A.N. Sezer'in Beklenen ve Özlenen Konuşması
Cumhurbaşkanımız Sayın Sezer' in 7 Nisan günü Harp Akademileri Konferansında yaptığı konuşmayı aynen aktarıyorum. Biraz uzun olmakla beraber herkesin dikkatlice okuması gereken bu konuşma, ne yazık ki basınımızda hak ettiği yeri bulmuş değil. Oysa ki bir çok çevrenin alması gereken çok önemli mesajlar içeriyor.
Bana göre en önemli tespit ise ılımlı islama ve Türkiye' nin diğer müslüman ülkelere örnek gösterilirken KASDEN düşülen yanlışlığa yaptığı vurgudur.
Lütfen üşenmeden sonuna kadar okuyun.
Tarih : 07.04.2005
Konu : Harp Akademileri Konferansı'nda yaptıkları konuşma
Yer : Harp Akademileri
"Sayın Genelkurmay Başkanı,
Silahlı Kuvvetlerimizin Değerli Komutanları,
Harp Akademilerimizin Seçkin Mensupları,
Değerli Konuklar,
Ülkemizin gurur kaynağı olan bu seçkin kurumun çatısı altında, sizlerle yeniden bir araya gelmekten büyük mutluluk duyuyorum. Aydınlanma ve ilerlemenin herşeyden önce ülkülere bağlı kalınarak başarılabileceğinin anlamlı bir simgesini oluşturan Harp Akademilerinin bilimsel çalışma anlayışı ve ulusal stratejimizin belirlenmesi konusunda yaptığı değerli katkılar, övgüye değerdir. Cumhuriyet meşalesinin aydınlattığı Türkiye'nin gözbebeği olan Türk Silahlı Kuvvetleri'nin onurlu mensuplarına, askerinden, yüksek rütbeli komutanlarına kadar içten iyi dileklerimi sunarım.
Her yıl olduğu gibi bu yıl da sizlerle, Türkiye ve çevresindeki güncel askeri ve stratejik sorunlar hakkındaki görüş ve düşüncelerimi paylaşmak istiyorum.
Görünen odur ki, dünyamız, uluslararasında barış ve halkların mutluluğu yönünde üçüncü binyıla iyimser bir başlangıç yapamamıştır. Soğuk Savaşın sona ermesinin dünya jeopolitik ortamında yarattığı sıkıntılar hala hissedilmektedir. Uluslararası ilişkilerin biçimi ve yapısı, hemen hemen hiçbir durumda şimdiki kadar kaygan olmamıştır.
Hala, dengelerin ve değerlerin sarsıldığı, belirsizliklerin sürdüğü, bir yandan bilim ve teknoloji alanında dev adımlar atılırken, diğer yandan insanların açlık çekmeyi, savaşlarda ve kıyımlarda yaşamlarını yitirmeyi sürdürdükleri bir dünyada yaşıyoruz.
Bu koşullar altında, tarihin ve talihin gölge oyunlarının arasından süzülüp gelen olaylar karşısında, Türkiye bir istikrar ögesi olmayı sürdürebiliyorsa, bu, hiç kuşkusuz, ulusumuzun ve devletimizin "ortak aklının" başarısıdır.
Geride bıraktığımız yüzyılda, iki küresel savaştan sonra, Birleşmiş Milletler örgütünün kurulmasıyla, devletlerin egemen eşitliğine dayalı evrensel bir yapı oluşturulmuştur. Ancak tarih, yirminci yüzyılı bağlaşmalar ve kamplaşmalar yüzyılı olarak anacaktır. Birleşmiş Milletler sistemi, uluslararası ilişkileri evrensel kurallara bağlamış olmakla birlikte, kampların çekişmesini, kutuplaşmayı ve Soğuk Savaşı önleyememiştir.
Soğuk Savaşın sona ermesiyle tek kutupluluğun egemen olduğu günümüzde, 11 Eylül saldırılarının ardından bir "terörizmle savaşım" cephesinin oluşturulduğu, uygarlıkların çatıştığı savları işlenegelmektedir. Dayandığı veriler ne olursa olsun, hangi amaçlara hizmet ederse etsin, bu çatışmacı-kamplaşmacı savların yansıttığı geçmiş yüzyıla ait kuramsal alışkanlıklara daha gerçekçi ve kuşkucu bakmamız gerektiğine inanıyorum.
Terörün küreselleşmesi, kitle yoketme silahlarının yayılması, köktendincilik ve ayrılıkçı şiddetin artması, içinde bulunduğumuz yüzyılın gerçek birer olgusudur. Bu son derece akışkan ortamda, kuramsal açıdan akıl karışıklığı yaratan savlar karşısında, Türk ve dünya kamuoyu, siyasal yönelimini neye göre ve hangi yöntemlerle belirleyeceği konusunda henüz genel bir oydaşma sağlayamamıştır.
Eğer uluslararası toplum, gelecek kuşaklara daha güzel bir dünya armağan etmek istiyorsa, paylaşım, özveri, işbirliği, hak, hukuk, adalet ve sağduyu kavramları üzerinde daha fazla durmalı, daha uzlaştırıcı düşünceler üretebilmelidir. Bugünkü dünyanın görünümü, gerçekten düşündürücü ve kaygı verici olma özelliğini sürdürmektedir.
