İlk Öykü denemem ve orjinal olarak koymak istedim yazım ve anlam hataları orjinal halinde
"ÇAMUR MU SÜRMEK İSTİYORSUN BAŞKASININ DUYGULARINA? ÖNCE SENİN ELLERİN KİRLENECEK! "
Ortaokul bitmiş, aynı okulun lise bölümüne başlamıştım. Hepimiz alanlarımızı seçip, orta bölümden aşina olduğumuz yeni yüzlerle tanışacaktık. Sınıfımız ortalama bir salon büyüklüğünde, öğrencilerin ikişerli sıralar halinde oturduğu 3 sıra halindeki masalardan oluşuyordu. Kapıdan girdiğimde pencerenin kenarından dışarıya bakıyordu. Üzerinde gri ve lacivert üniformasıyla, bahçedeki ağaçların yeşilini ve kokusunu odaya dolduran gözleri ile, bir papatya gibi sanki rüzgarda kırılacakmış hissi veren vücudu, kendinden emin duruşu ile birleşmiş ve pencerenin dışındaki hayata bir prensesin tebaasına baktığı, üstünlüğünü bilen ve bunu hissettiren ama samimi bakışları ile bakıyordu.
Bir an uyku ile uyanıklık arasında bocaladım. Güzel bir rüyanın son anları mıydı yoksa güzel bir hayatın ilk günleri mi karar veremedim. Arkamdan sınıf arkadaşlarımın beni içeriye itelemesi ile rüyada olmadığımı anladım. Kalbim deli gibi çarpıyordu ve bakışlarım ona odaklanmıştı. Çevremdeki herşey etkisini ve farkedililirliğini kaybederken, flulşan o dünya içerisinde hızla netleşiyordu. Belin de bir sorun olduğunu hemen anladım. Ve ne kadar tatlı gülümsediğini de. Öğretmenlerin giriş zili çaldığında geriye döndü, sınıfı hafifçe süzdükten sonra gözleri gözlerimde kaldı. Kısa bir süre göz göze gelmiştik, kısa bir süre cenneti yaşamıştım. Dünya durduğunda zaman işler mi bilmiyorum, bugün hala o an bir fotoğraf karesi gibi aklımdadır. Onunla ilk tanışmamız gözlerimizle olmuştu.
İlk haftalar geçmiş, ben yine sınıfta en arka çapraz sıralardan birine yerleşmiş, prensesimi göz hapsine almış bir şekilde günlerime başladım. Önceki yıllarda sorun olan devamsızlık problemim de ortadan kalkmıştı. Her gün erkenden kalkıyor, hazırlanıyor ve onu görebilmek için sınıfıma gidiyordum. Dünya, okul, hayat, üniversite sınavı umrumda bile değildi. Gözüm ondan başkasını görmüyor, kalemim ondan başkasını çizmiyor ve yüreğim ondan başkasını sevmiyordu. Çocukluk aklımla birlikte yaşayacağımız evimizi hayal ediyor, sınıftaki erkeklik onurumla da ona açılmadan uzaktan sevmeye devam ediyordum. Okulun bitişinde hemen onun eve gitmek için geçeceği yola gidiyor, kendimi erkek gösterebilmek için yaktığım sigara ile geçişini bekliyordum. Geçerken ise çevreme bu aşkı belli etmemek uğruna başımı öne eğerek topraktaki karıncaları inceliyordum.
Aradan birkaç ay daha geçmiş. Ben diğer arkadaşlarımın kızlarla çıkmasından güç alarak arkadaşlarıma açılmıştım. Gülmelerini, dalga geçmelerini beklerken onlar da kendi platonik aşklarından bahsetmişler ve beni anlamışlardı. Artık beraberdik, her akşam okul çıkışı etüdlerimize gitmeden önce 70'lik bir köpek öldüren alıp parkta tek dikişte bitiriyor, ardından zaten dumanlı olan başımızla Ferdi Tayfur'un Sabahçı Kahvesini söyleyerek ağlıyorduk. Zaman zaman mazoşist olup olmadığımı düşünmeye başlamıştım. Ama hepimiz aynıydık, hepimiz birer bahane ile aşık olmuş ve hepimiz erkek gibi durduğumuz için (aslında reddedilme korkusu olduğunu biliyorduk) platonik aşklar yaşamaya başlamıştık.
