Ne hasta bekler sabahı,
Ne taze ölüyü bir mezar,
Ne de şeytan bir günahı
Benim seni beklediğim kadar
Necip Fazıl
Printable View
Ne hasta bekler sabahı,
Ne taze ölüyü bir mezar,
Ne de şeytan bir günahı
Benim seni beklediğim kadar
Necip Fazıl
Daralan vakitler...
Yanakları, saçları, gözleri yanmış,
Zehirli gaz bombaları
Yılan gibi sokmuş, yalamış gövdelerini
Ağızları, küçücük dilleri yanmış
Bütün Beyrut sapsarı kalmış
Sanki ağlamak imkansız
Başları
Paletlerle ezilmiş babaları,
Yahudi doğramış analarını,
Binlerce çocuk topların, betonların altında.
Beyrut'un gözyaşları şimdi,
Kudüs'ün yanıbaşında,
Müslümanlarsa uzakta,
Sanki başka,
Gelinmez bir dünyada.
Acın, bir vadi,
Zehirli çiçekler, bir ova gibi karşımda.
Gözüm baksın sadece,
Ayrıntıları,
Kıvrılıp kırılmış bilekleri,
Kemikten yakılmış etleri,
Kuma serilmiş cesetleri,
Büyük ajansların yaydığı resimleri,
Bir seyirci gibi görsün dursun,
Bir kadın gibi ağlasın..
Beyrut yengeç kıskacında,
Çoğu Müslüman kafir yanında,
Yaslanmış yastıklara sonunu beklerler filmin.
Sen Filistin, hokkaları doldur kanla,
Şairler eğer ahın varken
Uzanırlarsa tomurcuklara güllere
Herbiri kanlı bir ateş gibi korku
Bir azar, bir şamar olsun.
Filistin, sen işine bak, kar toprağını,
Yoğur gazabını Yaradanın..
Bu ateş bulutu hangi kavmin üzerinde?
Çam ormanlarının salınışında,
Kuşların cıvıldayışında,
Otların serin tenlerinde.
Eğer varsan bakıp görmeye
Şeffaf perdenin az ötesini,
Bir ateş bulutu var en bildik yerde,
En emin yerde.
Ve bak, asıl ölen yaylalar, villalar, tok karınlar
Hissiz dudaklar, gayretsiz kalpler,
Asla değil kavruk çölde yatan kadavralar.
Farzet körsün, olabilir,
Elele tut,
Taş al ve at,
Kafiri bulur.
Hani ceylanların,
Hani cihat marşın?
Bir yumruk harbinden nasıl kaçtın?
En arka safta bile kalmadın,
Cengi attın, dünyaya daldın,
Tezeğe konan sinekler gibi.
Dönüyor burgaç,
Dünya üstten, yanlardan daralıyor.
Ovalardan,
Dar geçitlere sürülen sığırlar gibi,
Bir gün ister istemez,
Karşısında olacaksın kaçtıklarının.
Dua et,
O gün henüz mahşer olmasın...
-------------------------------------
Cahit Zarifoğlu (1940-1987)
AMENTÜ
insan eşref-i mahlûkattır, derdi babam
bu sözün sözler içinde bir yeri vardı
ama bir eylül günü bilek damarlarımı kestiğim zaman
bu söz asıl anlamını kavradı
geçti çıvgınların, çıbanların, reklâmların arasından
geçti tarih denilen tamahkâr tüccarı
kararmış rakamların yarıklarından sızarak
bu söz yüreğime kadar alçaldı
damar kesildi, kandır akacak
ama kan kesilince damardan sıcak
sımsıcak kelimeler boşandı
aşk için karnıma ve göğsüme
ölüm için yüreğime sürdüğüm ecza uçtu birden
aşk ve ölüm bana yeniden
su ve ateş ve toprak
yeniden yorumlandı.
Dilce susup
bedence konuşulan bir çağda
biliyorum kolay anlaşılmayacak
kanatları kara fücur çiçekleri açmış olan dünyanın
yanık yağda boğulan yapıların arasında
delirmek hakkını elde bulundurmak
rahma çağdaş terimlerle yanaşmak için
bana deha değil
belgeler gerekli
kanıtlar, ifadeler, resmi mühür ve imza
gençken
peşpeşe kaç gece yıllarca
acıyan, yumuşak yerlerime yaslanıp uçardım
bilmezdim neden bazı saatler
alaturka vakitlere ayarlı
neden karpuz sergilerinde lüküs yanar
yazgı desem
kötü bir şey dokunmuş olurdu sanki dudaklarıma
Tokat
aklıma niye gelmezdi
babam onbeşli olmasa.