Önemli bir coğrafyada yer alan Türkiye'nin, istikrarlı bir ülke olarak, pek çok gelişmenin merkezinde bulunduğunu her zaman hatırda bulunduruyoruz. Türkiye, yapıcı olmaya, kendisini doğrudan ilgilendiren sorunların yanısıra, bölgesel ve küresel ölçekte önem taşıyan konulara yakın ilgi göstermeye, çözümler sunmaya çalışmaktadır. Umuyoruz ki, bu çabalarımız tüm dostlarımız tarafından da doğru anlaşılmaktadır. Böylesi bir dönemde, dostlarımızın niyetlerimizi iyi algılamalarını, bulundukları yerden bizi değerlendirirken de, yaşadığımız coğrafyaya bir kez daha dikkatli biçimde bakmalarını bekliyoruz. Bu kapsamda, NATO değerlendirmelerinde öngörülen 22 olası kriz bölgesinden 12'sinin ülkemizi ilgilendirdiği gözardı edilmemelidir.
Değerli Konuklar,
Bir süredir yaygınca dile getirilen küreselleşme kavramı ve olgusu, dünyada güçlünün egemen olduğu bir düzene gidişin gerekçesi olarak ileri sürülmemelidir. Yalnızca güçlünün sözünün geçtiği ve hukuku kendi çıkarlarına göre yorumladığı bir uluslararası sistemin, kimi çevrelerce gündeme getirilen "uygarlıklar çatışması"na zemin hazırlaması kaçınılmaz görünebilir. Dünya, ya bu tür bir çatışmanın neden olduğu yıkıma ve olası bir hegemonyaya teslim olmaya, ondokuzuncu yüzyılın güç politikalarını anımsatacak biçimde zorlanacak, ya da uluslararası yasallık temelinde yeniden üzerinde oydaşılarak geliştirilen ilkelerle yeni bir tarih sayfası açılacaktır.
İçinde yaşadığımız geçiş döneminin diğer bir sancılı yönü ise, her türlü din sömürüsünün siyaseti şekillendirme girişimleriyle karşı karşıya oluşumuzdur. Kitleler, sloganlar ve sığ propagandayla başka amaçlara yönlendirilebilmektedir. Ancak bu olgu, Doğu'da olduğu kadar, Batı'da da geçerlidir.
Dünyadaki gelişmeleri, önem verdiğimiz ülkelerin dış politika hedeflerini ve hareket biçimlerini doğru algılayıp değerlendirmek büyük önem taşımaktadır. Türkiye'nin uluslararası düzendeki rolünü ve etkinliğini belirleyecek çerçevenin, büyük ölçüde, yapılacak bu kapsamlı değerlendirme sonucunda saptanacağı açıktır. Unutulmamalıdır ki, bu süreç kapsamında yapılabilecek yanlışlıkların, dış politikada hareket alanımızı daraltması riski bulunmaktadır.
Türkiye'nin küresel denklemdeki yerini anlamak için, Anadolu'ya bugünkü zenginliği veren değerleri, gerçek gücümüzü tanımamız bir o kadar önemlidir. Türkiye'yi, bölgesinde istikrar üreten bir ülke yapan değerlerimizi ve özelliklerimizi, gerek kendimiz için, gerek uluslararası toplumun esenliği için kullanabilmemiz ise, yirmibirinci yüzyılda Türkiye'nin, hangi nitelemeyle, nasıl anılacağını belirleyecektir.
Uluslararası politika ve strateji yönünden, dünyanın en hareketli bölgelerinin kesiştiği noktada yer alan ülkemizin dış politikasında, ilkelerin önemi ve ağırlığı büyüktür. Ülkemizin bölgesel ve uluslararası barış ve istikrar, Avrupa Birliği'yle bütünleşme gibi tarihsel yönelimleri, ulusumuzun genel istenci çerçevesinde oluşmuş temel ilkelerden kaynaklanmaktadır. Büyük Atatürk'ün egemenliğin ulusun olduğunu, yurtta ve dünyada barışın eşzamanlı düşünülmesi gerektiğini, çağdaşlık yolunda yalnızca bilimin yol gösterebileceğini anlatan sözleri, Türk Ulusu'nun laik, olgucu ve barışçı istencini tanımlamaktadır.
Güvenlik siyasaları yönünden ise, çevremizdeki çatışma, belirsizlik ve istikrarsızlığın, ülkemizi olduğu kadar, küresel barış ve istikrarı da tehdit ettiğinin öncelikle saptanması gerekmektedir. Bu nedenle, ülkemizin ulusal güvenlik kaygılarının bölgesel ve küresel boyutları bulunduğunu vurgulamak isterim. Ülkemizin uluslararası güvenlik ve istikrara katkısı ve bu alandaki beklentileri, yalnızca, yarar gözetmekten ya da idealist hedeflerden değil, somut ve evrensel kaygılardan kaynaklanmaktadır. Güvenlik siyasamız ve söylemimiz, saydam, içten ve gerçekçidir.
Türkiye, Atatürk'ten bu yana kendine çizdiği yol ve uygar ülkeler yanında yer alma isteği sonucunda, kararlı bir biçimde Batı'nın öndegelen tüm kuruluşları arasında yer almak için çaba harcamıştır. Ayrıca, bulunduğumuz coğrafyada demokratik değerlerin savunulmasına katkılarımızın da etkisiyle, jeostratejik önemimiz, izlediğimiz gerçekçi politikalarla perçinlenmiştir.
Bu yönden, Türkiye'nin jeostratejik önemini, bölgedeki siyasal ve askeri gelişmelere müdahale açısından sağladığı göreceli üstünlük olarak da tanımlayabiliriz.
Bu bağlamda, bölgemizde varolan ve ulusal ve uluslararası düzeyde geniş bir yelpaze oluşturan siyasal, askeri, ekonomik ve toplumsal sorunlar, güvenlik, savunma ve dış politikalarımızı belirleyen stratejik çerçeveyi çizmektedir.
