Hukuki ve Etik Bir İkilem; Açlık Grevindeki Mahkûmların Zorla Beslenmesi
Ege Derin Utkular, İÜHF 3. Sınıf Öğrencisi
İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ HUKUK FAKÜLTESİ İLSA ÖĞRENCİ KLUBÜNDE YAYINLANAN YAZIM İLGİLİLER İÇİN AŞAĞIDADIR. umarım beğenirsiniz

Açlık grevi ve ölüm orucu, geçmişten bu yana bireyler için isteklerine ulaşmak, beğenmedikleri bir durumu protesto etmek, politik bir tavır koymak ve seslerini duyurmak için kullanılagelen yöntemlerden olmuştur. Açlık grevini kişinin vücudun ihtiyaç duyduğu, su ve tuz hariç besin maddelerinin alımını durdurması, Ölüm Orucunu ise kişinin beslenmeyi tamamen reddettiği açlık grevinin son şekli olarak tanımlamak mümkündür. Bu yöntemlere özellikle hükümlü, tutuklu ve gözaltındaki kişiler tarafından başvurulmaktadır. Yöntemin en can alıcı unsuru kişinin sağlıklı yaşama hakkını, kendi eliyle riske sokacak bir süreci başlatması ve bu sürecin en nihayetinde ölümle sonuçlanacağı hususunun zihinlerde yarattığı şok etkisidir.

Bu yöntemlerin en önemli yanı şiddet içermeden psikolojik bir baskı oluşturmaya dayanmasıdır. Açlık grevinin doğrudan toplum vicdanına yönelik bir sonuç doğurması ve toplum vicdanının bireylerin kendilerinin feda eden bu tercihe gösterdikleri hassasiyet ve kolektif acıma hissi, en nihayetinde resmi makamları olumlu ya da olumsuz harekete geçmeye zorlamaktadır Toplumun her kesiminde yoğun ilgi uyandırması nedeniyle Roma döneminden itibaren açlık grevine sıklıkla başvurulmuştur. Tibet’in bağımsızlığı için mücadele edenler, Gandi, İRA (İrlanda Kurtuluş Örgütü) üyeleri, Kübalı muhalifler, Türkiye’deki çoğunlukla aşırı sol eğilimli siyasi mahkûmlar, 1909 yılında İngiltere topraklarında kadınlara oy hakkı verilmesi için mücadele eden ve bu süreçteki bazı eylemlerinden dolayı mahkum olan kadınlar ve Guantanamo’da uluslararası hukuka aykırı olarak tutulan mahkumlar açlık grevini uygulamış önemli kişi ve gruplardır.

Mahkûmların yaptığı açlık grevi problemlidir. Bir yanda mahkûmların kendi yaşamını sonlandırma hakkına sahip olup olmadığı tartışılırken diğer yanda, mahkûmlar devletin denetim ve koruma sorumluluğu altındadırlar. Mahkûmların yaşam ve sağlıkları durumları devlete emanet edilmiştir. Bu nedenle mahkûmların yaptığı açlık grevi, doğası gereği Devletin bu koruma sorumluluğunu yerine getirebilmesi konusunda esaslı bir sorun ortaya çıkarmaktadır. Bu durum ortaya hukuki ve etik açıdan çeşitli sorunlar ortaya çıkarmakta ve devletler bu sorunlara değişik yollarla tepki vermektedirler. 1970’li yıllara kadar açlık grevleri ile karşılaşan devletler, genellikle zorla besleme yoluna başvurmuş ve bu yolla eylemcilerin amaçladıkları kamuoyunun oluşmasına engel olmaya çalışmışlardır.

Zorla Besleme yöntemi çeşitli insan hakları ve sağlık kuruluşları tarafından insanlık dışı ve aşağılayıcı bir muamele olarak görülmektedir. Dünya Tabipler Birliği tarafından işkencenin bir çeşidi olarak ta kabul edilmektedir. Zorla Besleme yöntemindeki sorun uygulanan tekniğin sertliği, kişinin sağlığını bozması ve kişinin kendi iradesini yok sayan bir uygulama olmasıdır. Zorla beslemenin uygulanması sırasında mahkûmlar genellikle bir sedye veya özel bir sandalyeye oturtulur, elleri ve başları bağlandıktan sonra burun veya ağızdan özel bir boru mideye doğru itilir ve sıvı kıvamlı besin maddeleri bu boru yardımıyla mideye aktarılır. Ancak bu süreç sanıldığı kadar kolay olmamakta bazen bu işlemin tamamlanması saatler almaktadır. Bu özel borunun burun yoluyla mideye ulaşması sırasında sıklıkla burun kanamaları görülmekte, bazen bu boru yanlışlıkla ciğerlere inmekte ve besin aktarılması durumunda ciğerlerde kalıcı hasarlara yol açıp daha sonrasında mahkûmun ölümüne kadar varan bir süreci başlatmaktadır. Borunun ağız yoluyla mideye indirilmesinde ise mahkûmun karşı koyması durumunda çene hasarları, diş kırılmaları ve dil kesilmeleriyle karşılaşılmaktadır. Zorla besleme tekniğinin uygulanmasından sonra genellikle mahkûmlar sedyeye bağlı tutulmakta ve istifra etmediklerinden emin olunması için bir süreliğine izlenmekte ve besinleri istifra ettikleri takdirde zorla besleme işlemi tekrarlanmaktadır. Bazı mahkûmlar için istifra etmeme gibi bir seçenek olmamakta, bazılarının ifadesine göre zorla besleme işlemi için kullanılan boru ağızdan çıkarıldığı anda istifra kaçınılmaz bir sondur. Burun ve ağız yoluyla beslemeden farklı ve daha korkunç olan bir zorla besleme yolu ise anüs yoluyla beslemedir. Özel bir tüp yardımıyla bağırsaklara aktarılan besinlerin bağırsaklar tarafından emilmesi esasına dayanan bu yöntem de kalın bağırsak ve kolona zarar vermektedir. Bu yöntem diğer iki yönteme göre daha etkisiz ve daha zalimane olduğu için pratikte az rastlanmakta birlikte son dönemde Guantanamo hapishanelerinde bazı mahkûmlara karşı uygulama alanı bulmuştur.

