bu müdahalelere hayır demesini bilmemiz gerekir.
Sayın Abbas bey olaylara tek gözle ve taraflı bakarken dikkatinizden kaçmıştır diye size bir hatırlatma yapmak iştedim. Kavramların evrilmesi ve nihayetinde devrilmesi ilgili AV.Fırat Bayındırın 04/09/2007,21:17;43 tarihli iletisi gözünüzden kaçmış olabilirmi? ne dersiniz!
Her ne kadar Menderes ve arkadaşları hukukun üstünlüğünü hiçe saymışlarsa da hukuksuzluğu hukuksuzlukla cezalandırmamak gerektiği kanaatindeyim.
Bu durum aynı zamanda durduk yerde Menderes ve arkadaşlarının "ucuz kahraman ve demokrasi şehidi" olmasına yol açmış,aynı zamanda Deniz,Yusuf ve Hüseyin'in "kısasa kısas,üçe üç kelle isterük"çü intikam tamtamcılarına malzeme vermiştir.
Evet bir başbakanın idam edilmesi kesinlikle kabul edilemez fakat dünyada hiçbir örneği yoktur diye yazarak ajitasyon yapmakta gereksizdir. Örnekleri çoktur yakın zaman önce Saddam Hüseyin kendi ülkesinde idam edilmiştir. Hemde en iğrenç şekilde. Salvador Allende Şili'de hükümet sarayında savaş uçaklarıyla saldıran darbecilere karşı son mermisine kadar savaşmış ve öldürülmüştür. Darbe bir hafta boyunca tüm dünyadan gizlenmiş Allende'nin intihar ettiği açıklanmış daha sonra bir gazetecinin zar zor çıkardığı görüntülerle gerçek ortaya çıkmıştır. Tarihte bu ve benzeri birçok olay vardır. Yani bu olanları sadece Adnan Menderes yaşamamıştır.
Yaptıklarının mutlaka bir cezası olmalıydı fakat bu idam olmamalıydı.
Darbelerin hukuku olmaz bundan dolayı her darbeye karşıyım ve karşı olmaya da devam edeceğim.
Saygılarımla.
Yaptıklarının cezası idam olmamalıydı denmiş de o zaman idam vardı normal bir vatandaş da idam ediliyordu,eğer işlediği suçun cezası idamsa bu cezayı vermemek olmaz.146. maddeden idam edilmişti sanırım ama içeriğini bilmiyorum maddenin.
Sayın unbelievable;
Menderes ve arkadaşlarının idamını normal karşılıyorsunuz gibi geldi bana. (Yanlış anladıysam özür dilerim).
- Peki, bu adamları asan devlet, neden sonra "devlet töreni" ile mezarlarını İstanbul'a getirerek anıt dikti oraya?
- Nazım Hikmet'in yurt dışında ölmesine neden olan devlet neden şimdi mezarını getirmeye çalışıyor ve vatandaşlığını iade temenin yollarını arıyor?
- Sabahattin Ali'yi yurt dışına kaçmaya zorlayan ve kaçarken de öldüren devlet, neden şimdi "büyük edebiyatçı idi" diye övgüler diziyor?
Devletin önceki tutumu mu doğruydu, yoksa şimdiki tutumu mu?
Devletin tutumunda bir "yamukluk" yok mu sizce?
Menderesin yaptıkları ortada,kendisine oy vermeyen kırşehiri ilçe yaptı, yine malatyayı cezalandırarak adıyamanı ondan ayırıp il yaptı,mahkenin karar verebileceği bir konuda(sebepsiz zenginleşme) chpnin haksız iktisaplarının iadesine dair kanun çıkarttı,chpnin tüm yurrtaki örgütlerini çalışamaz hale getirtti inönünün trenini durdurttu(tren durdurmak heraldeki birilerinin emriyle olur araba durdurmaya benzemez bu)halk isterse laiklik elden gidecek dedi,bu ikisine dayanarak dolmabahçede inönüyü öldürmeye çalışan taşlı sopalı cam şişeli grubun da arkasında olabileceğini söylemek pek yanlış olmaz,son olarak da mecliste yargılama yapan tahkikat komisyonunu yani mecliste mahkeme kurdu bardağı taşıran damla da bu oldu demokrasiyi ve halkın iradesi olan meclisi hızla yok etmeye doğru gidiyordu araştırdığım kadarıyla, anayasal düzeni cebren değiştirmeye bu girer mi , yani illa silah mı kullanılması lazım cebir unsurunun gerçekleşmesi için,silah unsurunun olması gerektiğini kabul etsek bile geniş olarak yorumlayacak olursak inönünün treni başbakan ve vali emriyle durdurulmuş inönünü eli silahlı polisler tarafından alıkonmuş,chpnin tüm yurttaki örgütleri de pek tabi ki yine polis tarafından engellenmiş chp heyetinin çanakkaleye girmesi de pek tabi ki polisler tarafından engellenmiştir.Evet belki cebir unsuru gerçekleşmemiş olabilir ancak tüm bu yaptıklarını ve diğer davalarını da göz önüne alırsak yine de en azından 30-40 yıl hapis cezası alması gerekirdi.