Öte yandan, İslam ülkelerinin eski çağlarda olduğu gibi, dünya uygarlığına katkıda bulunabilmesinin yolu, bireylerin özgürleşmesinden geçmektedir. Böyle bir sürecin toplumsal çalkantılara yol açmaması yönünden, aşamalı olarak gerçekleştirilmesi önem taşımaktadır. İslam ülkeleriyle ilişkilerin geliştirilmesi için siyasalar oluşturulurken, bu değerlendirmelerin gözönünde bulundurulması gerektiğini düşünüyoruz. Tersi durumda, kimi ülkelerde atılan sınırlı demokratikleşme adımları yanıltıcı olabilecek ve geçiş dönemleri süreklilik kazanabilecektir.
Özellikle küresel dönüşümlerin hız kazandığı son dönemlerde, ülkemiz, artan biçimde, değişim ışığı veren müslüman ülkelere örnek olarak gösterilmektedir. Bölge için Türkiye mutlaka örnek gösterilecekse, ancak laik, demokratik ve hukuk devleti niteliği ile örnek oluşturabiliriz. Türkiye bu noktada, deneyimlerini tüm komşuları ve dostlarıyla paylaşmaya hazırdır. Yakın tarihe bakıldığında, çevremizde geçiş dönemi örneği olarak, "ılımlı İslam" modeliyle sıkça öne çıkartılan kimi ülkelerin, daha sonra kaçınılmaz biçimde radikal bir değişikliğe uğrayarak köktendinci bir rejime dönüştüğü görülmüştür. Bugün, Türkiye'yi örnek ülke olarak gösteren ülkelerin, "ılımlı İslam" övgülerine karşın, bizi diğer müslüman ülkelerden farklı kılan asıl değer, dinsel yorumumuzdan çok, laik devlet ve toplum yapımızdır. Geçen yıl da değinmiş olduğum bu noktaya, yeniden vurgu yapmakta yarar görüyorum.
İnsanların ya da ulusların, savaş ya da yalnızca cezalandırmaya dönük zorlayıcı yaptırımlarla, doğru olana yönlendirilmeleri ve değişime zorlanmaları olanaklı değildir. Dış ilişkilerde biri kazanırken, diğerinin kaybettiği değil, tüm tarafların da kazançlı çıkabileceğini gösteren örnekleri sunabilme yeteneği, başarının anahtarlarından biridir.
Bizim en önemli özelliğimiz ve gücümüz, evrensel, çağdaş, demokratik değerleri paylaşan modern ve laik bir devletin, tarihten gelen engin bir hoşgörü ve birarada yaşama kültürünü benimsemiş bireyleri olmamızda yatmaktadır.
Silahlı Kuvvetlerimizin Değerli Üyeleri,
Değerli Konuklar,
Böyle bir dünyada Türkiye, her zamanki gibi dış politika gündemi en yüklü ülkeler arasında yeralmaktadır. Bu durum, ülkemizin coğrafi, tarihsel ve kültürel konumunun doğal bir sonucudur. Bütün ülkelerin dış politikaları, kendi ulusal çıkarları doğrultusunda biçimlenmekte ve uygulanmaktadır. Türkiye'yi diğer birçok ülkeden ayıran özellik, çok boyutlu ve çok yönlü bir dış politikadan bir bütünlük çıkartmaya duyulan gereksinimde, başka bir deyişle, birbirinden farklı, hatta zıt gibi görünen uygulamaları tek bir ulusal hedef etrafında toplayabilme gereksiniminde yatmaktadır. Bu yöndeki çabalarımız, değişen uluslararası sistemin ön plana çıkardığı yeni değerlerin de katkısıyla, giderek artan bir etkiyle sürdürülmektedir.
Türkiye ve Avrupa Birliği arasındaki ilişkiler, ülkemizin dış politika öncelikleri arasında birincil önemde ve belirleyici bir yere sahiptir. 17 Aralık 2004 günlü Brüksel Doruğu sonrasında, Avrupa Birliği'ne üyelik sürecimizde yeni ve önemli bir aşamaya gelmiş bulunuyoruz.
Brüksel'de gerçekleştirilen Avrupa Birliği Devlet ve Hükümet Başkanları Doruğunda, Türkiye'nin reform sürecinde atmış olduğu kararlı adımların mutlulukla karşılandığı belirtilerek, ülkemizle üyelik görüşmelerinin, sonuç bildirisinin 23. maddesinde öngörülen çerçeve kapsamında, 3 Ekim 2005 gününde başlatılması kararlaştırılmıştır.
Bu kararla, ülkemiz "aday ülke" konumundan "müzakere eden ülke" konumuna yükselmiş, üyelik hedefimiz daha görünür bir vizyona girmiştir.
Türkiye şimdi, 17 Aralık Doruk Bildirisi uyarınca, Komisyon'un hazırlaması gereken belgelerin gecikme olmaksızın sunulmasını ve görüşmelerin 3 Ekim 2005 gününde başlamasını beklemektedir. Ülkemizdeki reform dinamiği ve Avrupa Birliği'ne üyelik konusundaki geniş toplumsal uzlaşı sürmektedir. Bu dönemde Avrupa Birliği'nden beklentimiz, görüşme sürecimizin bizim dışımızdaki nedenlerden kaynaklanan bir atalet içine sürüklenmemesidir.