1970’li yıllara gelindiğinde ise daha çok mahkûm-merkezli tedavi yöntemlerine geçildiği gözlemlenmektedir. 1974 yılında İngiltere ve Galler’deki cezaevlerindeki dört erkek ve iki kadın mahkûma zorla besin verildiğinin açıklanması ile bu olayların hekimler arasında bir tartışma yaratması ve iki kadın mahkûmun İngiliz İçişleri Bakanlığı aleyhine dava açması hukuksal ve siyasal tartışmalar yaratmış ve açlık grevi tartışmalarında önemli bir dönüm noktası olmuştur Dünya Hekimler Birliği Ekim 1975 tarihinde Tokyo Bildirgesi ile “Bir hükümlü beslenmeyi reddettiğinde, eğer hekim beslenmeyi gönüllü reddetmenin yol açacağı sonuçlar üzerinde kişinin tam ve doğru bir yargıya varacak yetenekte olduğu kanısında ise bu kişiyi zorla beslemeyecek ve hükümlünün böyle bir yargıya varma yeteneği en azından bir başka bağımsız hekimce de onaylanacaktır” kararına varmıştır Bu bildirge zorla beslemenin mahkumun yararına olsa bile hiçbir zaman etik olarak kabul görmeyeceğini vurgulamıştır. Ancak, hekimlerin bir bölümü “kişilerin belli bir süre sonra açlığın yaratacağı ruhsal bozukluklar nedeniyle bilinçli olarak karar veremeyeceklerini” belirterek açlık grevlerine tıbbi müdahale hakkını savunmaktadır.

Açlık grevi sırasında zorla beslemenin işkence ile bağlantısı özellikle Avrupa kaynaklı olarak ortaya çıkmıştır. Bu konuda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin (AİHM), zorla beslemenin uygulanmasında Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) 3. Maddesi olan, işkencenin yasaklanması ve yaşam hakkının korunması arasında bir denge yaratmaya çalışması önemlidir. Bir tarafta Mahkûmun vücut dokunulmazlığı dolayısıyla işkence, aşağılayıcı muamele veya cezaya karşı korunması gerekirken, diğer tarafta devletin pozitif yükümlülüğü olarak mahkûmun tutukluluğu sırasında yaşam hakkının korunması gerekliliği mevcuttur. Zorla beslemenin her dönem güncel bir konu olması ve sıkça başvurulması nedeniyle bu konuyla ilgili AİHM’in önüne gelen çok sayıda başvuru olmuş ve verilen kararlar sonucunda zorla beslemeye hangi durumlarda başvurulabileceği ve nasıl uygulanacağı konusunda bir çerçeve oluşmuştur. AİHM Nevmerzhitsky davasındaki kararıyla beş unsurun tamamlanması halinde zorla beslemeye başvurulabileceğini hükmetmiştir. Bu beş unsur;
  1. 1. Tıbbi gerekliliğin varlığı, ikna edici ve kuşkuya yer bırakmayacak bir şekilde tıbbi raporlar ile açıkça ortaya konulmalıdır.
  2. 2. Açlık grevindeki mahkumun hayati tehlikesinin bulunması
  3. 3. Usuli güvencelere uyulması. Devlet zorla beslemenin sadece sağlık personeli tarafından uygulanması, Zorla besleme yönteminin sadece gerekli ölçüde uygulanması, İşlemlerin hepsinin kayıt altına alınması gibi usuli güvencelere uymak zorundadır.
  4. 4. Zorla beslemenin uygulanma yolu AİHS’nin 3. Maddesinin korunması konusunda AİHM’ in oluşturduğu sertlik sınırı içtihadına uygun olmalıdır. Bu unsur daha genel bir özellik taşımakla mahkemeye olay/vakıa bazında değerlendirme yapma ve buna göre karar verme açısından kolaylık sağlamaktadır.
  5. 5. Zorla besleme, mahkûmu protestosu nedeniyle bir cezalandırma ve mahkûmun direncini kırma aracı olarak kullanılamaz.