Meyan kökü kazarmış babam kırlarda
ben o yaşta koltuğumda kitaplar
işaret parmağımda zincir, cebimde sedef çakı
cebimde kırlangıçlar çılgınlık sayfaları
kafamda yasak düşünceler, Gide meselâ.
Kar yağarken kirlenen bir şeydi benim yüzüm
her sevinç nöbetinde kusmak sunuldu bana
gecenin anlamı tıkansın diye ıslık çalar
resimli bir kitaptan çalardım hayatımı
oysa her gün
merkep kiralayıp da kazılan kökleri
Forbes firmasına satan
babamdı.
Budur
işte bir daha korkmamak için korkmaz görünen korku
işte şehirleri bayındır gösteren yalan
işte mevsimlerin değiştiği yerde buharlaşan
kelepçeler, sürgünler, gençlik acılarıyla
güçbelâ kurduğum cümle işte bu;
ten kaygusu yüklü ağır bir haç taşımaktan
tenimin olanca ağırlığı yok oldu.
Solgun evler, ölü bir dağ, iyice solmuş dudak
bile bir bir çınlayan
ihtilâl haberidir
ve gecenin gümüş ipliklerden işlenmiş oluşu
nisan ayları gelince vücudu hafifletir
şahlanan grevler için kahkahalarım küstah
bakışlarım beyaz bulutlara karşı obur
marşlara ayarlanmak hevesindeki sesim
gider şehre ve şaraba yaltaklanarak
biraz ağlayabilmek için
fotoğraflar çektirir
babam
seferberlikte mekkâredir.
İnsanın
gölgesiyle tanımlandığı bir çağda
marşlara düşer belki birkaç şey açıklamak
belki ruhların gölgesi
düşer de marşlara
mümkün olur babamı
varlık sancısıyla çığırmak:
Ezan sesi duyulmuyor
Haç dikilmiş minbere
Kâfir Yunan bayrak asmış
Camilere, her yere
Öyle ise gel kardeşim
Hep verelim elele
Patlatalım bombaları
Çanlar sussun her yerde
Çanlar sustu ve fakat
binlerce yılın yabancısı bir ses
değdi minarelere:
Tanrı uludur Tanrı uludur
polistir babam
Cumhuriyetin bir kuludur
bense
anlamış değilim böyle maceralardan
ne Godiva geçer yoldan, ne bir kimse kör olur
yalnız
coşkunluğu karşısında içlendiğim şadırvan
nüfus cüzdanımda tuhaf
ekmek damgası durur
benim işim bulutlar arşınlamak gün boyu
etin ıslak tadına doğru
yavaş yavaş uyanmak
çocuk kemiklerinden yelkenler yapıp
hırsız cenazelerine bine bine
temiz döşeklerin ürpertisinden çeşme
korkak dualarından cibinlikler kurarak
dokunduğum banknotlardan tiksinmeyi itiraz
nakışsız yaşamakları
silâhlanmak sayarak
çıkardım
boğaza tıkanan lokmanın hartasını
çıkınımda güneşler halka dağıtmak için
halkı suvarmak için saçlarımda bin ırmak
ıhtırdım caddeleri meğer ki mezarlarmış
hazırmış zaten duvar sıkılmış bir yumruğa
fly Pan-Am
drink Coca-Cola.
Tutun ve yüzleştirin hayatları
biri kör batakların çırpınışında kutsal
biri serkeş ama oldukça da haklı.
Ölümler
ölümlere ulanmakta ustadır
hayatsa bir başka hayata karşı.
Orada
aşk ve çocuk
birbirine katışmaz
nasıl katışmıyorsa başaklara ağustos sıcağı
kendi tehlikesi peşinden gider insan
putların dahi damarından aktığı güne kadar
sürdürür yorucu kovalamayı.
Hanidir görklü dünya dünyalar içre doğan?
Nerde, hangi yöremizde zihnin
tunç surlardan berkitilmiş ülkesi
ağzı bayat suyla çalkanmış çocuğa rahîm olan
parti broşürleri yoksa kafiyeler mi?