Bu arada, ölçütlerle ve üyelik sürecimizle doğrudan ilgisi olmayan pek çok sorunun üstü kapalı koşullar olarak önümüze getirilmek istendiğini görüyoruz. Avrupalı dostlarımızın, Türkiye'yi bu konularda zorlamaları yanlış ve haksızdır. Türkiye, doğru olduğuna inandığı her adımı atacaktır ve bu istencini geçen zaman içinde kanıtlamıştır. Bize dayatılmaya çalışılacak, ancak haklı dayanaklardan yoksun isteklerin kabul görmesinin olanaklı olmadığı, Avrupalı dostlarımızca şimdiden bilinmelidir.
Bu fırsattan yararlanarak, son yıllarda ve son aylarda hızını artıran ve bu yıl adeta doruk noktasına ulaşan sözde soykırım savlarına ve tartışmalarına birkaç cümleyle değinmek isterim. Bu savlar, Türk ulusunu üzmekte ve rencide etmektedir. Toplumumuzda kimi kanaat önderlerinin, tarihsel doğruluğunu hiçbir biçimde sorgulamadan, en aşırı iddia sahiplerinin yanında çekincesiz yer almayı seçmiş olmaları, üzüntü vericidir. Değerli devlet adamı İsmet İnönü'nün Lozan'da kendisini itham eden İngiliz Başdelegesi Lord Curzon'a hitaben söylediği "Türk milletinin elleri bilhassa temizdir" cümlesinin arkasındayız. Tarihsel olayları yorumlarken bilimsel nesnellikten uzaklaşmak, aydın dürüstlüğü ve tutarlılığıyla bağdaşmaz. Bu konuda yapılması gereken, tarihi, önyargılardan arınmış olarak belgelere dayanarak araştırmak, soruşturmak ve belgeler üzerinden tartışmaktır. Bu tartışmanın zemini, siyasal değil, bilimsel olmak zorundadır. Çünkü, konunun siyasallaşması, aynı zamanda bilimsellikten de uzaklaşılması anlamına gelir. Tarih de bir bilimdir ve bilimin arka plana atılması sağlıklı sonuçlara ulaşılmasını engelleyecektir. "Tarih yazmanın, tarih yapmak kadar önemli olduğu" hiçbir zaman unutulmamalıdır.
Bu konuya son verirken, bugün Anayasa güvencesi altında modern Cumhuriyet'in eşit hak ve sorumluluk sahibi bireyleri olarak, içten bir dost ve gerçek birer kardeş gibi, içiçe ve birlikte yaşadığımız ve kültür zenginliğimizin değerli ve vazgeçilmez bir parçası kabul ettiğimiz Ermeni kökenli yurttaşlarımıza da yürekten iyi dileklerimi gönderiyorum.
Değerli Konuklar,
Avrupa Birliği'nin 17 Aralık Doruğu sonrasında tam üyelik görüşmelerinin başlatılması konusundaki kararının ardından, ülkemizin siyasal, ekonomik ve toplumsal dinamiklerini etkileyecek bir süreç başlamıştır. Bu sürecin savunma ve dış politikamıza, komşularımızla ve bağlaşıklarımızla ilişkilerimize de kuşkusuz yansımaları olacaktır. Ancak, zamanın sınamasından başarıyla geçmiş kimi bağlaşıklarımızla ilişkilerimiz, nitelik değiştirse de, önemini korumayı sürdürecektir. Daha açık bir deyişle, ülkemizin çağdaşlaşma ve Batı'yla bütünleşme amacı, Avrupa Birliği'ni ve Amerika Birleşik Devletleri'ni birlikte kapsamaktadır. Biri diğerinin seçeneği değil, tamamlayıcısıdır. Ülkemiz de, bu iki önemli ortağı arasında bir yeğleme yapmak durumunda değildir. Yapılması gereken, ilişkilerimizi yeni ortak hedefler ve temellere oturtacak stratejik diyaloğun sürdürülmesidir. Böylece, bağlaşıklarımızla varolan ortaklık ilişkilerinin, bölgede istikrara hizmet edecek ve bunalımlardan kolay kolay etkilenmeyecek bir ilkeler bütününe dayandırılması fırsatı da yakalanmış olacaktır.
Türkiye'nin, demokrasi ve laiklik deneyiminden, kültür ve zengin kimliğinden kaynaklanan karşılaştırmalı üstünlüklerini çevre bölgelere yansıtması, Batı'yla paylaşılan stratejik amaçlar doğrultusunda olacaktır. Bu nedenle, Batı'nın ortak değer ve hedeflerini benimseyen Türkiye'nin kendi değerlendirmeleri ve ulusal çıkarları doğrultusunda, kimi durumlarda Amerika Birleşik Devletleri'nden ya da Avrupa Birliği'nden farklı hareket etmeyi yeğlemesi, karşılıklı saygıya dayanan bağlaşıklık çerçevesinde anlayışla karşılanmalıdır. Böyle bir Türkiye, gerek Amerika Birleşik Devletleri, gerek Avrupa Birliği ve genelde Batı için daha az değerli bir ortak değil, tersine, bu bölgede barış ve istikrarın geliştirilmesi yönündeki ortak hedefe daha etkili biçimde katkı yapabilecek bir bağlaşık olacaktır.
Değerli Konuklar,
Ulusal güvenliğimizle ilgili ana başlıklar kapsamında, öncelikle üzerinde durulması gereken konulardan biri Irak'taki durumdur. Komşumuz Irak'taki gelişmeler bizi kuşkusuz yakından ilgilendirmektedir. Süregelen kargaşa ortamı, giderek artan can kaybı ve istikrarın bir türlü sağlanamamış olması, endişelerimizi arttırmaktadır. Geçimini sürdürmek üzere Irak'ta çalışan yurttaşlarımızın haince saldırılar sonucu yaşamlarını yitirmeleri, bizi son derece üzmektedir. Irak'taki yurttaşlarımızın can güvenliğinin sağlanması için, devlet olarak tüm çabayı göstermeyi sürdürüyoruz.