Bizim milletin klasik davranışıdır kör ölür badem gözlü olur,Adnan Menderesin mezarını İstanbula getirip anıt yapılması bence, milletimizin kötü özelliklerinden birinin devlete yansıması sonuçta devletin başındaki kişiler de halktan insanlar.
Tamam idam cezasını haketmedi diyelim ama idam cezası verilmiş olması onun yaptıklarını silmez, görmezlikten gelmemize neden olamaz, haketmeyen birine devlet adamlığı yapamamış birine ülkesine, demokrasiye büyük zararları dokunmuş birine sanki çok büyük bir devlet adamıymış gibi tören yapılması bence çok yanlış.Şöyle diyebilirim idam da ağır karardı hukuka aykırıydı o karar da yanlıştı mezarının istanbula getirilip devlet töreni yapılması da yanlıştı,yani her iki tutum da yanlıştı.
Nazım Hikmet konusunda bilgim yok sadece komunist olduğunu ve amerikaya,emperyalizme şidddetle karşı olduğunu biliyorum komunist olduğu için de vatan haini ilan edildiğini biliyorum.O zaman amerikanın yanında olanlar şimdi amerikaya şiddetle karşı çıkıyor hangi tutum doğru hangisi gerçek.
Nazım Hikmet niye hain ilan edildi neden vatandaşıktan çıkarıldı bilmiyorum,ülkede komunist bir rejim kurmak istediyse tabiki bu da anayasayı ihlal anlamına gelmektedir türkiye cumhuriyeti sosyalist değil sosyal bir devlettir ve belki de o zamanki kanunlara göre bu vatandaşlıktan çıkarılmayı gerektiren bir durumdur ve karar doğru olabilir.Buna rağmen vatandaşlığının iade edilmesini sağlamaya çalışmak yine devletin kaypaklığına milletin ikiyüzlülüğüne dair bir örnektir.
Ayrıca olan olmuştur, haklı ya da haksız olsalar bile itibarlarının iade edilmesinin ölen kişiye bi faydası yoktur bu tür hareketler şov amaçlıdır,sen mesela vatandaşlıktan çıkarılan kişinin ölmeden itibarını iade ediyorsan nazım hikmette ya da bi başkasında bunu yapıyorsan bunun değeri olur,yoksa öldükten sonra badem gözlü olur.
Sayın unbeliavable
Lütfen Genel Forumlar > Güncel - Siyaset - Tarih - Tartışma forumlarına sadece bir kere yazınız. İletiniz onaylandığı an görünür olacaktır. Yüz kere eklesenizde onaylanmadan görünmez. Sizin her iletinize onay verirken aynı yazılarınızı silmekten inanın ki bıkmış durumdayım. Lütfen dikkat edelim.
Aynı ölçüde kıyaslanamaz bence.Saddam Hüseyin ve Salvador Allende'nin ülkelerine vermiş oldukları zarar çok farklı boyutlarda.Hem ülkelerinde iç savaşa sebeb olmuşlardır(ideoloji farkı ve ekonomik çöküntü),hemde ABD tarafından tehdit ve tehlike olarak ilan edilmiştir.Her iki ve benzeri örneklerde olaya ABD(Şili'nin Küba ile yakınlaşmasını önlemek;İran'la,sonra Kuveyt'le savaş,sonrada kitle imha silahları) müdahale etmiştir ve terörist ilan edilmişlerdir.Sonuç bilindiği gibi olmuştur.Alıntı:
Örnekleri çoktur yakın zaman önce Saddam Hüseyin kendi ülkesinde idam edilmiştir. Hemde en iğrenç şekilde. Salvador Allende Şili'de hükümet sarayında savaş uçaklarıyla saldıran darbecilere karşı son mermisine kadar savaşmış ve öldürülmüştür.