Hangi cisimdir açıkça bilmek isterim
takvim yapraklarının arasını dolduran
nedir o katı şey
ki gücü
gönlün dağdağasını durultacak?
Hayat
dört şeyle kaimdir, derdi babam
su ve ateş ve toprak.
Ve rüzgâr.
Ona kendimi sonradan ben ekledim
pişirilmiş çamurun zifirî korkusunu
ham yüreğin pütürlerini geçtim
gövdemi âlemlere zerkederek
varoldum kayrasıyla Varedenin
eşref-i mahlûkat
nedir bildim.
ismet ÖZEL
SEZAİ KARAKOÇ
----------------------------------
Mona Roza
Mona Roza, siyah güller, ak güller
Geyvenin gülleri ve beyaz yatak
Kanadı kırık kuş merhamet ister
Ah, senin yüzünden kana batacak
Mona Roza siyah güller, ak güller
Ulur aya karşı kirli çakallar
Ürkek ürkek bakar tavşanlar dağa
Mona Roza, bugün bende bir hal var
Yağmur iğri iğri düşer toprağa
Ulur aya karşı kirli çakallar
Açma pencereni perdeleri çek
Mona Roza seni görmemeliyim
Bir bakışın ölmem için yetecek
Anla Mona Roza, ben bir deliyim
Açma pencereni perdeleri çek...
Zeytin ağaçları söğüt gölgesi
Bende çıkar güneş aydınlığa
Bir nişan yüzüğü, bir kapı sesi
Seni hatırlatıyor her zaman bana
Zeytin ağaçları, söğüt gölgesi
Zambaklar en ıssız yerlerde açar
Ve vardır her vahşi çiçekte gurur
Bir mumun ardında bekleyen rüzgar
Işıksız ruhumu sallar da durur
Zambaklar en ıssız yerlerde açar
Ellerin ellerin ve parmakların
Bir nar çiçeğini eziyor gibi
Ellerinden belli oluyor bir kadın
Denizin dibinde geziyor gibi
Ellerin ellerin ve parmakların
Zaman ne de çabuk geçiyor Mona
Saat onikidir söndü lambalar
Uyu da turnalar girsin rüyana
Bakma tuhaf tuhaf göğe bu kadar
Zaman ne de çabuk geçiyor Mona
Akşamları gelir incir kuşları
Konar bahçenin incirlerine
Kiminin rengi ak, kimisi sarı
Ahhh! beni vursalar bir kuş yerine
Akşamları gelir incir kuşları
Ki ben Mona Roza bulurum seni
İncir kuşlarının bakışlarında
Hayatla doldurur bu boş yelkeni
O masum bakışlar su kenarında
Ki ben Mona Roza bulurum seni
Kırgın kırgın bakma yüzüme Roza
Henüz dinlemedin benden türküler
Benim aşkım sığmaz öyle her saza
En güzel şarkıyı bir kurşun söyler
Kırgın kırgın bakma yüzüme Roza
Artık inan bana muhacir kızı
Dinle ve kabul et itirafımı
Bir soğuk, bir garip, bir mavi sızı
Alev alev sardı her tarafımı
Artık inan bana muhacir kızı
Yağmurlardan sonra büyürmüş başak
Meyvalar sabırla olgunlaşırmış
Bir gün gözlerimin ta içine bak
Anlarsın ölüler niçin yaşarmış
Yağmurlardan sonra büyürmüş başak
Altın bilezikler o kokulu ten
Cevap versin bu kanlı kuş tüyüne
Bir tüy ki can verir bir gülümsesen
Bir tüy ki kapalı gece ve güne
Altın bilezikler o kokulu ten
Mona Roza siyah güller, ak güller
Geyve'nin gülleri ve beyaz yatak
Kanadı kırık kuş merhamet ister
Aaahhh! senin yüzünden kana batacak!