Irak'ta 30 Ocak 2005 gününde düzenlenen seçimler, ülke halkının demokrasiye sahip çıkma istencini ortaya koymakla beraber, devam eden güvenlik sorunları nedeniyle katılım oranı yüzde 58 düzeyinde kalmış,ÊIrak halkının ayrılmaz parçasıÊolan kimi kesimler ile oluşumların, Êseçimlere beklenilen düzeyde katılamamış olması üzüntüyle karşılanmıştır.
ÊBu aşamada önem taşıyan husus, seçimlerden kaynaklanması olası kırgınlık, hata veÊ eksikliklerin, toplumun tüm katmanlarını kapsayacak biçimde diyalog ve uzlaşma yoluyla giderilmesi, geniş tabanlı, Irak halkının tüm ögelerinin adil biçimde katılacağı, demokratik bir hükümetin işbaşına geçmesidir. Bu konuda Irak'ta atılmakta olan son adımları yakından izlemekteyiz.
Irak'ta kalıcı istikrarın sağlanması, halkın ülkesi ve doğal kaynakları üzerinde tam denetime sahip olması, içten dileğimizdir. Irak'ın toprak bütünlüğünün ve siyasal birliğinin korunması konusundaki duyarlılığımız da, esasen herkes tarafından bilinmektedir.
Kerkük'ün Irak'ın toprak bütünlüğü ve siyasal birliği içindeki yerinin korunması, bizim gibi uluslararası toplumun da öncelikleri arasında yer almalıdır.
PKK/Kongra-Gel adlı terör örgütünün Kuzey Irak'taki varlığının, bizim için açık bir rahatsızlık nedeni olduğunu burada bir kez daha yinelemek istiyorum.
Geçici Irak Hükümeti, PKK varlığına son verilmesi konusunda açıklamalar yapmıştır. Irak Hükümeti'yle bu alanda etkin işbirliğinin başlayacağını umuyoruz. Amerika Birleşik Devletleri'nin sorumluluğunun gereklerini artık yerine getirmesini bekliyoruz.
Irak'tan sonra, Ortadoğu'daki genel durum üzerinde de kısaca durmak istiyorum. Filistin-İsrail anlaşmazlığında Filistin seçimlerinden sonra oluşan yeni dinamikler ve uzlaşma olasılığı, tüm bölge ülkeleri ve uluslararası toplum gibi Türkiye'yi de umutlandırmaktadır. Türkiye, her iki tarafla geleneksel iyi ilişkileri bulunan bir ülke olarak, barış sürecini ileriye götürmek için tarafların isteyecekleri girişimlerde bulunmaya hazırdır.
Bir diğer komşumuz Suriye'nin 1559 sayılı Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararı uyarınca Lübnan'daki birliklerini geri çekmeye başlamasından da mutluluk duyuyoruz. Geçmişte, bir dönem ciddi sorunlar yaşadığımız Suriye'yle ilişkilerimiz, son yıllarda, özellikle bu ülkenin PKK terörüyle savaşımda kararlı bir tutum takınmasından sonra, karşılıklı saygı ve yarar çerçevesinde gelişmektedir. Önümüzdeki hafta içinde Suriye'ye bir ziyarette bulunacağım. Bu ziyaret sırasında Suriye makamlarıyla, hem ikili ilişkilerimizdeki son durumu, hem de bölgesel gelişmeleri ele alma olanağını bulacağım. Kritik bir dönemeçten geçmekte olan bölgemizde, istikrarın korunması ve gerginlikleri azaltıcı politikalar üretilmesi yönünden, bölge ülkelerine özel bir görev düşmektedir. Biz de, uluslararası toplumun beklentileri doğrultusunda, bu yönde gerekli adımların atılması için, Suriye ve ilgili tüm taraflara gerekli telkinlerde bulunmayı sürdüreceğiz.
Değerli Konuklar,
Kıbrıs, 2005 yılında gündemdeki önemli yerini koruyan bir başka konudur. Türkiye, öteden beri Kıbrıs'ta serbestçe müzakere edilmiş, kapsamlı ve yaşayabilir bir çözümü savunagelmiştir. Bu bağlamda, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri'nin iyiniyet misyonuna tam destek vermiştir. Geçtiğimiz yıl, Türkiye'nin ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin büyük bir özveriyle katkıda bulunduğu çözüm çabaları, Kıbrıslı Rumların yüzde 76 oranındaki "hayır" oylarıyla sonuçsuz kalmıştır.
Ancak, Rumların red kararından sonra Kıbrıs sorununun tarihinde pek çok kez görmüş olduğumuz manzara, ne yazık ki yine karşımıza çıkmıştır. Çözümden kaçan, çözümsüzlüğü çözüm olarak gördüğünü bir kez daha açıkça ortaya koyan Kıbrıs Rum tarafı, tüm uyarılarımıza karşın, 1 Mayıs'ta Avrupa Birliği'ne tam üye olarak kabul edilerek ödüllendirilmiştir. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi'nin Kıbrıs adı altında Avrupa Birliği üyeliğine kabul edilmesinin Ada'da çözüm çabalarını daha da zora soktuğu görülmektedir.
Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri'nin raporunda da belirtildiği gibi, Kıbrıslı Rumlar, aslında "yalnızca planı değil, çözümün kendisini de reddeden" taraftır.