Ama bu olaylarda herzaman olduğu gibi ABD'nın parmağı vardır.Saddam'ı (Mısır amer.Büyükelçiliği ) ve Allende sonrası Pinochet'i CİA baştan sona desteklemiştir,taki olaylar kontrolden çıkana dek.
Menderes'e gelince(hangi açıdan tehlike arz etmiş oldu ise ABD için) ,İnönü tarafının "geçerli"bir sebeb bulması zor olmamıştır.
Gelelim günümüze:
ABD için kendi ülkesinde fazla güçlü ve başarılı olan her kontrol edemeyeceği yönetim bir potansiyel tehlikedir.
Her ne kadar dışardan destek veriyor görünsede,iktidar'a karşı muhalefeti kullanmakta ustadır.İç huzuru bozarak (ekonomik çöküş-din ayrımı- anayasa aykırılığı iftirası...) ,gelişme gösteren ülkeleri frenlemektedir.
Nasıl olsa ne istediğini bilmeyen bir halk,sürekli değişen tutumlar ve memnuniyetsizlikler,sorunları kendi içinde uyum sağlayarak çözmesini öğrenmemekte ısrar eden ve hep dışardan destek dilenen bir ülke,ABD için bulunmaz bir nimet.
Sayın unbelievable;
Menderes ve Nazım Hikmet'le ilgili değerlendirmeleriniz bana yetersiz geldi.
Menderes'le ilgili yorumunuz da oldukça tarafgir bence.. Şüphesiz Menderes sütten çıkmış ak kaşık değildi. Eleştirilecek çok yönü vardı. Özellikle tahkikat komisyonları konusu bence de faciadır. Bir çok kişi Amerşkancı diye suçlar, ama son dönemlerinde ABD'den uzaklaştığı ve bu nedenle Sovyetlere yaklaştığı yorumları dahi var.
Aslında icraatlarını bir kenara bırakalım da bir hukukçu olarak Menderes'in yargılanma sürecine bakmak dahi verilen cezanın ne kadar gayrı adil olduğunu gösterir. İdamın hangi koşullarda verildiğini ve hangi koşullarda infaz edildiğini incelemek bize bu konuda fikir verir. Menderes'le ilgili çok sayıda kitap yaınlandı. Menderes'in yargılayan mahkemenin kuruluşu, yargı süreci, savunma ve dosya inceleme süreçleri, avukatlarla temasları, cezaların infazı bir faciadır. Hukukla ilgisi yoktur.
Çok sayıda kitaptan, şu anda aklımda kalan Menderes'in avukatlarından Burhan Apaydın "Adaleti Arayan Adam" ve yanılmıyorsam Talat Asal'ın bu konudaki anıları okunduğunda bunlar görülecektir. İstanbul Barosu'nun tutuklular için avukat yasağı getirdiğini ben okuduğumda çok şaşırmıştım. Yaptırılmayan savunmalar da kitap halinde çıktı. Böyle bir yargılamanın verdiği cezanın ne kadar adil olduğunu artık siz bir hukukçu olarak takdir edin.
Selamlar.
Sayın Tangör Evren 5 dakka yazmayınca online durumdan çıkıldığı için,sanırım tekrar kullanıcı adımı ve şifremi girince tekrar mesajım iletiliyor,bilerek yapmıyorum yani, saygılar.
Evet kurulan mahkemeler kanuni hakim güvencesine aykırıdır,ancak görevsiz mahkemede yargılanmış olması da suçsuz olduğunu göstermez,sivil mahkemelerde bile yargılansaydı 30-40 yıl hapis cezası alacaktı bu yaptıklarına göre.Sonuç olarak Menderesin haksız olarak idam edilmiş olması onu kahraman yapmaz hele hele demokrasiyi yok etmeye çalışırken demokrasi şehidi hiç yapmaz.