Mona Roza siyah güller, ak güller
RÜVEYDA
fezayi baglayarak yorgun kanatlarina
bir güvercin uçurup kitalar arasindan
çagirdin beni
geçerek birer birer sürgün kanyonlarini
derbeder kosup geldim isildayan tahtina
yarim koyup bir bardak kursun rengi çayimi
yikarak yalnizliga kurdugum sarayimi
yetim çigliklarimi duyurmak üzere sana
kosup geldim; ilistir beni memnu bahtina
adini söylemek istemiyorum
her hecesi amansiz bir kor dudaklarimda
her harfine yillardir simseklerle yaristim
zindanlara karistim, ölümlerle tanistim
adini söylemek istemiyorum
Rüveyda dedigim zaman
anla ki, senin için yürüyor kelimeler
çigligimin atardamarlarindan
hangi yildizdir bilmem, gözlerin
kayar da üzerime Rüveyda
önce tuhaf bir deprem yayilir bedenime
sonra açilir önümde istirab vadileri
silik renkleriyle adimlarima
çözülmeye yüz tutan bir mazi mühürlenir
hayalin bittigi menfeze dogru
alaca bir at kosar içimde
zamansiz, mekansiz nefese dogru
uslanmaz bir yürek tasidigima dair
yaygin bir kanaat dolasir aynalarda
oysa Rüveyda
bastan basa ben
kevser akan, gül kokan bir kalbin filiziyim
kitaplara sürdügüm kapkara lekelerden
bir anlatsam nasil utandigimi
bir dogrulsam egrildigim yerden
agarir tanyeri nilüferlerin
alaca bir at kosar içimde
ezer toynaklariyla anilarimi
sular köpürmemeliydi Rüveyda
kirilmamaliydi islak dallari hasret selvilerinin
ben zehire aliskinim, serbete degil
rüyalar nefret eder avare durusumdan
kabuslar çekerek ancak derdimi yeryüzünde
sen gün boyu simsiyah bir ufukla beraber
ben her gece bir mehdi türküsüyle çilekes
yargilamak için zeval kayitlarini
inkilap bekliyorum
hangi umut çiçegidir bilmem, ellerin
uzanir da gönlüme Rüveyda
derinden bir ok saplanir bagrima
beynimi çagiran bir sese dogru
alaca bir at kosar içimde
zamansiz, mekansiz nefese dogru
varligin cinayettir memleketimde islenen
akitir kanini asil pehlivanlarin
yoklugun sükunettir kusatir evrenimi
varligin ve yoklugun ölümüdür baharin
artik eskisi gibi bakamiyorsun
göklerinde bir belkis otururdu Rüveyda
binlerce gökkusagi olurdu kirpiklerin
günes bir ane gibi dururdu basucunda
artik dokunamiyor kakülün bulutlara
karalara bürünmüs saçlarinda dolunay
ben bu kadar zulme layik miyim Rüveyda
hangi ressami vurur bilmem, endamin
sarar da benligimi
ben beni tanimam kaldirimlarda
kafesleri yutan kafese dogru
alaca bir at kosar içimde
zamansiz, mekansiz nefese dogru
kirmizi bir kurdela baglayarak alnina
duydun mu orkideye dua eden birini
bu ismarlama yüzler yok mu Rüveyda
bu yapmacik bebekler
gözyasi akitirken gülenler yok mu
beni kahrediyor geceler boyu
hangi çagin gelisidir bilmem, gülüsün
soluk bir dünyanin mezarlarina
gömerek gurbetimi
kapadi karanliga Yesrib, kapilarini
meydan okuyusun çagin ordularina
bilmem hangi mevsimin baslangicidir
doruklarindan öte hevese dogru
alaca bir at kosar içimde
zamansiz, mekansiz nefese dogru
yasini tutuyorum kararttigim düslerin
yipranmis divaneler gibiyim sokaklarda
amansiz bir ütopya üfleyen pencereler
lif lif yoluyor dram seyyahi bedenimi
önümde, haksizligin hesaba çekildigi
hiç kimsenin kimseyi tanimadigi mahser
arkamda, kare kare ömrümü belirleyen
hatirladikça yanip tutustugum resimler
söyle, nasil asarim pismanlik daglarini
yeniden bir Nil olup tasar miyim çölllere
kim giydirir basima tacini nihayetin
kim takar bilegime hürriyet künyesini
karada balik gibi nasil yasarim, söyle
Rüveyda, seziyorum; tahammülün kalmadi
ama dur, bosaltayim bütün çigliklarimi
asirlardir köhne barinaklarda
küflenen, çürüyen çigliklarimi
at vuruldu içim paramparça Rüveyda
gölgelerin ardina sakladim kusurumu
sen orada kayitsizca gülümsüyor gibisin
ben burda damla damla eriyip akiyorum
yine de, çignetmem kimseye gururumu
istenmedigim yeri sessizce terk ederim
hatira kalsin diye birakir da ruhumu
mahzun bir dervis gibi boyun büker, giderim
Nurullah Genç