Kıbrıslı Türklerin onyıllardır karşı karşıya kaldıkları haksız siyasal, ekonomik, toplumsal ve kültürel yalıtılmışlığın sona erdirilmesi görevi, artık uluslararası topluma düşmektedir. Verilen sözler yerine getirilmelidir. Bu konuda atılacak somut adımları sabırla bekliyoruz.
Bu arada, Ankara Anlaşması'nın yeni üyelere genişletilmesi konusundaki Protokol ile ilgili teknik düzenlemelerin, Kıbrıs Türklerinin haklı oldukları bir davada Türkiye tarafından yalnız bırakılacakları anlamına geldiğini hiç kimse düşünmemelidir. Türkiye, Kıbrıs Cumhuriyeti'ni ancak, soruna adil ve kalıcı bir çözüm bulunduğu, Ada'da iki toplumun bir arada yaşayacakları yeni bir ortaklık devleti kurulduğunda tanıyabilir.
Türkiye, Kıbrıs sorununun kalıcı, kapsamlı ve siyasal eşitliğe dayalı bir ortaklık temelinde çözüme ulaştırılması yönündeki tutumunu korumakta ve bu yöndeki çalışmaları desteklemeyi sürdürmektedir.
Silahlı Kuvvetlerimizin Değerli Üyeleri,
Değerli Konuklar,
Terör, günümüzde her zamankinden daha ciddi bir tehdit oluşturmaktadır. 11 Eylül'de ABD'de gerçekleştirilen saldırılardan, İstanbul'da, Madrid'de, Bali'de, Beslan'da ve dünyanın çeşitli yerlerinde gerçekleştirilen eylemler, terörizmin ulaşabileceği boyutları gözler önüne sermiş ve terörizmle savaşımda ülkeler arasındaki işbirliğinin önemini yeniden ortaya koymuştur.
Yetmişli yıllardan itibaren terörizmin en acımasız biçimiyle karşılaşmış ve onbinlerce yurttaşını terörle yitirmiş olan Türkiye, yıllardan beri, uluslararası topluluğa terörizme karşı alınacak önlemler bağlamında hukuksal çerçevenin oluşturulması için çağrıda bulunmaktadır. Türkiye'nin öteden beri söylediğini bir kez daha yinelemek istiyorum; teröre karşı savaşım seçici yaklaşımlarla kazanılamaz.
Terörle ulaşılmaya çalışılan hiçbir amaç masum değildir ve hiçbir amaç, ulaşılmaya çalışıldığı araçlardan soyutlanamaz. Dolayısıyla, teröre karşı güçbirliği, insanlığın ortak hedefi olmalıdır. Tersine bir yaklaşım, terör mağduru ülkelerin, başka ülkeleri terörle savaşım adına hedef almaları sonucunu doğuracağı gibi, bu savaşım ve çatışma alanı, çevremizdeki ülkelerden kaynaklanmayı sürdürecektir.
Öte yandan, terörden çok teröristin, köktencilikten, ayrılıkçılıktan çok bu akımlara kapılanların hedef gösterilmesi, günümüz sorunlarının neden ve sonuçlarına etkili tanı konulmasını engellemektedir. Bu durum, günümüzde kimi Batı ülkelerinde, belirli topluluk ve kümelere karşı ırkçı, ayrımcı davranışların artmasına, Doğu ve Güney ülkelerinde ise, Batı'ya karşı kuşku ve güvensizliğin yükselmesine neden olmaktadır. Olguları gerçek nedenlerinden soyutlayan günümüzdeki kutuplaşma, bu biçimde oluşmaktadır.
Teröre karşı koymanın sadece silahla olanaklı olamayacağı ortadadır. Terörü yenmenin koşulu, umutsuzluğu yenmektir. Duyarsızlık, acımasız bireyler yaratmakta ve şiddeti beslemektedir. Bu konulardaki eksiklerin giderildiği, şiddetin özendirilmeyeceği bir dünyada, terörün yaşam alanı da giderek daralacaktır.
Birleşmiş Milletler'de ve diğer ilgili forumlarda, uygun her olanak ve zeminde, teröre karşı en kararlı ve etkili önlemlerin alınmasını savunan Türkiye, terörizmin evrensel bir sorun olduğu gerçeğinden hareketle, 11 Eylül saldırılarından sonra gerek uluslararası kuruluşlar, gerek ikili alandaki etkinliklerini yoğunlaştırarak sürdürmektedir. Bu konuda kabul edilmiş çok sayıda belge ve bildiride, Türkiye'nin etkin çaba ve katkısı vardır.
Sayın Katılımcılar,
Yirmibirinci yüzyılın güvenlik ve dış politikasını da, rengi, etnik kökeni, dili, dini, inançları ne olursa olsun, bireyin hakları ve insana saygı üzerine oturtmak gerekmektedir. Farklılıkları anlamaya çalışmayan, dünyanın egemen kültür ve uygarlığını yalnızca belli bir din ya da coğrafyaya bağlamak çabasıyla hareket eden devletlere karşı, teröre destek vermek ve kitle imha silahları elde etmek dahil, çeşitli araçlarla karşı koyan yalıtılmış ülkeleri, en azından, bu uygulamalarını sürdürmelerinin kolay olmayacağı bir uluslararası sistemin parçası durumuna sokmak gerekmektedir. Bu ortak çabaların zemini de, tüm eksikliklerine karşın Birleşmiş Milletler olmalıdır. Barışa ve uluslararası ilişkilerin temel sistemine yönelik tehlikeler, riskler ve belirsizlikler, artan bir biçimde kaygı kaynağı olmayı sürdürdükçe, bu gereklilik de kendisini daha fazla hissettirmektedir.