Sonuç olarak AİHM mahkûmların hayat kurtarıcı tedavileri reddetmesine izin vermemekte ve belirli unsurların varlığı halinde devletin zorla besleme yoluna başvurabileceğini kabul etmektedir. Ancak AİHM tarafından zorla beslemenin uygulanmasındaki sertlik sınırı kesin olarak belirlenmemiş ve bu sınır devletler tarafından istismar edilmeye açık bırakılmıştır.

AİHM’in zorla besleme konusunda yarattığı içtihattan çeşitli ülke mahkemeleri ve uluslararası mahkemeler de yararlanmaktadır. Bu içtihada başvuran mahkemelerden bir tanesi eski Yugoslavya’da işlenen suçlar için kurulan Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi’dir (ICTY). Açlık grevi yöntemi bazı mahkumlar tarafından istismar edilmekte ve yargılama sırasında mahkemelerin sağlıklı karar vermesini engellemektedir. Bu konuda eski Sırp başbakan yardımcısı ve Sırbistan Radikal Partisi’nin kurucusu Vojislav Šešelj en önemli örneği oluşturmaktadır. Vojislav Šešelj, Yugoslavya iç savaşı sırasında insanlığa karşı suçlar ve savaş suçları işlediği iddiasıyla ICTY’de yargılandığı sırada mahkemeyi itibarsızlaştırmak ve isteklerinin yerine getirilmesi için açlık grevini bir nevi şantaj yolu olarak kullanmıştır. Vojislav Šešelj mahkemeden özel bir odada eş ziyaretine izin verilmesini, ABD’ de dondurulan banka hesaplarının açılmasını ve bir avukat tarafından değil kendisi tarafından savunulmak istemiştir. Yaptığı açlık grevi sırasında doktorların sunduğu raporda sağlık durumunun giderek kötüleştiği ve açlık grevinin devamı halinde en fazla iki hafta yaşayabileceği belirtilince mahkeme tarafından Hollandalı otoritelere Šešelj’in açlık grevi nedeniyle ölmesinin ve bir Sırp Yargı Şehidinin oluşmasını engellemek amacıyla acilen zorla beslenmesini emretmiştir. Mahkeme bu kararın alınmasında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin tıbbi gerekliliğin varlığı halinde ve çeşitli koşullara uyulması koşuluyla zorla beslemenin işkence ve aşağılayıcı muamele olarak sayılmayacağı konusundaki kararına vurgu yapmıştır.

Türk Hukukundaki durum; Hukuk sistemimiz açısından bu konu yaşam hakkı ve ifade özgürlüğü açısından incelenmelidir. Anayasamız 17. Maddesiyle yaşam hakkını koruma altına almaktadır. Yaşam hakkını vazgeçilmez haklardan sayan görüşe göre kişi bu hakkından hiçbir şekilde vazgeçemeyeceğini bu hakkın sadece üçüncü kişilere karşı değil, aynı zamanda kişilerin kendilerine karşı da korunması gerektiğini savunmaktadır. Bu görüşe göre yaşamı korumak amacıyla açlık grevi ve ölüm oruçlarına müdahale edilebilir. Türkiye’nin açlık grevleri açısından sıkıntılı bir geçmişi olması ve bu yöntemin son yıllarca sıklıkla kullanılan bir protesto yöntemine dönüşmesi nedeniyle, çeşitli nedenlerle açlık grevini bir protesto yöntemi olarak kullanan mahpusları önlemek amacıyla yasa koyucu 29 Aralık 2004 tarihinde 25685 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe giren Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanunun 82. maddesi ile zorla beslemenin bir yöntem olarak uygulanabileceğini hüküm altına almıştır.
Sonuç; Mahkûmlar tarafından açlık grevine başvurulması durumunda Hekimlerin, meslek etikleri gereği mahkumun iradesine karşı olarak zorla besleme yoluna başvurmamaları gerekirken, genellikle ulusal mevzuatlar hekimleri zorla beslemeye mecbur bırakmaktadır. Uluslararası mahkemeler ise zorla besleme yolunu daha çok olay ve kişi bakımından ele almakta ve bazı unsurların bulunması halinde zorla beslemeyi meşru kılmaktadırlar. Kanaatimce açlık grevine başvuran mahkûmların zorla beslenmesine hangi durumlarda başvurulabileceği ve zorla beslenmenin hangi standartlara uyularak uygulanacağı konusunda genel karar alabilecek bir uluslararası kurum var olmadığı için yakın zamanda bu etik ve hukuki soruna bir çözüm bulunamayacağı açıktır.