Bu arada prensesim de boş durmamış ve doğal olarak kendisine gelen teklifleri değerlendirmeye başlamıştı. Spor lüks arabası ile Holding patronunun oğlu benim ilk rakibim oldu. Hiçbirimiz zengin değildik, ailelerimizde bile araba yokken lüks arabasıyla okula gelen birisi ile mücadele etmenin zorluğunu biliyorduk. Ancak bildiğimiz bir diğer konu ise yatılı okuyan öğrencilerin birbirine olan tutkusuydu. Ne kadar ezilmiş ve horlanmış görünsek de birbirimizi koruyor, arkadaşımızı dövmeye gelen biri olduğunda onu hastaneye, arabasını sanayiye göndermesini biliyorduk. Kendi içimizdeki eğlenceli güzel, beş kişinin birleşip bir paket filtresiz sigara almaya paramızın yetmediği ama yüreklerimizin birlikte atığı kocaman bir dünyamız vardı.
Artık bizler için üniversite sınavı sadece formaliteydi. Kazanacağımızı biliyor ve günümüzü yaşıyorduk. Hayatımızın alkolik, mücadeleci meraklı çağları başlamıştı. Bedava kazandığım dershane beni üste üste beşinci kez devamsızlıktan atıyordu ama benim umrumda bile değildi. Nurcuların dershanesinden çıkıp, ülkü ocaklarına gidiyor, ardından Emeğin partisini ziyaret edip, ertesi gün alevi şenliğinde çav bella söyleyerek üniversiteli devrimci kızlarla halay çekiyor, ve hemen ardından Bekir Abi'nin dükkanında reisler olarak toplantı yapıyorduk. Dünyamız şaşkınken, peşimizdeki sivil polislerin şaşkınlığına gülüp geçiyorduk.
Zamanla ona olan aşkım büyümeye başlamıştı. Platonik aşkın en kötü taraflarından biri olan gerçek sevgilinin hayali gerçeği bastırmaya başlamıştı. Artık ona bakmıyordum ama onu düşünerek aklımdaki hayale dönüyordum. Birşeyler yapmam duygularımı açıklamam gerektiğini biliyordum, ama onu ve içimdeki ümidi tamamen kaybetme korkusu beni çaresiz bırakıyordu. O başkasının olabilirdi, ama en azından onu görebiliyor, duyabiliyor ve düşünebiliyordum. ncak doğa da işleyişine devam ediyordu ve ben O'nu kıskanmaya başlamıştım. O çocuk sadece onu kullanıyordu. O'nu benim kadar sevemezdi, hem ben de eksik olan neydi ki? Kendimi tanıyor ve seviyordum. Yatılı kalmanın getidiği zorluklar yüzünden, belki ütülü elbiseler giyemiyor, yada hergün banyo alamıyorduk ama kendimi tanıyordum. Onunla mutlaka iletişime geçmem gerekiyor diye düşünürken sevgililer günü geldi....
O'na şiirler yazıyor, O'nu düşünüyor O'nu seviyordum. Diğer çocuk gibi fiziksel bir sevgi değildi. Onu yatağa atmak gibi bir düşüncem yoktu. Nasıl olabilirdi ki? O tertemiz melek kadar saf , dünya tatlısı kişiyi severken incitebilirdim. bu nedenle uzaktan sevmem gerekirdi. Ama diğer çocuğa katlanamazdım. O'nun amacı belliydi ve Prensesim gittiğinde başka kızlarla da görüşüyordu. Ama prensesim onun sevgisine inanmıştı. Ondan aldığı değerli hediyeler sayesinde onun sevdiğini düşünüyordu ama bilmiyordu ki benim ona bir ciklet hediye etmem onun altın künye hediye etmesinden daha fedakarcaydı. Ancak onun üzülmemesi için birşey yapamıyorduk. Arkadaşlarımın onunla ilgili cinayet planlarını dinlerken mutlu oluyor ama prensesimin üzüleceğini düşünerek ben de üzülüyordum. Onun üzülme ihtimali bile benim üzülmeme yetiyordu.