Bizlere, insanlık onuruna yaraşır tek yönetim biçimi olan demokrasi, küresel barış ve işbirliğini içeren evrensel değerler yol göstermelidir. Bu değerler, Birleşmiş Milletler Yasasında, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'nde, insanlığa yön veren birçok uluslararası belgede kayıtlıdır. Bu evrensel değerlerin, sonu gelmez komplo kuramlarından ve bunlardan kaynaklanan "bizler ve onlar" yaklaşımından daha saygın ve güvenilir olduğuna inanıyorum.
Değerli Konuklar,
Türkiye, Transatlantik ilişkilerin güçlü biçimde sürdürülmesine her zaman büyük önem vermiştir. İlişkilerimizin sağlam dostluk bağlarına dayandığı Amerika Birleşik Devletleri'yle işbirliğinin geliştirilmesi ve NATO içindeki etkin rolümüzün sürdürülmesi, bizim için yaşamsal öncelik taşıyan konulardır.
Türk-Amerikan ilişkileri, her zaman küresel barış, istikrar ve gönencin sürdürülmesini amaçlamıştır. Bugün de, Türkiye ve Amerika Birleşik Devletleri, bunalımların önlenmesi ve yönetimi, bölgesel çatışmaların çevrelenmesi, terörizmle savaşım ve kitle imha silahlarının yayılmasının önlenmesi konularında birbirleriyle danışma ve dayanışma içinde hareket etmektedir.
Yarım yüzyıllık bir bağlaşıklık ilişkisini de yansıtan, Türk-Amerikan ilişkilerinin dayandığı ortak değer ve hedefler zemini, kimi konularda yaşanabilen güçlüklerin aşılmasına olanak tanıyacak sağlamlıktadır. Bu nedenle, ilişkilerimizin karşılıklı anlayış ve saygı temelinde ilerleyeceğinden kuşku duymuyorum.
Ülkemiz, Transatlantik güvenlik ve işbirliği stratejisini başından itibaren desteklemiştir. Transatlantik ortaklığın en etkin kurumsal ifadesini simgeleyen NATO'nun, Avrupa ve ötesinde barış ve istikrarın korunması ve geliştirilmesi için sahip olduğu önem, günümüz koşullarında daha iyi anlaşılmaktadır. NATO, kapsamlı güvenlik anlayışı ve güvenliğin bölünmezliği ilkesi çerçevesinde, çağa ayak uydurmakta, böylelikle, güvenliği etkileyen bölgesel ve küresel dinamiklerin, bağlaşıklar arasında sağduyuyla ele alındığı, sorunlara ortak çözümler arandığı bir platform olma özelliğini korumaktadır.
Türkiye aynı zamanda, Avrupa'nın güvenlik alanında sağlamaya çalıştığı gelişmeyi desteklemekte, bu gelişmenin NATO'nun sağlayageldiği kazanımları aşındırmadan sürdürülmesine önem vermektedir. Bu çerçevede, Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası'nı güçlendirecek biçimde Avrupa Birliği'nin NATO'nun olanak ve yeteneklerinden yararlanması yolunu açan mutabakatın ortaya çıkmasında önemli rol oynayan Türkiye, Avrupa Birliği'nin 2003 yılından itibaren üstlendiği operasyonel sorumluluklara da önemli katkı sağlamaktadır.
Bu noktada, Afganistan'da ISAF'ın komutasını ikinci kez üstlenen Silahlı Kuvvetlerimizin barış ve işbirliği yolundaki diplomatik etkinliklerimize ne kadar değerli bir katkı yaptığını bir kez daha belirtmek istiyorum. Askerlerimiz Türk Bayrağı'nı, Afrika'dan, Balkanlar'a, Ortadoğu'dan Afganistan'a kadar barış için dalgalandırmaktadır. Başta değerli komutanları olmak üzere, bu bölgelerde görev yapan evlatlarımızı kutluyorum. Barışı sağlama ve koruma etkinliklerine katkımız, önümüzdeki dönemde aynı inanç ve azimle sürdürülecektir.
Sayın Katılımcılar,
Dünyanın, yirmibirinci yüzyılda içine girdiği değişim süreci sonucu, belirsizlik, risk ve asimetrik tehditler her geçen yıl azalmak yerine, ne yazık ki daha da endişe verici boyutlara ulaşmaktadır. Bu değişimleri kendi ulusal çıkarlarımız ve amaçlarımız doğrultusunda şekillendirmemiz, buna katkıda bulunacak gerçekçi politika seçenekleri üretebilmemiz, bölgemizde ve dünyada, istikrar ögesi ülke konumumuzu pekiştirmemiz ve geliştirmemiz gerekmektedir. Bu amaçla, caydırıcılık yeteneği yüksek, güçlü bir savunma ve güvenlik sistemimizin bulunması yaşamsal önem taşımaktadır.
Ülkemiz üç kıtanın birleştiği, Akdeniz ve Karadeniz gibi iki önemli denizi birbirine ve dünyaya bağlayan su yollarını kontrol eden, Orta Asya ve Ortadoğu enerji havzalarının dünya pazarlarına açıldığı noktada yer alan, bunalımlara, müdahale bölgelerine çok yakın, kritik bir coğrafyada yer almaktadır. Bu eşsiz coğrafya ile Türkiye, jeostratejik yönden dünyadaki en önemli birkaç ülkeden biri konumundadır. Bu nedenle ülkemiz, bölgesindeki istikrarlı yapısını ve ulusal çıkarlarını korumak için her zaman güçlü bir silahlı kuvvete gereksinim duymuştur.
Soğuk Savaş ertesi gelişen koşullar ışığında Türk Silahlı Kuvvetleri de akılcı bir yeniden yapılanma süreci içindedir. Türk Silahlı Kuvvetlerindeki değişimin, konvansiyonel savaş ile asimetrik savaşı birlikte yürütebilecek biçimde, varlığını sürdürme yeteneği yüksek, teknoloji, bilgi ve eğitim üstünlüğüne sahip, hızla yer değiştirebilen, esnek ve her ortamda kesintisiz görev yapabilen kuvvetler oluşturulması gibi çağdaş askeri gereksinmelere yönelik olarak yürütüldüğü mutlulukla gözlenmektedir.
Türk Silahlı Kuvvetleri, nicel büyüklük açısından NATO'da Amerika Birleşik Devletleri'nden sonra ikinci sıraya yerleşirken, bölgesinin de en büyük ve etkin ordusu durumuna gelmiştir.
NATO, değişen güvenlik ortamında, kuvvet ve komuta yapısında değişikliğe giderek, dikkatini "bunalımlara müdahale" adı altında, klasik harekat alanı dışına kaydırmıştır.
Türk Silahlı Kuvvetleri de, NATO'daki bu değişime koşut bir uygulama içindedir.
Ülkemizin bölünmez bütünlüğünün korunabilmesi, Cumhuriyet'in temel nitelikleri ve kazanımlarıyla yaşatılabilmesi, onurlu ve çıkarlarımızı ön planda tutan bir dış politika izlenmesi, kendimize güvenmemize ve her alanda güçlü olmamıza bağlıdır.
Bu nedenle, silahlı kuvvetlerin güçlü tutulması öncelikli önemini korumaktadır. İçinde bulunduğumuz aşamada, Silahlı Kuvvetlerimizin askeri yetenek yönünden ülke tarihindeki en güçlü konumuna erişmiş olmasından mutluluk duyuyoruz. Türkiye kadar, ulusu ile silahlı kuvvetlerinin özdeşleştiği başka bir örnek bulmak zordur. Türk Silahlı Kuvvetleri, sahip olduğu nitelikleriyle, haklı olarak ulusunun gözbebeği, birlik, kardeşlik ve bütünlüğümüzün güvencesidir.
Türk Silahlı Kuvvetlerinin Değerli Komutanları,
Genç Arkadaşlarım,
Sayın Konuklar,
On yıl sonraki uluslararası sistemin bugünden tam olarak öngörülmesi ve çözümlenmesi güç görünmektedir. Bununla birlikte, küresel düzeyde birleşme yönünde gözlenen hareketlerle, yerel düzeydeki ayrıştırıcı ters eğilimler arasındaki karmaşık etkileşim süreci, sistemin belirli bir değişim geçireceğini göstermektedir. Bu yapı içinde, Türkiye'nin jeopolitik ve jeostratejik öneminin artarak süreceğini, sahip olduğu çok boyutlu kimlik sayesinde küresel gelişmelere katkı yapabilme özelliğini koruyacağını söyleyebiliriz. Bu öngörünün gerçekleşebilmesi için Transatlantik bağlarımızın ve Avrupa ve Balkanlar'dan, Ortadoğu, Kafkasya ve Orta Asya'ya uzanan coğrafyadaki rolümüzün güçlendirilerek korunması, önem taşıyacaktır. Avrupa Birliği üyeliğimizin planlandığı gibi gerçekleşmesi, Amerika Birleşik Devletleri'yle ilişkilerimizin daha da geliştirilmesi ve kimi ülkelerle olan ikili sorunlarımızın çözülmesi, Türkiye'nin gücünü arttıracaktır.
Türkiye, bu amaç doğrultusunda özenle ve sabırla çaba göstermeyi sürdürecektir. Bu çizgimiz, hiç kuşkusuz, ulusal çıkarlarımızdan ödün vermeden gerçekleştirilecektir. Ülkemiz ve ulusumuz, onurlu geçmişinde sınav niteliğinde pek çok güçlüğü yüz akı ile aşmıştır. Biz, başkalarının "büyük düş"lerinin parçası olmayı tarihimiz boyunca reddetmiş, kendi hedefleri doğrultusunda, ülküleriyle yaşamış bir ulusuz. Tarihimizin yılgınlıklar değil, savaşım tarihi olduğu gerçeği, yolumuza ışık tutmalıdır.
Atatürk'ün "çağdaş uygarlık düzeyini yakalamak ve üzerine çıkmak" ülküsü, ancak bu savaşımı vermeye kararlı, çağdaşlığın ve ilericiliğin savunucusu Cumhuriyet kuşakları ile gerçekleşecektir.
Biz, Türkiye olarak, sonuna kadar dostlarımızın yanında olduk. Haksız isteklere hiçbir zaman boyun eğmedik. Ancak Türkiye, kendisine doğru diye dayatılmak istenen eğrileri kabul etmektense, eğrilmeyen doğrularını yaşamayı yeğleyecektir. Bu, uluslararası toplumda hakettiğimiz saygın yerin gerektirdiği bir davranış biçimidir. Çağdaş ve akılcı bir çizgide ilerleyen, demokratik ve laik bir devlet sistemi bulunan, kendine özgü özellikleri olan ve gücünü büyük Atatürk'ün ilkelerinden alan bir ülkeyiz. Bu yapımızı ve çizgimizi koruyacağız. Esin kaynağımız, Atatürk'ün öncülük ettiği Türk aydınlanması felsefesi, gücümüz ise vatan sevgimiz, ulus bilincimiz ve ulusal birlik duygumuzdur.
Hepinize en iyi dileklerimi sunuyorum."