Bir sabah yine erkenden sınıfa gelmiştim. Daha hademeler bile uykularından kalkmamış in cin top oynuyordu. İçeriye girdiğimde onu gördüm. Masasının üzerine kapanmış, ağlıyordu...benim geldiğimi duyunca başını kaldırdı, saçlarının önü ve masası göz yaşlarından sırılsıklam olmuş, gözleri kanlanmış dudağı titreyerek bana baktı. Bir şeyler söylemek istedi, vazgeçti...Dünya başıma yıkılmıştı, benim de gözlerim dolmuştu...O tekrar eliyle yüzünü kapatıp başını masaya koymuş ve ağlamaya başlamıştı. Yanına yaklaştım, ellerini tuttum, gözlerime baktı ve ayağa kalkarak bna sarıldı. ikimiz de ağlıyorduk. O an önemli olan neden üzdüğü ve çözüm yolu değildi. Sadece ağlıyordu ve üzüntüsünü paylaşıyorduk. Omzuma yaslanmış iç çekmeye bşlamıştı. O masum gözleri ile ellerimi tutarak yine yüzüme baktı...." Dün gece eve gitmedim" dedi. İşaret parmağımı dudaklarına koyarak onu susturdum. Herşeyi anlamıştım. Biraz daha sarıldıktan sonra, paylaşabilmenin rahatlığı ile gözyaşları dinmeye başladı. El ele tutuşup dışarı çıktık. O gün bir dha okula dönmemiştik.
Yatılı arkadaşlarım o sabah erkenden çıktığımı biliyorlardı. Diğer öğrenciler günlük hayatlarına devam ederken onlar benimle birlikte O'nun da kaybolduğunu hemen farketmiş ve endişelenmeye başlamışlardı. Onuda kendimi de öldürmemden korkuyorlardı. Ama ben ona kıyamazdım ki...
O gün tüm yatılı öğrenciler okuldan kaçmış ve şehrin sokaklarında bizi aramaya başlamışlardı. O'nun dün gece de eve gelmediğini öğrenmek merak ve endişelerini bir kez daha arttırmış ve olmadık yerlere bakıp bizim cansız bedenlerimizi ararken biz el ele bu dünyadan uzak başka bir dünya da yürüyorduk. Tepemizdeki yakıcı güneşten öğlen olduğunu anlayabiliyorduk. Ama dünya bomboştu. Ellerimizdeki sinir sistemleri birleşmiş, sanki tek vücut olmuş aynı acıyı yaşıyorduk. Bazen onun acısını ben, bazen de benima cımı o duyarken hedefsiz, çaresiz, bomboş hiç konuşmadan, birbirimize hiç bakmadan ama ellerimizden herşeyi konuşuyorduk. Dünya dönüyordu, sanki bütün dünya durmuş sadece ikimiz vardık. Dünya o gün bizim çevremizde dönüyordu.
Bu şekilde dolanırken Parkta o çocuğu gördüm. Prensesim de farketmişti. Dünyayı iki kişiye indirgeyen acının sebebi o dünyada üçüncü kişi olarak karşımıza dikilmişti. Biz hala el eleydik. O ise parkta kızın birisi ile konuşuyordu. Hiçbir şey hissetmiyorduk. Nefret, öfke , kavga ne kadar yavaş yürüyorsak aynı yavaşlıkta yanına gittik. Sanki bir ağaç gibiydi. Sıradan birşey.... Cebimde her zaman taşıdığım bıçağı çıkardım...Sol elim prensesimin elinin içindeydi. Gözlerime baktı. Elime verdiği elini sıkmıştı. Artık tek vücut olan iki beden de onun acısını duyuyordum. Diğer elimle vurmaya başladım. Kanlar için de kalmıştı. Vurdum, vurdum, vurdum belki bir kez belki binlerce kez... Herkes sarsılmış bize bakıyordu. Bıçağı bıraktım. Yürüyüşümüzdeki engel yolumuzdan çekilmişti...
Oradan giderken kimse bize birşey yapmadı, kimse dokunmadı, kime ses çıkarmadı, en azından biz duymuyorduk. Kaleye çıkan merdivenlerden yürümeye başladık. Acelemiz yoktu. Huzurluyduk, beraberdik... Ne kadar çıktığımız gene bilmiyorum. Bir ara polis hopörlerine benzer sesler duyar gibi oldum. Ama hiçbir şey görünmüyordu. Hiçbir şey duyulmuyor. Dünya yine yok olmuştu. Sadece ikimiz vardık. Afyon kalesinin suruna birlikte çıktık. Son kez bakıştık. Ellerimiz kenetlendi. Dudağım dudakları ile buluştu...Allah'ım bu ne huzur bu ne mutluluk. Sanki uçuyor gibiydim. Gökyüzüne kanatlanmış iki ruh..Kuşlar gibi özgürdük.. Ve uçarken gözlerine bir kez daha baktım. Mutluydu, huzurluydu... Ardından önce kırmızı bir gül ve derin bir karanlık....